Bu mektup, yine Mollâ Hasan-ı Kişmiri’ye yazılmıştır. Şeyh Abdülkebir-i Yemeninin, Allahü teâlâ gaybı bilmez sözüne cevap vermektedir:
Okşayıcı, kıymetli mektubunuzu okumakla şereflendik. İhsan ederek yazdıklarınızı anladık. Şeyh Abdülkebir-i Yemeni, Hak teâlâ gaybı bilmez demiş. Bunu soruyorsunuz. [(Reşehat) kitabında Muhammed Ruhi okunurken, Abdülkebirin bu sözü de görülmektedir.]
Efendim! Bu fakir, bu gibi sözleri dinlemeye dayanamıyorum. Elimde olmayarak, Fârukî damarım kabarıyor. Bunlardan, İslamiyete uygun bilgiler çıkarmaya vakit bırakmıyor. Böyle sözleri söyleyen kimse, ister şeyh Kebir-i Yemeni olsun, ister şeyh Ekber-i Şami olsun, hiçbirini duymak istemiyorum. Bize Muhammed-i Arabi’nin buyurduğu sözler lâzımdır “aleyhi ve alâ âlihissalatü vesselâm”. Muhyiddin-i Arabi’nin ve Sadreddin-i Konevi’nin ve Abdürrezzak-ı Kaşinin sözleri lazım değildir. Bize (Nass) lâzımdır. (Fuss) [yani Füsus kitabı] lazım değildir. Fütuhat-i Medeniye varken, (Fütuhat-i Mekkiye) kitabına bakmayız. Hak teâlâ, Kurân-ı Kerîmde, gaybı bildiğini söyleyerek kendini övüyor. (Âlim-ül-gayb) olduğunu bildiriyor. (Hak teâlâ gaybı bilmez demek), çok çirkin, pek iğrenç bir sözdür. Doğrusu, Hak teâlâya inanmamaktır. Gayb kelimesi, başka şeyi de göstermektedir demek, insanı bu alçaklıktan kurtaramaz. Ağızlarından çıkan sözün büyüklüğünü, kulakları duymuyor. İslamiyete uymayan böyle sözlerle ne demek istediklerini keşke bilseydim. Hallac-ı Mensur (Enel Hak) dedi ise ve Bâyezîd-i Bistâmî (Sübhâni) dedi ise “rahime-hümallah” suçlu olmaktan kurtulabiliyorlar. Kendilerini hâl kapladığı zaman, şuurları, akılları örtülmüş iken, söylemişlerdir. Fakat, bunların sözleri, hâl bildirmiyor. Bir ilim, bilgi anlatıyor. (Bu kelimenin te’vil edilmesini istemiştim) demeleri, onları suçlu olmaktan kurtarmaz. Böyle kelimelerin te’vîli makbul değildir. Çünkü, yalnız sekr halinde söylenmiş olan uygunsuz sözlerden, başka şey anlamaya çalışılır. Aklı başında olan kimsenin sözünden başka şeyler anlamaya çalışılmaz. Böyle şeyler söyleyen kimse, eğer (Melamet) yolunu tutarak, kendini herkesin gözünden düşürmek istemiş ise, bu da çok çirkin ve utanılacak bir şey olur. İnsanları kendinden soğutmak, yanından kaçırmak için, yapılacak çok şey vardır. Bunları bırakıp da, kâfir olmaya yaklaşmaya ne lüzum vardır? Bu sözün ne demek olabileceğini soruyorsunuz. Her suale cevap vermek lazım olduğundan, burada birkaç şey bildireceğim:
Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Gayb, yok demek olursa, yok olan şeyler bilinmez demişlerdir. Gayb, her bakımdan yok demek olunca, onu bilmek düşünülemez. Eğer, bilineceğini düşünürsek, her bakımdan yok olmaktan ve hiçbir şey olmamaktan kurtulmuş olur. Bunun gibi, Hak teâlâ, kendi şerikini, ortağını bilicidir denilemez. Çünkü, Allahü teâlânın şeriki hiç yoktur. Böyle bir şey hiç olamaz. Evet, gayb kelimesinin ve şerik kelimesinin bildirdikleri şeyler düşünülebilir. Fakat biz bu şeylerin kendilerini söylüyoruz. Bu kelimelerin ne bildirdiklerini söylemiyoruz. Var olamayacak şeylerin hepsi de böyledir. Bunların neler oldukları düşünülebilir. Fakat var olmaları düşünülemez. Çünkü, varlıkları bilinirse, bunlara var olamayacak denilemez. Hiç olmazsa, zihinde var olmaları lazım gelir. Mevlânâ Muhammed Ruhinin yukarıdaki sözden anladığını beğenmemekte haklısınız. Yalnız bir varlık olan o mertebede ilmin bağlılığı yoktur demek, ilim yok demektir. Yalnız gaybın ilmi yoktur demek, değersizdir. Mevlânânın o sözden anladığının doğru olmadığını şu da gösteriyor ki o (Ehadiyet-i mücerrede mertebesi) nde ilmin bağlantısı yok ise de, Hak teâlânın âlim olması değişmez. Çünkü, o mertebede kendisi alimdir. İlim sıfatı ile âlim olmaz. Çünkü, o mertebede, ilim sıfatı yoktur. Sıfatlara inanmayan kimseler de, Allahü teâlânın âlim olduğunu bildirmektedir. İlim sıfatının var olduğuna inanmadıkları hâlde, bu sıfatta olan bilmenin, Zâtta bulunduğunu bildirmektedirler.
Yukarıdaki sözden sizin anladığınıza gelince, gayb kelimesinden Zât-ı ilâhîyi anlayorsunuz. Bu gayba hiçbir ilim, hatta Vâcib teâlânın ilmi de yetişemez diyorsunuz. Anlaşılacak şeyler içinde, doğruya en yakın olanı sizin bu anlayışınızdır. Bununla beraber, Vâcib teâlânın ilmi, kendi Zâtını bilmez demek, bu fakire ağır geliyor. Bilmeyeceğini göstermek için, ilmin, bilinecek şeyi kavraması lâzımdır. Zât-i teâlâ ise, ihâtâ edilemez. Kavranamaz. Bunun için de bilinemez diyorsunuz. Bu sözünüz, İlm-i husûlî için doğrudur. Çünkü, İlm-i husûlî ile bilmekte bilinen şeyin sûreti, ilim kuvvetinde hâsıl olmaktadır. Fakat, İlm-i huzûrî ile bilmekte, sûretin ilimde hâsıl olması hiç lazım değildir. Allahü teâlânın ilim sıfatı İlm-i huzûrîdir. Bundan dolayı, İlm-i ilâhî, huzur yolu ile Zât-ı ilâhîyi bilir. Her şeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlâdan, sevgili efendimiz, Muhammed aleyhisselâma ve onun temiz Âline “radıyallâhu anhüm ecma’în” salât ve selâmet ve bereket dileriz. Evveliniz ve sonunuz selamet olsun!