Bu mektup, mirza Hüsameddin Ahmed’e “rahmetullâhi aleyh” yazılmış olup Evliyânın kerâmetini bildirmektedir:
Her şeyi yoktan var edip, her ân varlıkta durduran, canlıları besleyen, büyüten Allahü teâlâya hamd ederim. Onun Peygamberlerine ve bunların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve ona yakın olanlara, salât ve selâm eylerim!
Dağlar, tepeler, dostlarla aramızda perde olduğundan, görünüşteki uzaklık, buluşmayı, konuşmayı, Anka kuşu gibi, ele geçmez bir şekle sokmuştur. Ara sıra yeni bilgileri yazıp, sevdiklerime yollamayı, acizane düşündüm. Bunun için tektük gönderdiğim bilgilerden, usanmıyacağınızı ümit ederim.
Kıymetli efendim! Bugünlerde, her ağızda, Evliyânın “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” kerâmeti dolaşmakta, câhil halk, harika, kerâmet aramakta olduğundan, bu yolda, birkaç şey yazmayı uygun gördüm. Lütfen dikkatli okuyunuz! Velâyet yani Evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demektir. Bu dereceye yetişenlerde, harikalar, keşifler görülür. Fakat, harikaların çok olması, velâyetin tamamlığını ve olgunluğunu bildirmez. Harikaları daha az olduğu hâlde, velâyeti daha kâmil olanlar, çok görülmüştür. Harikaların çok olmasının sebebi ikidir:
1- Uruc ederken, pek çok yükselmek.
2- Nüzul ederken pek az inmek.
Hatta, harikaların çok görünmesinin başlıca sebebi, ikincisidir. Yani yukarı makâmdan aşağıya inmenin az olmasıdır. Çünkü, aşağı dereceye inen Velî, sebepler alemine inmiş olur. Her hadisenin bir sebeple hâsıl olduğunu bilir. Sebepleri yaratanın “celle celâlüh”, eşyayı sebeplerle hareket ettirdiğini görür. Halbuki aşağı dereceye geri dönmeyen veya az inip, sebepler derecesine düşmeyen Evliyâ, yalnız sebeplerin sâhibini, sebeplere kuvvet ve tesir vereni görüp, sebepleri göremez. Allahü teâlâ, herkese lâyık olanı, umduğunu verdiğinden, bu iki Velîye başka türlü ihsanda bulunur. Sebepleri görenin işlerini, arzularını, sebep ile yaratır. Sebepleri görmeyene ise, sebepsiz verir. Nitekim hadis-i kudside, (Kullarım beni zannettikleri gibi bulur) buyurulmaktadır. Bu ümmette, çok Evliyâ gelip geçmiştir. Bunların içinde Muhyiddin Seyyid Abdülkâdir-i Geylânîden “kuddise sirruh” hâsıl olan harikalar kadar, hiçbirinden hâsıl olduğu işitilmemiştir. Bunun sebebi, uzun zamandan beri, zihnimi kurcalıyordu. Bir türlü anlayamıyordum. Sonra, Hak sübhânehü ve teâlâ bu bilmeceyi açıkladı. Anlaşıldı ki o büyük Velî “kuddise sirruh”, Evliyânın hepsinden daha yukarı çıkmış, inişte, Ruh makâmına kadar tenezzül etmiştir. Ruh derecesi ise, sebeplerin bulunduğu âlemin üstündedir. Hasan-ı Basrî ile Habîb-i Aceminin “kuddise sirruhüma” hâlini burada bildirmek uygun olur. Şöyle ki bir gün, Hasan-ı Basrî, Dicle kenarında gemi bekleyordu. Habîb-i Acemi çıkageldi ve (Ne bekleyorsun?) dedi. (Gemiye bineceğim, onu bekleyorum) deyince, Habîb, (Gemiye ne hâcet, sen, yakîn mertebesine varmamışsın!) dedi. Hasan-ı Basrî ise, (Sen de ilim-ül-yakîn derecesine ermemişsin) dedi. Habîb, gemiyi beklemeyip, su üzerinden yürüyüp karşıya geçti. Hasan ise, gemiyi beklemekte kaldı. Çünkü, sebepler alemine kadar inmiş olduğundan, onun işlerini, sebepler tesiri ile yapıyorlardı. Habîb-i Acemi ise, işlerin yaratılmasında, sebepleri görmediğinden, onun isteklerini sebepsiz olarak ihsan ediyorlardı. Hasanın derecesi, Habîbin derecesinden daha yüksektir. Çünkü, (İlim makâmı) ndadır. Yani, ayn-ül-yakini, ilim-ül yakîn ile birleştirmiştir. Hadiselerin husule gelmesini, olduğu gibi, doğru görmektedir. Allahü teâlâ, kudretini, hikmet altında gizlemekte, her şeyi sebepler tesiri ile yapmaktadır. Habîbe gelince, O, aşk-ı ilâhînin sarhoşudur. Sebepleri göremeyip, asıl yapana bakmaktadır ki bu görüşü yanlıştır. Çünkü, arada sebepler vardır.
Talipleri irşad etmek vazifesi, harikalar göstermenin aksinedir. Çünkü Rehber, ne kadar çok inmiş olursa, irşadı o kadar kuvvetli olur. İrşad edebilmek için, talip ile rehberin birbirine yakın olması lâzımdır. Bu da, Rehberin aşağı dereceye yani taliplerin derecesine inmiş olması ile olur. Bir Velî, ne kadar çok yükselirse, inişi o kadar çok aşağı olur. Bunun içindir ki Peygamberlerin son geleni “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”, hepsinden yukarı gitti. İnişte de, hepsinden aşağı geldi. Bundan dolayı, Onun daveti, irşadı, hepsinden kuvvetli oldu ve bütün insanların Peygamberi oldu. Çünkü inişi fazla olduğundan, mahluklara yakınlığı, daha çok oldu. Böylece, kendisinden istifade, daha kolay oldu. Tasavvuf yolunda, nihâyete varmayıp, ortalarda bulunan Veliler, taliplere, nihâyete varmış da inememiş Velilerden daha çok faydalı oluyor. Çünkü ortalardakilerin hâli, başlangıçdakilere daha uygundur. Bunun içindir ki şeyh-ul-İslam Hirevi Abdullah-i Ensârî buyurdu ki (Eğer Ebül-Hasan-ı Harkani ile Muhammed Kassab bir şehirde bulunsaydı, sizi Muhammed Kassab’a gönderirdim. Çünkü o, taliplere, Harkani’den daha faydalı olur). Harkani, nihâyete varmıştı. Talipler, ondan, pek istifade edemezdi. Yani aşağı dönmeyen Velî, nihâyete varmakla, talipleri iyi yetiştiremez. Fakat, nihâyete varan Veliler, geriye indikten sonra, kuvvetli ifade ve terbiye edicidir. Çünkü, Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”, herkesten daha yükselmiş iken, ifade, terbiye etmesi, herkesten çok idi. Görülüyor ki ifadenin, terbiye etmenin azlığı, çokluğu iniş miktarına bağlı olup nihâyete varıp varmamaya bağlı değildir. Burada, dikkat edilecek bir incelik vardır ki o da, Velînin “rahmetullâhi aleyhim ecma’în”, kendi velâyetini bilmesi lazım olmadığı gibi, kendisinden harika, kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi de şart değildir. Çok olur ki herkes onun kerâmetini görür. Onun bu kerâmetlerden hiç haberi olmaz. İlim ve keşif sâhibi olan Evliyânın da, kendi kerâmetlerinden bazısını bilmemesi câizdir. Bâzen, bunların Âlem-i misâldeki şekillerini, sûretlerini bir ânda, çeşitli memleketlerde, herkese gösterirler. Uzak yerlerde, şaşılacak işleri yaptıkları görülür. Halbuki kendisi, bunları hiç bilmez. Hazret-i Mahdumi, Mevlânâ Nureddin-i Câmi “kuddise sirruh” buyurdu ki (Büyüklerden birine, çeşitli yerlerden gelen tanıdıkları, seni Mekke-i mükerremede gördük ve birlikte hac yaptık. Başkaları da, seni Bağdat’ta gördük ve birlikte şöyle şöyle şeyler yaptık derlerdi. Halbuki o kimse, o günlerde evinden çıkmamıştı ve o kimseleri görmemişti. Acaba niçin böyle söylüyorlar) derdi. [O kimse Mevlânâ Camiin kendisi idi.] Her işin doğrusunu, yalnız Allahü teâlâ bilir. Daha fazla yazmaya lüzum yok. Merak ettiğinizi, daha çok anlamak istediğinizi öğrenirsem, inşaallah, daha çabuk ve daha çok yazarım. Vesselâm.