Bu mektup, yine, hep iyi düşünen, sâdık olan Muhammed Sıddîk’a yazılmıştır. Evliyâlık mertebelerini bildirmektedir:
Velâyet,yani evliyâlık, Fenâya ve Bekâya kavuşmak demektir. [Fenâ, kalpte, mahlukların düşünülmesi, sevgisi kalmamasıdır. Bekâ, kalpte yalnız Allah sevgisi bulunmasıdır.] Bu da, herkes için olur veya belli kimseler için olur. Herkes için olan (Mutlak velâyet) dir. Belli kimselere mahsus olan ise, (Velâyet-i Muhammediye) dir “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıye”. Buradaki Fenâ tamdır. Bekası da ekmeldir. Bu büyük nimete kavuşmakla şereflenen kimsenin derisi ibâdet için yumuşar. Göğsü İslamiyet için genişler. Nefsi, itminân hâsıl ederek Mevlasından râzı olur. Mevlası da, ondan râzı olur. Kalbini sâhibine teslim eder. Ruhu kurtularak, hakiki sıfatları [Allahü teâlânın sıfat-ı hakikıyesini] keşif eder. Sırrı, o makâmda, şuûn ve itibarları müşahede eder ve bu makâmda, şimşek gibi çakıp hemen kaybolan (Tecellîyât-i zâtiye) lere kavuşmakla şereflenir.
Hafi denilen latîfesi, tenezzüh, tekaddüs ve kibriyanın kemâli karşısında şaşkına döner. Ahfası, anlaşılamayan ve anlatılamayan bir vuslata kavuşur. Arabî Mısra tercümesi:
Nimete kavuşanlara âfiyet olsun!
Bundan anlaşılıyor ki (Velâyet-i hassa-i Muhammediye) “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıye”, başka velâyetlerin mertebelerine benzemez. Yükselirken de ve inerken de onlardan başkadır. Yükselirken başkadır dedik. Çünkü, Ahfâ denilen latîfenin Fenâsı ve Bekası yalnız bu Velâyet-i hassada olur. Başka velâyetlerdeki uruc, yalnız hafiye kadardır. Fakat çokları, ruh makâmına kadar veya sır makâmına kadar, birkaçı da hafiye kadar yükselir. Herkes için olabilen (Velâyet-i amme) derecelerinin en sonu, hafi makâmıdır. İnişteki başkalığa gelince, (Velâyet-i hassa-i Muhammediye) ile şereflenen Evliyânın, maddeden olan cesetleri de, bu velâyetin derecelerinin kemâllerinden pay alır. Çünkü, bunların Peygamberi “sallallâhü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” miraç gecesi Allahü teâlânın dilediği makâma kadar, mübarek cesedi ile götürüldü. Cennet ve Cehennem kendisine gösterildi. Kendisine gizli şeyler söylendi. O makâmda Allahü teâlâyı baş gözü ile görmekle şereflendi. Miracların böylesi, bu yüce Peygambere “aleyhissalatü vesselâm” mahsustur. Ona tam uyan, izinde giden Veliler de, bu hususi mertebeden serpilen kırıntılara kavuşurlar. Arabî Mısra tercümesi:
Kerimlerin sofrasından toprağa da pay düşer.
Böyle olmakla beraber, Allahü teâlâyı dünyada görmek, yalnız Muhammed aleyhisselâma mahsustur. Onun ayakları altında bulunan Evliyâya “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hâsıl olan hâl, görmek değildir. İkisi arasındaki başkalık, bir şeyin kendi ile resmi veya kendisi ile gölgesi gibidir. Bunların birbirinden başka olduğu meydandadır.