Bu mektup, Cemaleddin Hüseyin Külabi’ye yazılmıştır. Mübtedî ile müntehînin cezbeleri arasındaki farkı bildirmektedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçtiği, beğendiği kimselere “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” selam olsun! Cezbe, yani çekilmek, ancak bir üst makâma olur. Daha üst makâmlara çekilmez. Şuhûd da böyledir. Bir makâm görülebilir. O hâlde, kalp makâmında bulunup sülûk yapmadan, cezb edilenler, ancak kalbin üstündeki ruh makâmına çekilirler. Allahü teâlâya cezb edilmek için, nihâyette bulunmak lâzımdır. Yani bulunduğu mertebenin üstünde başka makâm olmamalıdır. Başlangıçta olan cezbede, bir üst makâm, yani ruh [İnsanın kendi ruhu] müşahede edilir. Allahü teâlâ, ruhları, kendi sûretinde yarattığı için, ruhu görünce, Hak teâlâyı görmek sanmışlardır. Ruhun, bu madde âlemi ile bir münasebeti, bağlılığı olduğu için, ruhu görünce, mahlukat aynasında, Hak teâlâ görülüyor demişlerdir. Böylece, bâzıları, maiyet [beraberlik] var sanmıştır.
Sülûkün sonuna varmadıkça ve orada (Fenâ-i mutlak) hâsıl olmadıkça, Hakkın şühudü mümkün değildir. [(Mutlak); kayıtsız, şartsız, yani her bakımdan demektir.] Fârisî beyt tercümesi:
Bir kimseye, nasip olmazsa Fenâ,
bulamaz yol, o makâma asla!
Hakkın şühudünde, bu âlemin hiç münasebeti yoktur. Şuhûd-i ruh ile şuhûd-i Hak arasındaki fark şudur ki bu âlem ile herhangi bir bakımdan münasebeti bulunursa, (Şuhûd-i Hak) değildir. Eğer hiç münasebeti yok ise, (Şuhûd-i ilâhî) dir. Başka kelime bulunamadığı için, şuhûd denilmiştir. Yoksa, bu görmek değildir. Anlaşılamayan, anlatılamayan bir haldir. Biçun için olan şeyler, bilinen diller ve kelimelerle anlatılamaz. Vesselâm!