Sual: Sultan Vahiddeddin Han kimdir? Gerçekten de hain midir?
Cevap: Eshab-ı Kiram kitabında diyor ki;
VI. sultân Muhammed, sultân Abdülmecîd’in oğludur. Pâdişâh olan 4 kardeşten en küçüğüdür. Osmânlı pâdişâhlarının 36.sı ve sonuncusudur. İslâm halîfelerinin sonuncusudur. 1277 [m. 1861] de tevellüd etdi. 1336 [m. 1918] Ramezân-ı şerîfinin 25., temmuzun 4. perşembe günü hükümdâr oldu. 1344 [m. 1926] da İtalya’da vefât etdi. Şâm’da medfûndur. Çok zekî idi. Fıkıh bilgisi çoktu. Arada sultân Reşâd olmayıp da, II. Abdülhamîd hândan sonra tahta çıksaydı, İttihâd ve terakkî hükûmetinin kanlı diktatörlüğünü önleyecek, felâketlerin önüne geçecek kudret ve idâre sâhibi idi. Mala, dünyâya düşkün olmadığı, güzel ahlâklı ve eşi az görülebilecek kadar fazla nâmûslu olduğu, vesîkalarla göze çarpmaktadır. Metîn ve cesûr idi. I. cihân harbinin mağlûbiyyetle sona erdiği, milletin, açlık ve sefâlet çektiği, düşmân filolarının Çanakkale boğazını geçtiği günlerde halîfe oldu. 11 Mayıs 1920 de düşmânların hâzırladığı Sevr sözleşmesini, her baskıya karşı imzâlamadı. İstiklâl mücâdelesini hâzırladı. Güvendiği kumandanları, bunun için, Anadolu’ya göndermek istedi. Bir kısmı kabûl etmedi. (Dünyâya karşı harb edilemez. Bu iş olamaz!) dediler. Nasîhatle iknâ’ edilerek gidenler oldu. Anadoluya bol para ve silâh yolladı. Milleti el altından teşvîk ederek, çok yardım yapılmasını sağladı. Kendisi İstanbul’da kalarak siyâsî oyunlarla, büyük devletleri oyaladı. Din adamlarını, iftâra diyerek sarâya çağırıp, Anadolu’daki millî kuvvetlerin kazanması için duâ etmelerini, Anadolu’ya para, mal yardımı yapılması için, millete vaaz ve nasîhat vermelerini sıkı emr eyledi. Her evden akın akın çamaşır, para yağdırıldı. Mektebler, mescidler, yollama me’mûrluğu hâline geldi. Eli silâh tutan, Anadolu’ya gönderildi. İngilizler bunları görünce sarâyı sıkıştırıyordu. Sultân, bunlara, benim haberim yok, bunları önleyeceğim diyordu. Düşmânları inandırmak için, Anadolu’ya karşı (kuvâyı inzibâtiyye) kurdu. Böylece, büyük devletlerin savaşa karışmalarını önledi. Hâlbuki, eli silâh tutan herkes Anadolu’ya gönderiliyordu. Zaferin kazanılmasına çalıştı. Zaferden sonra, kendisine tehdîd mektûbları geldi: Git, oraya geliyoruz. Gelince seni öldüreceğiz. Karına, kızına, hepinize şöyle böyle yapacağız diye çirkin küfürler yağdırıldı. İttihâd ve terakkî komitesinin bir Cehennem hayâtını andıran müdhiş bakısından ve ardsız arkasız harb felâketlerinden bitmiş bir milletin başına geçmişdi. Eğer, arada ittihâdcıların şaşkın ve zâlim ve sefâhat devri olmayıp da, II. Abdülhamîd hândan sonra tahta çıksaydı, felâketlerin önüne geçerek, imparatorluğu, asrının ileri, güçlü, büyük devletleri arasına sokacak iktidârda ve kıymette idi.
Resimli târîh mecmû’ası [m. 1952] baskısının, 1550. sahîfesinde diyor ki, (Millet meclîsi reîsi Halîl [Menteşe] beğin oğlu Nâhid Menteşe diyor ki: 30 Ekim 1336 [m. 1918] Çarşamba günü Mondros mütârekesi imzâ edilerek, I. dünyâ harbi, mağlûbiyetimizle bitti. İttihâd ve terakkî kabînesi Mondros mütârekesini imzâladığı gün istifâ etti. Sadr-ı a’zam Tal’at pâşanın yerine müşîr İzzet pâşa getirildi). İttihâdcılar mütârekeyi imzâlayıp, ertesi gün yurd dışına kaçdılar. Sultân, azgın bir komitenin baskısından kurtulup, milletin idâresini eline almış oldu. Fakat, düşmânlara teslîm edilmiş bir milletin idâresini almış bulunuyordu. 1361. sahîfesinde diyor ki, (İttihâd ve terakkî hükûmeti, günün birinde tahta çıkacağını bildiği veliahd Vahîdeddîn’i dâimâ göz altında bulundurdu. Takîb ettirdi. Tahta çıktıktan sonra da, şarkdaki vazîfelerini tamâmlayarak, İstanbul’a dönmüş olan doktor Behâeddîn Şâkir Bey emrindeki teşkilâtına, Vahîdeddîn’i kontrol vazîfesi verilmişti). İttihâd ve terakkî çetecilerinin hükûmeti ele geçirdikleri günden beri, millete kan kusturduklarını, açlık, sefâlet ve işkencenin arttığını gören pâdişâh, memleketin huzûra, saâdete kavuşmasını birinci plâna aldı. Bu sözümüzü isbât eden vesîkalar çoktur. Meselâ 22 Şevvâl 1337 ve 21 Temmûz 1335 [m. 1919] târîhli irâde-i seniyyesi şöyledir: (Hatt-ı hümâyûn: Vezîr-i meâlî semîrim, hey’et-i vükelânın isti’fâsı kabûl olunarak, sadr-ı a’zamlık [başvekîllik] sizde ve şeyhülislâmlık vazîfesi Mustafâ Sabrî efendi üzerinde bırakıldı. Herkesin bildiği gibi, zamân ehemmiyetli olduğundan, devlet işlerinin selâmet ve sür’atle yürümesi için vekîller hey’etinin hiçbir partiden olmayan tarafsız ve vatansever zâtlardan teşkîli çok lâzımdır. Bu şekilde ve kanûn-i esâsînin [anayasının] [27.] maddesine uygun olarak kurduğunuz yeni kabîne tasdîk edilmiştir. Şu kritik zamânda, kuşatılmış bulunduğumuz tehlikeler ve sıkıntılar, vazîfe ve mesûliyetini kavramış olan hey’etinizce göz önüne alınıp, devletin ve milletin dışardaki haklarını koruyarak ve memleket dâhilinde huzûr ve intizâmı sağlayarak, devlet nüfûzunun her yerde te’mîn edilmesini ve bir zamândan beri vatandaşlar arasında yerleşmiş olan üzücü ayrılık ve kin duygularının giderilerek eskiden olduğu gibi, birlik ve sevginin getirilmesi için lâzım olan tedbirlerin alınmasında dakîka bile kaçırılmamasını vatan severliğinizden, dört gözle ve titizlikle beklemekteyim. Cenâb-ı kâdir-i mutlak hazretleri, vatanın selâmeti için olan çalışmalarınızda muvaffak buyursun. Âmîn).
İttihâd ve terakkî önderleri, sultânın, particiliği kaldırmak, Allah yolunda birleşerek râhat ve huzûra kavuşmak için teşkilât kurduğunu, metodlu ve programlı çalıştığını görünce, postu kaptırmamak için telâşa düşmüştü. Tal’at pâşa, Behâeddîn Şâkir’le arkadaşı Ca’fer beği, Sultân Ahmed’deki evine da’vet etdi. Vahîdeddîn’i tahtından indirerek yerine Abdülmecîd efendiyi geçirelim dedi. Behâeddîn Şâkir ise, Vahîdeddîn’i öldürelim. Yerine Abdülmecîd’i geçirelim dedi. Tal’at Pâşa, öldürmek iyi olmaz. Tahtından indirelim. İsmâ’îl Canbolat, Hüseyn Tosun, merkez kumandanı Cevâd beğlere de söyleyiniz! Ben de Enver Pâşa’ya haber vereyim dedi. Beyoğlu’nda gizli silâhlı kuvvet vücûde getirildi. Tal’at Pâşa’nın evinde yapılan ikinci toplantıda, sarây baş mâbeyncisi Lutfî Simâvî de vardı ve sarâydaki çalışmalar hakkında geniş bilgi verdi. Baş yâver Ömer beğle Hüdâî beğin ve Cevâd beğin yardımı ile Ca’fer ve Canbolat beylerin, hal’ işini yapması karârlaştırıldı. Ca’fer beğ, Tal’at Pâşa’ya, Vahîdeddîn’i alıp götürmek kolay ammâ, Mecîd efendiye önceden haber verelim dedi. Ertesi gün Mecîd efendinin eniştesi Zülkifl Ahmed Pâşa’ya haber verdi. Pâşa akşam üzeri sarâydan gelerek, Tal’at pâşanın selâmını ve arzûsunu Mecîd efendiye söyledi. (Cebir yolu ile, halîfeyi atıp, yerine benim geçmem doğru değildir. Ben sıramı bekler ve ancak, sıram gelince tahta çıkarım) dediğini bildirdi. Ca’fer beğ, bu cevâbı Tal’at Pâşa’ya anlattı. Tal’at pâşa çok üzüldü. Hak ve adâlet duygusunu gösteren ve saygı hislerine dayanan bu sözleri, kendi görüşü ve düşünüşü ile ölçerek, Vahîdeddîn’den korkduğu için böyle söylemiş dedi. Birkaç gün sonra, Bulgaristân’daki ordunun bozguna uğraması, ittihâdcıları şaşkına çevirdi. Sultân Vahîdeddîn ile uğraşmağa vakit bulamadılar. Kendi derdlerine düştüler.
Sultân Vahîdeddîn hân, ordunun silâhları alındığı, düşmân filolarının Çanakkale boğazını aştığı, imparatorluğu parçalamağa başladıkları bir zamânda halîfe oldu. Bir felâket olan 11 Mayıs 1339 [m. 1920] târîhinde düşmânların Pâris’de hâzırlayıp tedkîk ve tasdîk için İstanbul’a gönderdikleri Sevr andlaşmasını imzâlamadı. Bu mu’âhede Anadolu’yu parçalıyordu. 16 Mart 1920’de düşmânlarımız İstanbul’u işgâl etdi. O gün ingilizler Şâhzâde başı karakolundaki askerlerimizi uyurken süngülediler. 16 Mart şehîdleri her sene Fâtih parkı önünde anılmaktadır. Sevr mü’âhedesinin [152.] maddesinde, Osmânlı ordusu tamâmen lağv edilmiş, yalnız halîfenin şahsını korumak için, 700 kişilik (Maiyyet-i seniyye) kıt’ası bırakılmıştı. Bu biricik taburu, Ayasofya etrâfında sipere sokup, câmi’e çan takmak veyâ müze yapmak isteyenlere ateş ediniz emrini verdi. Vatanın, düşmân çizmesi altında kalan İstanbul’dan kurtarılamıyacağını anladı. 1337 [m. 1919] ilkbahârında, güvendiği pâşaları Anadolu’ya gönderip, istiklâl harbini hâzırladı. Anadolu’da teşkilât kurmak için, bir başkumandan göndermeği karârlaştırdı. Fakat, ordu silâhdan tecrîd edildiği zamân, kumandanlar İstanbul’a çağrılmış, gelenler arasında en değerlileri Malta’ya sürülmüştü. Böylece Medîne muhâfızı Fahrî pâşa, 12. ordu kumandanı Alî İhsân pâşa ve [m. 1919] da harbiye nâzırı olan Mersinli Cemâl pâşa sürülmüşlerdi. Mondros mütârekesinin yerine getirildiğini izlemek için Anadolu’ya bir müfettiş göndereceğini söyleyerek İstanbul’daki işgâl kumandanlarını aldattı. Malta!ya sürülmiyenlerden Çanakkale harbinde ordu erkân-ı harb reîsi ve Vehîb Pâşa’nın birâderi olan Yanyalı Es’ad Pâşa’nın dâmâdı harbiye nâzırı palabıyık Ziyâ Pâşa’yı göndermek istedi. Prostat hastalığı olduğunu söyleyerek gitmedi. Kadıköy’de oturan çerkes Ferîd Pâşa’ya teklîf etti. Bu da özür diliyerek gitmedi. Çerkes Ferîd pâşa, son zamânlarında, (Hayâtımda en büyük hatâm budur. Kabûl etmediğime çok nâdim oldum) demiştir. Anadolu’ya gönderilecek kumandanın seçilmesinde çeşitli zümreler, kendi hesâblarına, halîfe üzerinde te’sîr yapmağa çalıştılar. Hele ingilizler, hem perde arkasından, hem de açıkça, hîlelere başvurdular. Vaktiyle sultân Abdülmecîd hânı aldatarak, yetişdirdikleri mason Reşîd pâşayı Sadr-ı a’zam yapdırdıkları gibi, sarâydaki câsûsları vâsıtası ile halîfeyi aldatıp, Anadolu’ya soysuz, satılmış bir adamlarının gönderilmesi için çok uğraştılar.
(Türkiye Târîhi) kitâbının yazarı Yılmaz Öztuna, h. 1411, m. 4 Hazîran 1991 târîhli Türkiye Gazetesi’ndeki tefrîkasında diyor ki, (İngilizlerin Yunanlıları İzmir’e çıkarıp, Anadolu’nun bu kısmını kana buladıkları zamân, pâdişâh, fahrî yâveri olan Mustafâ Kemâl pâşa ile sarâyında başbaşa görüştü. Pâşa, muvaffak ol duâsını alıp, teşekkür ederek, huzûr-ı hümâyûndan ayrıldı. 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkdı. 23 Temmuzda Erzurum kongresine ve 4 Eylülde Sivâs kongresine pâdişâh yâveri kordonları ile katıldı. Sakarya meydân muhârebesini Osmânlı pâşası rütbesi ile idâre etdi. 1934 de Atatürk soyadını alıncıya kadar, gâzî denildi. 1881’de, Selânik’de tevellüd ve 1938’de İstanbulda vefât etdi. Na’şı Ankara’ya nakl edildi. 1902’de piyâde teğmeni, 1905’de erkân-ı harb yüzbaşısı oldu. 1907’de kol-ağası oldu. 1908’de Selânik’den İstanbul’a gelen çetecilerin kurmay başkanı idi. 1911’de binbaşı, 1914’de yarbay, 1915’de albay, 1916’da mirlivâ [pâşa] olarak merkezi Diyâr-ı Bekr’de olan 2.ordu kumandanlığına ve 1917’de 7. ordu kumandanı olarak Filistin cephesine ta’yîn edilmiştir. 1917 sonunda, Velhi-ahd Vahîdeddîn efendi, Almanya’ya giderken, pâşayı kendine yâver yaparak, berâber götürmüştür. Avdetinde, Filistin’deki 7. ordu kumandanı oldu. 4. ordu kumandanı Mersinli Cemâl pâşa ve 8. ordu kumandanı Fevzi pâşa idi. Bu 3 ordu, mağlûb oldu, dağıldı).
Yemen kahramânı ve işgâl zamânında Kuleli askerî lisesi kumandanı olan mîralay [albay] Celâl beğ, Anadolu’ya gönderilecek pâşa hakkında şâhid olduğu târîhî bir vak’ayı bu fakîre anlatmışdır. Sultân Vahîdeddînin sadr-ı a’zamlarından İzzet, Alî Rızâ ve Sâlih pâşalar ve son sadr-ı a’zam olan Ahmed Tevfîk pâşa millî mücâdeleyi İstanbul’dan açıkça desteklediler. Pâşaların çoğu Anadolu’ya sadr-ı a’zam dâmâd Ferîd Pâşa’nın yazılı emri ile gönderildi. Bu emirlerin fotokopisi neşr edilmişdir. Bu hâl, sultânın millî mücâdeleye karşı olmadığını göstermektedir. Zâten 13,5 ay hükûmet başkanlığı yapabilmişti. Bunun zamânında, kuvây-ı milliyyeye İstanbul’dan subay, cebhâne ve çok para gönderildi. Sadr-ı a’zam Ferîd pâşa, halîfenin ablası Medîha sultânın zevci idi. 6 Ekim 1341 [m. 1923] de Nice’de 69 yaşında ölmüştür. Ferîd Pâşa’ya ve 2 devlet adamına su’i kasd tertîb edildiğini ve kirâlık 2 kâtil ile 2 yardımcısı suç üstü yakalanarak, bunlara yataklık yapan 9 kişi ile birlikde İstanbul’da askerî mahkemede muhâkeme edildiklerini 2 Hazîran 1338 [m. 1920] Çarşamba ve sonraki günlerdeki İstanbul gazeteleri uzun yazdılar. Devlet, içten dışdan yıkılmakta iken, Sultân, kuvây-ı inzibâtiyye diye hâzırladığı birlikleri de açıkça gönderip, kumandanlarına, Anadolu’daki kuvvetlere katılınız diye gizli emr verdi. İstanbul’daki işgâl ordularına sezdirmeden, kuvây-ı milliyyeyi kurdu ve kuvvetlendirdi. Bütün müslümânları cihâda da’vet etdi. Büyük âlim Abdülhakîm-i Arvâsî buyurdu ki, (Beşiktaş’da, Sinân pâşa câmi’inde va’z edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir sarây arabasından, kibâr bir beğ inip, (El melikü yakraükesselâm ve yed’ûke iletta’âm) dedi. Yanî, sultân, sana selâm ediyor ve seni iftâra çağırıyor dedi. Araba ile sarâya gitdik. İstanbul’un seçilmiş vâ’ızları, imâmları çağrılmış idi. Mükellef bir yemekten sonra, ser müsâhib geldi. Sultânın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu’da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu’daki mücâhidlere para, mal ve duâ ile yardım etmeleri, eli silâh tutanların onlara katılmaları için milleti teşvîk etmenizi ricâ ediyor dedi. Bu emr üzerine çok kimseyi Anadolu’ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum).
Îmân kuvveti ile halîfenin teşvîki ile, kadınlı erkekli bütün millet, kâfirlere karşı silâha sarıldı. Çok sayıda müslümân şehîd oldu. Allah Allah diyerek, 30 Ağustos 1340 [m. 1922] günü yunan ordusu bozguna uğratıldı. Fakat, ne yazık ki, mason, siyonizm mel’aneti işe karışdı. Mevkı’ ve para ile aldatılanlar oldu. Anadolu’da zaferi kazanan, haçlıları denize döken türkün, her zamân şâhlanan îmânını yok etmek için, halîfeyi ortadan kaldırmak, asırlardan beri düşünülüyordu. Önce, her müslümâna yapdıkları gibi, iftirâ, kötüleme kampanyası açıldı. Devlet başkanlığı elinden alındı. Hutbelerden adı kaldırıldı. En kaba, iğrenç küfürlerle, hayâtını, ırzını, nâmûsunu tehdîd eden mektûblar, hergün gönderilerek, memleketden ayrılmağa zorlandı. Nihâyet İstanbul’daki İngiliz işgâl kuvvetleri kumandanı general Harington, 17 Kasım 1922 Cum’a günü, halîfeyi Dolmabahçe sarâyından motora alarak, Malaya harb gemisine bırakdı. Bu gemi doğru Malta adasına götürdü. Böylece, müslümânlar başsız bırakılarak, hıristiyan ve mason âlemi, asırlarca bekledikleri başarıya kavuşmuş oldu. Yerine getirilen Abdülmecîd efendi meşrû’ halîfe değildi. 3 Mart 1342 [m. 1924] de hilâfete son verildi.
Sultân Reşâd ve Sultân Vahîdeddîn devirlerinde Mâbeyn Başkitâbetinde bulunmuş olan merhûm Alî Fuâd Türkgeldi’nin Sarây hâtıralarını hâvi “Görüp İşitdiklerim” adlı kitâbı, Türk Târîh Kurumu tarafından neşr edilmiştir. Bu hâtıraların büyük kısmı, Sultân Vahîdeddîn devrine âiddir. Bu meyânda Sultân Vahîdeddînin Alî Fuâd Türkgeldi’ye mahremâne bazı beyânları da mevcûddur.
[27 Kânûn-i sânî 1335 (Ocak 1919) Pazartesi günü huzûra kabûlümde, (Ecnebîler pek bî-Aman!.. cümlesi ile gece gündüz ne çektiğimi bir Allah bilir, bir ben bilirim. Bizi tazyîk ile Meclis-i Meb’usânı dağıttırdılar. Fikrlerini ihsâs değil, âdeta açıktan açığa izhâr ediyorlar. Ben meşrûtî bir hükümdâr olduğum hâlde doğrudan doğruya bana mürâcaat eyliyorlar. Meşrûtiyetden bahsedince ‘Hangi meşrûtiyet!’ diye mukâbele ediyorlar. Karşımızda mürâcaat edecek kuvvet olarak yalnız sizi tanırız ve sözlerimizi ısgâ etmezseniz (dinlemezseniz) sizi de tanımayız demek istiyorlar. İstiklâlimizi kurtarmak için bizzarûre bu hâllere tahammül ediliyor. Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum, taht-ı saltanâtın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim. Bunlardan kimseye bahs edilemiyor; millete de malûmât verilemiyor. Elbet bir gün târîh bu hakâyiki (hakîkatleri) yazar. Vâkıâ merhûm birâder de (Sultân Reşâd) dâhilî bir kuvve-i gâlibenin taht-ı tazyîkinde (baskısı altında) idi. Lâkin ben onun kat kat fevkinde olarak diritnavtlarıyla mücehhez bir kuvvet karşısında bulunuyorum. “Eğer âkilâne (akıllıca), bî-garazâne (kinsizce) ve bî tarafâne (tarafsızca) idâre-i umûr (işleri idâre) edecek bir halefim olsaydı, ömrümün devr-i âhırında (son devrinde) bu bâr-ı azîmi (büyük yükü) vallahi, billahi ve tallahi kabûl etmezdim. Taht-ı saltanât ile teneşir arasında ne kadar mesâfe olduğunu bilirim; siz de gözünüzle gördünüz, bir tarafta taht, bir tarafta da tabut duruyordu” dedi (Topkapı Sarâyında cülûs merâsimini imâen).]
Sultân Vahîdeddîn’in bu sözlerini teyîd eden bir beyânât da, Büyük Millet Meclisinin zabıtlarına geçmiştir. Bu da, Sâbık Harbiye Nâzırı Fevzi (Çakmak) Pâşa’nın, 27 Nisan 1920 târîhinde Büyük Millet Meclisinde yapdığı târîhî konuşmada derc edilmişdir. Fevzi Pâşa, İstanbulun fiilen işgâli üzerine Anadolu’ya geçmiş ve Ankara’ya vardığı gün, Büyük Millet Meclisinde Pây-ı tahtdaki durum hakkında, hitâbet kürsüsünden bir îzâhât vermiştir. Sonradan Büyük Millet Meclisi tarafından tab’ ve neşr olunan bu îzâhâtın Sultân Vahîdeddîn ile alâkalı kısmlarını, zabıtlardan buraya aktarıyoruz: “Efendiler! Gerek Pâdişâhımız Efendimiz Hazretleri, gerek bendeniz, beş yüz senelik bâkir pây-ı tahtımızın ilk def’a a’dâ (düşmanlar) tarafından işgâli fâciasını görmek bedbahtlığına uğramış felâketzedeleriz.” “Cum’a selâmlığına gitdiğim sırada, Zât-ı Şâhânenin selâmlığa çıkıp çıkmamasını İngilizlerden sormağa mecbûr olduk. Çünki efendiler! Silâhlı bir neferin dışarı çıkmasına müsâade etmiyorlardı. Hâlbuki, Zât-ı Şâhâne ve Makâm-ı Hilâfet şimdiye kadar tabiî kuvve-i cismâniye gösteren silâhlı askerler arasından, teâmül vechile câmi-i şerîfe teşrîf buyurmaları lâzım geldiğinden, biz buna şübhesiz cesâret edemedik. Böyle bir vaziyetde İngilizlerin gelip silâhları toplaması sûretiyle Makâm-ı Hilâfetin büsbütün hakâret mevkiine düşmesini istemedik. Tecvîz etmedik (câiz görmedik). Mecbûr olduk, asker göndermemeye… Askerler gidemedi, yalnız bahriyeden elli kişilik bir müfreze gitdi. Bilâhere İngilizler müsâade etdiler. Sırf mâiyet-i seniyede bulunan biraz asker geldi. Onlar arasından Zât-ı Şâhâne kemâl-i me’yûsiyetle geçerek câmi’-i şerîfe teşrîf buyurdular.
Fâzıl Pâşa (Yozgat) –Hangi câmi’e Pâşam? Fevzi Pâşa, (devâmla)– Yıldız’da Hamîdiye Câmi’ine efendim! Namâzdan evvel bendenizi kabûl etdiler. Fevkalâde müteheyyiç (heyecânlı) bulunuyorlardı. Buyurdular ki, ‘Ben, bugün böyle azâb-ı elîm içinde, câmi’e gelmek istemiyordum, fakat bir vazîfe-i dîniyedir. Vazîfe-i dîniyeyi geri bırakmayı münâsib görmedim. Cenâb-ı Hakka 50 senelik mesâvînin (kötülüklerin) gerek benim ve gerekse sizin kabînenin üzerimize yıkıldığını görmekle fevkalâde dilhûnum (içi kan ağlayanım). Enkâzın altında ezildik” diyerek teessüf buyurdular. Ayağa kalkdılar. Birkaç defa kemâl-i hüzn ile bendenize hitâb etdiler. Tesellî verecek hiç bir şey yoktu. Birkaç defa İngilizler diritnavtlarının toplarını çevirmişler, güyâ uzakdan atılmazmış gibi, diritnavtların bir kısmını Köprüye kadar sokarak her tehdîdâtı yapmakda kusûr etmemişlerdi. Oradan çekildik. Her gün yeni tevkîfât ve tehdîdâta mâruz kalıyorduk. Zât-ı Şâhâne, ertesi selâmlıkda bendenizi tekrâr kabûl ile buyurdular ki, “Aman Anadolu ile irtibâtı te’mîn ediniz.” Bendeniz dedim ki, “İrtibât müheyyâdır (hâzırdır). Ancak İngilizler mâni’ oluyorlar. Her bir telgrafımızı kontrola tâbi’ bulunduruyorlar. Şübhesiz, biz her bir sühûleti (kolaylığı) gösteriyoruz. Ancak İngilizler tarafından dûçâr olduğumuz müşkilât bizi büyük bir tazyîk içinde bulunduruyor.”
Bu ma’rûzâtım üzerine, “Aman, zinhâr siz çekilmeyiniz. Ve Anadolu ile irtibât te’sîs ediniz” buyurdular. Bendeniz bu fermân üzerine yâverimi göndermek husûsuna teşebbüs etdiğim gibi, kabîne de, bazı zevâtın gönderilmesine teşebbüs etdi. İngilizler muvâfakat etdiler. Îcâb eden zevâtın gönderildiğini ve bir taraftan da, bazı kolordularla irtibâtımızı arz ettiğim vakit fevkalâde memnûn oldular.”
Sultân Vahîdeddînin, Mütâreke gayyâsında dûçâr olduğu zarûretleri ve çâresizliği gösteren dahâ bir çok vesîka bulmak mümkündür. Tahta çıktığı zamân, çoktan gaybedilmiş olan bir harbin netîcesi olarak, milletin uğradığı felâketler karşısında, neler düşündüğü ve neler hissetdiği de yine Alî Fuâd Türkgeldi’nin hikâye ettiği bir hâdiseden anlaşılabilir. 1919 senesi Ramezânında bir sabâh Yıldız Serâyında yangın çıkar. Kısa zamânda büyüyen alevler, Sultânın geceleri kaldığı dâireyi de sarar. O geceyi tesâdüfen Cihânnümâ Köşkünde geçirmiş olan Sultân Vahîdeddîn, yangını haber alınca, gecelik entârisi üzerine pardesüsünü giyerek dışarı çıkar. Köşkün önünde, hiç bir telâş eseri göstermeksizin yangını seyrederken, müstahdemden birinin teessürden ağlamaya başlaması üzerine, canı sıkılarak; –Benim milletimin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum; kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var? der.
Sual: Dinî açıdan son halife Sultan Vahideddin mi, yoksa Abdulmecid Efendi midir?
Cevap: Halife devlet reisi demek olduğundan ve Abdülmecid Efendi’nin elinde idare etme ehliyeti bulunmadığından dinen son halife Sultan Vahideddin’dir.
Sual: Sultan Vahideddin’in Taksim Câmiini ve daha nice câmileri sattığı yazıyor. Doğru mudur?
Cevap: Bu iddialar, o zamanki gazetelerde yer almıştır. İşgal sırasında müttefikler İstanbul’da diledikleri yerleri işgal ettiler. Taksim Kışlası da bunlardan biri idi. Fransızlar burayı işgal edip, Taksim Câmii’ni de tabiatıyla câmi olmaktan çıkardılar. Bu işgaller, umumiyetle güya satın alma şeklinde lanse ediliyordu. Hükümdara ait sarayların bile el konulduğu işgal altındaki bir şehirde, hükümetin farklı davranması beklenemez. Üstelik bu satışların gerçekleştiğine dair gazete yazısından başka resmî vesika da yoktur. Lehdarı (istifade eden kimse) kalmayan vakıf eseri, en yakın başka bir vakıf eserine tahsis edilir. Bu, bir şer’î hukuk kaidesidir. Bu vakıf câmi ise, yani cemaati kalmayan câmi, yaptıranın veya vârislerinin mülkiyetine döner. Taksim Câmii’ni yaptıran Sultan Abdülmecid olduğuna göre, Sultan Vahideddin, oğlu olmak itibariyle zaten bu padişahın vârisidir. Câmi, hazine malıyla yapılmışsa; hazineye döner ki buna da tasarruf salahiyeti yine padişahtadır. Vatanı işgalcilerden kurtardığı iddiasındaki Tek Parti’nin iktidarında, bir işgal bahis mevzuu olmadığı halde, ecnebi işgalcilerden daha hoyrat davranılarak pek çok câmi, câmi olmaktan çıkarılıp, satılmış; vakıf eserlerinin ve gelirlerinin çoğuna el konulmuştur. Bunu nasıl izah etmek lâzım?
Sual: Yavuz Sultan Selim ve Sultan Vahîdeddin niçin sakal bırakmadı?
Cevap: Babası Sultan Bayezid’in mülayim bir padişah olduğu malumdur. Yerine şiddetiyle tanınmış oğlu Sultan Selim geçince, güya vezirler aralarında ne yapacaklarını müzakere etmişler; sonra da “Babası gibi, onun da sakalını elimize alırız!” demişler. Bunu haber alan Sultan Selim sakal bırakmamış. Benzeri bir hâdise mülayim padişah Sultan Reşad’ın yerine geçen Sultan Vahideddin için de anlatılır. Mamafih vefatına yakın bir minyatürde Sultan Selim sakallı olarak gözükmektedir. Pala bıyık, fıkıh kitaplarında gâzilerin alâmeti olarak meşru görülür. Sultan Vahideddin de vefatına yakın sakal bırakmıştır.
Sual: Sultan Abdülhamid ve Sultan Vahideddin kravat takmış mıdır?
Cevap: Evet. O devirde İstanbulin denilen yakalı ceket giyilmemişse, yüksek tabaka mutlaka kravat takardı.
Sual: Ankara’nın İstanbul mümessili Refet Bele’nin Sultan Vahideddin’e “saltanatçılar ile cumhuriyetçiler birbirine girdi; siz bir iki aylığına bir yerlere gitseniz” dediği ve padişahın bu istikamette memleketi terkettiği doğru mudur?
Cevap: Padişahı üstü kapalı tehdid etti. Padişah bir dahilî harbe sebebiyet vermeyi ve hanedanın zarar görmesini istemedi.
Sual: Sultan Vahideddin istese saray hazineleriyle kuvvetli bir ordu donatabilir miydi?
Cevap: Yapamazdı. Çünkü Topkapı Sarayı, Ankara Kuvvetleri tarafından abluka altına alınmıştı. Daha öncesinde ise İşgal altındaki İstanbul’da saray hazineleri ile hangi orduyu kurabileceğini düşünmek lazımdır. Ancak yanında giderken maişetini temin edebilmek maksadıyla bir mikdar kıymetli eşya götürebilirdi; bunu yapmamıştır.
Sual: Bir yerde “1 Kasım 1922 de saltanat kaldırıldı. Saltanattan ayrı ve icraî salahiyeti bulunmayan tamamen sembolik bir halifelik tesis edildi” deniliyor. Başka bir yerde, “Sultan Vahîdeddin hâin değildi. Padişahın îcrai salahiyeti yoktu” deniliyor. Bu iki sözün arasını nasıl telif edebilirsiniz?
Cevap: Devleti, hükümet idare eder, kararlar alır, anlaşma yapar; ancak aldığı kararlar, anlaşmalar padişah imzalamadıkça yürürlüğe girmez. Yani hükümet, padişahın istemediği hiçbir şey yapamaz; ama padişah da her istediğini yapamaz. Abdülmecid Efendi’nin ise hiçbir salâhiyeti yoktu. Halbuki halife, aynı zamanda devlet reisidir. Aradaki farkı anlamalıdır. Mondros Mütarekesi, bir silah bırakıştır. Sevr Muahedesi ise milletlerarası bir anlaşmadır. Milletlerarası anlaşmaların prosedürü vardır. Hükümet delege seçer, gönderir. Delege, paraf eder, bundan sonra imzalar. Ondan sonra hükümet kabul eder. Ondan sonra parlamento tasdik eder. Ondan sonra devlet reisi tasdik ederse meriyete (yürürlüğe) girer.
Sual: Nutuk’ta Sutan Vahideddin için çok ağır ifadeler kullanıldığı halde, ölüm haberi geldiğinde “Namuslu adamdı, isteseydi giderken Topkapı Sarayı’nı götürürdü” sözünün doğruluk payı nedir?
Cevap: Bu, rivayetler silsilesiyle gelen şüpheli bir sözdür. Doğru bile olsa, o andaki psikolojinin tesiri ile şuur altının boşalması olarak değerlendirilebilir. Nutuk’tan evvel zamanın padişahı hakkında çok övücü ifadeler de kullanmıştır. Padişahı çok iyi tanıdığı şüphesizdir. Zamanın şartları icabı kullanılmış sözlerdir.
Sual: Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderen Sultan Vahideddin ise, Kuva-yi İnzibatiye niçin kuruldu?
Cevap: Padişah Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya mahalli mukavemet hareketlerini tek elde toplayıp, sulh müzakerelerinde Osmanlıların elini güçlendirmeye yardımcı olması için yolladı. Paralel bir hükümet kurmak için değil. Bu yoldaki hareketlerinden rahatsız oldu. Bu arada İngilizler de ikili oynayıp, İstanbul ve Ankara hükümetini birbirine karşı kışkırttı. Kuva-yı İnzibatiye (Hilafet Ordusu) İngilizlerin baskısıyla kurulmuş ümitsiz bir harekettir. Bu birlikler Ankara hareketine iltihak ettiler.
Sual: Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal’in Sultan Abdülhamîd Hân’ı tahtından indiren hareket ordusunun kumandanlarından olduğunu bildiği halde onu niçin en yakınına almıştır?
Cevap: Padişahı, sonradan İttihatçı olmadığına ikna etmiştir. Etrafta ittihatçı olmayan subay neredeyse hiç kalmadığı için padişah da kendisine inanmış ve ondan istifade etmeyi düşünmüştür.
Sual: Bir tarihçi Sultan Vahideddin hakkında yazdığı kitapta, “İyi bir İslam hukukçusu ve bir halife olarak İngiltere gibi İslam düşmanı bir devlete sığınmasının caiz olmadığını hatırlaması, canı pahasına da olsa İstanbul’dan ayrılmaması gerekmekteydi” diyor. Ne dersiniz?
Cevap: Denize düşen yılana sarılır. Onu memleketi terke zorlayanların Müslümanlıkla alakası var mıydı? Sığındı mı, kaçırıldı mı, orası da ayrı bir meseledir. Bahsettiğiniz kişi, İslâm hukukundan bihaber olduğu halde, nasıl fetva verebilmiş, üstelik padişahın tercihini beğenmiyor, hayret. Ama şaşılmaz. Sultan Hamid hakkında da bu gibi iddiaları vardır.
Sual: Mekke Şerifi Hüseyin’in halife sıfatını ele geçirmek için Sultan Vahideddin’i Mekke’ye davet ettiği; Sultan Vahideddin’in bunu anlayınca Mekke’de fazla kalmadan ayrıldığı doğru mudur?
Cevap: Şerif Hüseyin’in davetinin insani olduğunu düşünüyorum. Belki varlığı kendi siyasi mevkiini güçlendirir diye düşünmüştür. Sultan Vahideddin ise, dostu olduğu iddia edilen İngilizler, istediği hiçbir yerde ikametine müsaade etmediği için, bu mukaddes topraklarda yaşamayı arzu etmiş olabilir. Ayrılma sebebi İngilizlerin tazyiki ve beldenin iklimine uyamayıp hastalanmasıdır. Müzmin kalp hastası idi.
Sual: Sultan Vahideddin, Rauf Bey’i Mondros Mütarekesi’ni imzaladı diye suçlamakla haklı mı?
Cevap: Rauf Bey, işgal olmayacak diye sözlü teminat aldı. Padişah bundan dolayı kendisini kabul etmedi. Bence bunda bir kasıt vardı. Anadolu işgal edilecek; İttihatçıların bakiyesi olanlar kurtarıcı rolüne soyunacaktı.
Sual: Sultan Vahideddin meclisi feshetmek yerine bir taktik yahut mazeret uydurarak meclisi tatil etmeyi neden düşünmemiştir?
Cevap: Meclis azalarının çoğu İttihatçıydı. Halk ve İstanbul’u işgal eden müttefikler bunları istemiyordu. İttihatçılardan nefret eden bir hükümdarın bunlarla çalışmak istememesi de gayet tabiidir.
Sual: Sultan Vahideddin’in, Mustafa Kemal’in şahsiyeti ve Anadolu’ya bütün salahiyetleri ile beraber gönderilmemesi hususunda etrafındaki hiç kimseye kulak asmadığı doğru mudur?
Cevap: Biliyordu, fakat mecburdu. Çünkü müttefikler onu istedi. Fevkalade salahiyetleri veren o değil, hükümettir. Bunları Mustafa Kemal paşa bizzat istemiştir.
Sual: Sultan Vahideddin Anadolu’ya niçin geçmedi?
Cevap: Bir kere hükümdar başşehirde oturur; taşraya niçin geçsin? Anadolu hareketi esas itibariyle kendisine karşı bir hareketti. Bir ara bunu düşündü ise de, İstanbul’u kaybetmek endişesi mani oldu.
Sual: Sultan Vahideddin, tahtını korumak için Ankara’daki Ali Şükrü Bey’in başı çektiği muhalefet ile temasa geçebilir miydi?
Cevap: Padişahlara göre bir teşebbüs değildir. Kaldı ki meclisteki muhalefet, ezcümle Ali Şükrü Bey ve grubu da padişaha muhalif idi. nitekim meclisteki ilk konuşmasında padişahı meşru tanımadığını söylemiştir.
Sual: Osmanlı padişahları tahta geçerken hangi adı kullanacaklarını kendileri mi seçiyordu? Mesela niye I.Vahidüddin değil de VI.Mehmed?
Cevap: Kendi tercihleridir. Sultan Reşad ve Sultan Vahidüddin, tahta çıktıklarında, an’aneye uysun diye Mehmed ismini tercih etmişlerdir.
Sual: Sultan Vahideddin’e dair bir videoda bir ecnebi zabit ile görünüyor. Bazıları bu zabitin İngiliz zabiti olduğunu ve padişahın kendisine şehrin anahtarını verdiğini söylüyor. Ne dersiniz?
Cevap: Pathe şirketine ait bu videoda, padişah ile görünen ecnebi zabit Amerikalı Binbaşı Davis S. Arnold’dur. Amerikan Yardım Komitesi (American Committe of Relief) müdür yardımcısı olarak Osmanlı ülkesine gelmiştir. Ermeni meselesini tahkik ve tedkik etmekle vazifeliydi. Bu vesileyle bütün Anadolu’yu dolaştı. Ebeveyni ölen/öldürülen Ermeni yetimleri toplayıp, bazısını Amerika’ya götürdü. Arnold, Mayıs 1919’da İstanbul’a geldi. 18 Temmuz 1919’da Padişah tarafından kabul edildi. Müttefiklerden padişahın ilk kabul ettiği kişi budur. Bunu Alemdar gazetesi (19 Temmuz 1335) haber yaptı. Reuter ve Havass ajansı da 21 Temmuz 1919’da haber geçti. Buna göre: Amerikan Yardım heyetleri başkanı Binbaşı Arnold’ı kabul lûtfunda bulunan zat-ı şahane, ziyareti müteakip, hissiyatını şu şekilde izhar etmişlerdir: “Siyasi menfaatlerden uzak kalarak, hayır işleriyle uğraşan Amerika’ya ve Amerikan milletine teveccüh-i şahanemiz mevcuttur.” Ocak 1920’de kendisine madalya verildi. Buna dair vesikayı Osmanlı devlet arşivinde bulmak mümkündür (İ..DUİT.71.12; İ..DUİT.71.82).
Sual: Bazıları Sultan Vahideddin’i, Sakarya Meydan Muharabesi esnasında genç bir kızla 5. evliliğini yaptığı için tenkit ediyor. Ne dersiniz?
Cevap: Padişahın evvelki evlilikleri fillen veya resmen sona ermişti. Evlendiği kız, fevkalade yüksek meziyetlere sahip saraylı bir hanımdı. Düğün dernek de yapılmış değildir. Evlenmek sefahat değildir; iman alametidir. Padişah evlenirken, Ankara’dakiler acaba nasıl yaşıyorlardı? Evlenmiyorlar mıydı? Eğlenmiyorlar mıydı? Üstelik Anadolu’da olup bitenler, Padişah’ın tasvip ettiği şekilde cereyan ediyor değildi ki, bunu hayatını tanzim ederken nazara alsın.
Sual: Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal’in hareket ordusu kumandanı olduğunu bildiği halde onu niçin en yakınına almıştır?
Cevap: Padişahı, sonradan İttihatçı olmadığına ikna etmiştir. Etrafta böyle olmayan çok az subay olduğu için padişah da kendisine inanmış ve ondan istifade etmeyi düşünmüştür.
Sual: Sultan Vahideddin meclisi feshetmek yerine bir taktik yahut mazeret uydurarak meclisi tatil etmeyi neden düşünmemiştir?
Cevap: Meclis azalarının çoğu İttihatçıydı. Halk ve İstanbul’u işgal eden müttefikler bunları istemiyordu. İttihatçılardan nefret eden bir hükümdarın bunlarla çalışmak istememesi de gayet tabiidir.
Sual: Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal’in şahsiyeti ve Anadolu’ya bütün salahiyetleri ile beraber gönderilmemesi hususunda etrafındaki hiç kimseye kulak asmadığı doğru mudur?
Cevap: Biliyordu, fakat mecburdu. Çünkü müttefikler onu istedi. Fevkalade salahiyetleri veren o değil, hükümettir. Bunları Mustafa Kemal paşa bizzat istemiştir.
Sual: Sakarya Meydan muharebesi devam ederken, Sultan Vahideddin’in düğün yaptığı iddiası hakkında neler diyebilirsiniz?
Cevap: Sultan Vahideddin, 1921 senesinde Nimet Nevzat Hanım ile evlendi. Düğün olmadı; sadece nikâh oldu. Padişah, bundan evvelki üç hanımından ayrılmış, birini ise boşamıştı. Yani anlatıldığı gibi beşinci kadın olarak almış değildir. Nimet Hanım, çok kültürlü ve dindar bir hanım olduğu için padişah kendisiyle evlenmiş; ölene kadar da yanından ayrılmamıştır. Evlilikte kadının genç, erkeğin ondan büyük olması o zaman yadırganan bir husus değildi. Bu gayet tabii bir şeydir. Evlenmek günah ve suç olmadığına göre, bunu ne maksatla dillerine doladıklarını anlamak zordur. O esnada herhalde Ankara’dakiler de perhiz yapmıyordu. Kaldı ki, padişah, Sakarya Muharebesi’ni meşru muharebe olarak görmüyordu. Ankara hareketi, İstanbul hükümeti cihetiyle, iktidarı ele almak isteyen bir grubun faaliyeti sayılıyordu.
Sual: Sultan Vahideddin Han’ın ben kısas dışında idam cezasına karşıyım demesi şeriata muhalif değil midir?
Cevap: Bir kere Sultan Vahideddin gibi halife-i müslimîn ve fıkıh âlimi bir zât için böyle bir şey tasavvur olunamaz. Sözü, elhak doğrudur. Şer’î hukukta, veli talep ederse kısas yapılır. Bunun dışında; recm, kat-ı tarikin idamı ve mürtedin katli ise çok istisnaidir.
Sual: Sultan Vahideddin muktedir bir hükümdar mıydı?
Cevap: Sultan Vahideddin o zamanın şartlarında hukukî cihetten muktedir idi. memleketin bazı kısımlarının iç ve dış güçlerce işgal altında bulunması buna halel getirmez. Bu sebeple meşru halifedir.
Sual: Sultan Vahideddin’in sürgün edildikten sonra Amerika reisicumhuruna mektup yazıp yardım talebinde bulunduğu doğru mudur?
Cevap: Evet. Sultan Vahîdeddin, sürgün edildiği San Remo’da 15 Nisan 1924’te saltanat ve hilafetin kaldırılmasının gayrı meşruluğuna dikkat çekmek üzere Amerika’nın reisicumhuru Coolidge’e mektup yazmış; ama sadra şifa olmamıştır.
Sual: Sultan Vahideddin, eline 2 kere Sabiha Sultan ile izdivaç konusunda ve 1 kere de Anadolu’ya gönderme konusunda menfi raporlar gelmesine rağmen yine de Anadolu’ya protesto hareketlerini organize etmesi için vazifelendirmesini nasıl anlamak lazım?
Cevap: Bunu sadece basiretin bağlanması ile izah etmek mümkün değildir. İngilizlerin tercihi bunda rol oynamıştır. O zaman İttihatçılarla ters düştüğü için sicili temiz görünüyordu. Münferid sulh için uğraşmış ve mütareke devrinde İngilizler hakkında müspet fikirler beyan etmesi bunda âmil olmuştur. O zaman bu evsafa sahip yüksek rütbeli başka subay yoktur. Belki de kendisinin söylediği gibi, iktidara dair ihtiraslarına mani olmak maksadıyla payitahttan uzaklaştırılmıştır.
Sual: Sultan Vahideddin, Mebusan Meclisi’ni kapatmasa saltanat yine de kaldırılır mıydı?
Cevap: O meclis, harbi kaybedip memleketi felakete sürükleyenlerin, İttihatçıların meclisi olup, feshi zaruri idi. Sonradan yapılan seçimde de Ankara’nın desteklediği namzetler, yani yine İttihatçılar meclise hâkim oldu. Bunlar ile saltanatı kaldıranlar aynı kişilerdir.
Sual: Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal Paşa’ya Anadolu’ya giderken “Paşa paşa devleti kurtarabilirsin” sözünü ne maksatla söyledi?
Cevap: Anadolu’da teşkilatlanarak iktidarı tekrar ele almaya çalışan İttihatçılardan memleketi kurtarabilirsin.
Sual: Sultan Vahideddin’in son zevcesi Nimet Nevzat Hanımın hatıraları diye piyasada dolanan kitabın sıhhati nedir?
Cevap: Bu hatıralar, sansasyon maksadıyla gazeteci Feridun Kantemir’in düzmesidir. Sağdan soldan duyduğu dedikoduları, tahrif ve mübalağa ederek Nevzat Hanım’ın ağzından gazetede neşretmiştir. Zaten kitapta yazılanların çoğu tarihi hakikatlerle kabil-i telif değildir. Bu sebeple Nevzat Hanım aile içinde çok müşkil vaziyette kalmış ve içine kapanmıştır. Nevzat Hanım hatırat yazmadığı gibi, hiç kimseye mülakat, hatta fotoğraf bile vermemiştir.
Sual: Sultan Vahideddin ve Sadrazam Ferid Paşa’nın İngilizlerle birkaç kez antlaşma teşebbüsünde bulunduğu söyleniyor; bu doğru mudur?
Cevap: Sultan Vahideddin Han, silahlı mücadele olmadan ve milli haysiyeti zedelemeden İngilizlerle müsait bir sulh yaparak Osmanlı Devleti’ni devam ettirmeyi umuyordu. Bunun için her türlü teşebbüsü denedi; Anadolu’daki mahalli mukavemet hareketlerini tek elde toplayıp, İngilizlerle yapılacak olan sulh müzakerelerinde elini güçlendirmek istedi. Fakat muvaffak olamadı. İşler planladığı gibi gitmedi. Hilafet-i İslâmiyye ve Saltanat-ı Osmaniyye’nin düşmandan kurtarılmasından başka gayelerinin olmadığını söyleyerek bütün milletin desteğini alan Ankara hareketi, artık Padişah’tan bağımsız, yeni, müstakil, avrupaî bir devlet kurmak istiyordu. Osmanlı Devleti’nin ve Halifeliğin devamını kendi menfaatlerine uygun görmeyen İngilizler, bu yeni kurulacak devlete sıcak baktılar.
Sual: Sultan Vahideddin Han’ın fıkıh ilminde de ihtisas sahibi olduğu ve meşhur fıkıh kitabı Nimet-i İslâm’ın onun eseri olduğu doğru mudur?
Cevap: Sultan Vahideddin Han’ın fıkıh ihtisasıyla alakalı pek çok rivayetler bulunmaktadır. Onun Mabeyn katibi Ali Fuad Türkgeldi “Görüp İşittiklerim” adlı hatıralarında, bu husustaki bilgileri aktarmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri de onun bir fıkıh âlimi olduğunu belirtmiştir. Yine son şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi, muhtelif fıkhî meseleleri onunla mütalaa ettiğini ve karşısında ter döktüğünü söyler.
Nitekim kızı Sabiha Sultan hatıralarında “Babam kendi arzu ve hevesiyle, ilmin her noktasına imkân derecesinde çalışmış, hatta Fatih Medresesinde gizli olarak ilm-i kelam, fıkıh, tefsir-i Kur’ân ve hadîs-i nebeviyi bilhassa tahsil etmiştir…”demektedir.
Nimet-i İslâm kitabını, gençliğinde Fatih Medreselerindeki derslere devam eden Sultan Vahideddin Han’ın hazırladığı rivayet olunur. Fakat bulunduğu siyasi statü sebebiyle kendi ismi ile değil, hocası Mehmed Zihnî Efendi’nin ismiyle basılmıştır.
Aynı zamanda Nakşî-Halidî koluna bağlı bir sufî olan padişah, Gümüşhanevî tekkesine intisaplıdır. Ömer Ziyaüddin Dağıstanî hazretlerinin sohbetlerinde bulunmuştur.
Sultan Abdülhamîd Hân’a Dâir Sual Cevapları Okumak İçin Tıklayınız.