Bu mektup, Mollâ Tâhir-i Bedâhşi’ye yazılmış olup batının [kalbin, ruhun] hâli ne kadar bilinmezse, o kadar iyidir ve Evliyânın keşiflerinde hata olmasının sebebini, (Kaza-i muallak) ile (Kaza-i mübrem)i ve dinde güvenilecek şeyin yalnız Kitap ve Sünnet olduğu bildirilmektedir:
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd ederim ve Peygamberlerin seyedine “aleyhimüsselâm” salât ve tertemiz Akrabasına ve Ashâbına selam ederim! Uzun zamandan beri, halinizi bildirmediniz. Her ne şekilde olursanız olunuz, doğru yoldan sapmamalısınız. İman edilecek şeylerde ve ibâdetlerde ve her işte, İslamiyetten kıl kadar ayrılmamaya, çok dikkat etmelisiniz. Kalbin nisbetini [bağlılığını] korumak ve büyüklerimizin gösterdiği şekilde temizlenmesine çalışmak da, çok mühimdir. Kalbin hâli ne kadar gizli kalırsa, o kadar iyidir ve cehalet, hayret arttıkça, güzel olur. Çünkü, Allahü teâlâya ait bilgiler ve isimlerinden kalbe doğan mârifetler, tasavvuf yolunun ortalarında hâsıl olup nihâyete doğru azalır. Vasıl olduktan sonra, büsbütün yok olur. Allahü teâlâyı tanıyamamak ve Ona kavuşamamaktan başka, hiçbir kazanç kalmaz. Hele dünyaya, mahluklara ait keşiflere [bilgilere], ne diyelim ki zaten bunlar, çok vakit yanlış olur. Böyle bilgilerin olması ve olmaması müsavidir.
Sual: Evliyânın “rahmetullâhi aleyhim ecma’în”, mahluklara ait bilgileri, çok vakit yanlış oluyor ve kalbine doğan bilginin tersi, hâsıl oluyor. Mesela, bir kimsenin bir ay sonra öleceğini veya yolcunun geleceğini haber veriyorlar. Bunlar olmuyor. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Velînin kalbine gelen bilgi, haber verilen iş, çok defa şartlara bağlı olur. O Velî, o ânda, o şartları anlayamaz. O şeyin, şartsız olarak, her hâlde meydana geleceğini sanır. Bundan başka (Levh-i mahfuz) da yazılı, ileride olacak bir işi, ârife [yani Velîye] gösterirler. Fakat o iş, değiştirilebilen, silinip yeniden yazılabilen şeylerdendir. (Kaza-i muallak) gibidir. Ârif, o işin, bir şarta bağlı olduğunu, silinebilecek şeylerden olduğunu anlayamayıp, elbette hâsıl olacağını sanır ve gördüğünü haber verir. Böylece, o iş de, hâsıl olmayabilir. İşittiğimize göre, Cebrâil “aleyhisselâm”, bir gün, Peygamberimize “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” gelip, bir gencin, yarın sabah, erkenden öleceğini haber verir. Peygamber efendimiz “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”, bu gence acıyıp, huzur-i saadetlerine çağırır. Ne isteği olduğunu sorar. (Bir kız ile evlenmek ve bir de, tatlı isterim) der. Emir buyurup, ikisini de hemen hazırlarlar. Genç, o gece, odasında ailesi ile oturmuş, tatlı yanlarında iken, kapıya bir fakir gelip, (Açım, Allah rızası için bir şey verin!) der. Genç, tatlının hepsini, fakire sadaka verir. Sabah olunca, Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, gencin ölüm haberini bekler. Uzun zaman, haber gelmeyince, birini gönderip sorar. Gencin sağ ve keyif yapmakta olduğunu söylerler. Hayret eder. O sırada, Cebrâil “aleyhisselâm” gelir. Ona sorar. Cebrâil “aleyhisselâm”, (Gencin tatlıyı sadaka vermesi, gelmekte olan belayı geri çevirdi) der ve gencin yastığı altında, büyük bir yılanı ölü olarak bulurlar. Bu haber, bu fakire hoş gelmiyor. Cebrâil aleyhisselâmın yanılmasını câiz görmiyorum. Yahut, Cebrâil aleyhisselâmın Mâ’sûm olması, emin olması ve hiç yanılmaması, vahiy şeklinde getirdiği şeylerdedir. Yani, Allahü teâlâ tarafından indirdiği şeylerde, yanlışlık ihtimali yoktur. Bu genç için getirdiği haber ise vahiy değildir. Levh-i mahfuzda görüp öğrendiği bir şeyi haber vermiştir. Levh-i mahfuzda yazılı şeyler, silinip değiştirilebildiğinden, buradan öğrenilen haberler yanlış olabilir. Allahü teâlâ tarafından getirilen şeylerin ise, yanlış olmak ihtimali yoktur. Şahadet ile ihbar arasında fark vardır. İslamiyette, şahit olmak kabul olunur. Haber vermeye ise güvenilmez.
Kaza, yani Allahü teâlânın yaratacağı şeyler, iki kısımdır: (Kaza-i muallak), (Kaza-i mübrem). Birincisi, şarta bağlı olarak, yaratılacak şeyler demektir ki bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. İkincisi, şartsız, muhakkak yaratılacak demek olup hiçbir sûretle değişmez, muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin 29. âyetinde meâlen, (Sözümüz değiştirilmez) buyruldu. Bu âyet-i kerime, kaza-i mübremi bildirmektedir. Kaza-i muallak için de, Rad sûresinde, (Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar) mealindeki 29. âyet-i kerime vardır. Hocam, Muhammed Bâkî Billah “kuddise sirruh” buyurdu ki Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, bazı kitaplarında buyurmuş ki (Kaza-i mübremi kimse değiştiremez. Fakat ben, istersem, onu da değiştirebilirim). Bu söze şaşar ve olacak şey değildir derdi. Hocâmin bu sözü, uzun zamandan beri, zihnimi kurcalamıştı. Nihâyet, Allahü teâlâ, bu fakiri de, bu nimeti ihsan etmekle şereflendirdi. Bir gün, sevdiklerimden birine, bir bela geleceği, ilhâm olundu. Bu belanın geri döndürülmesi için, Cenâb-ı Hakka çok yalvardım. Bütün varlığım ile Ona sığındım. Korkarak, sızlıyarak, çok uğraştım. Bu belanın, Levh-i mahfuzda kaza-i muallak olmadığını, bir şarta bağlı olmadığını gösterdiler. Çok üzüldüm, ümitim kırıldı. Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözü hatırıma geldi. İkinci defa olarak, tekrar sığındım, çok yalvardım. Aczimi, zavallılığımı göstererek niyaz ettim. Lütf ve ihsan ederek kaza-i muallakın iki türlü olduğunu bildirdiler: Birisinin şarta bağlı olduğu, levh-i mahfuzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisinin şarta bağlı olduğunu, yalnız Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfuzda, kaza-i mübrem gibi görülmektedir ki bu kaza-i muallak da, birincisi gibi değiştirilebilir. Bunu anlayınca, Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözündeki kaza-i mübremin, bu ikinci kısım kaza-i muallak olduğunu ve kaza-i mübrem şeklinde görüldüğünü, yoksa, hakiki kaza-i mübremi değiştiririm demediğini anladım. Böyle kaza-i muallaki pek az kimseye tanıtmışlardır. Ya, bunu değiştirebilecek kim bulunabilir? O sevdiğim kimseye, gelmekte olan belanın, bu son kısım kazadan olduğunu anladım ve Hak “sübhânehu ve teâlâ”nın bu belayı geri çevirdiği malum oldu. Allahü teâlâya, bunun için çok şükür olsun! Ona sevdiği ve beğendiği gibi şükürler olsun ve bütün insanların en üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafaya “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Ona yakın olanların ve Ashâbının hepsine “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” salât ve selâm ve tehıyetler olsun! Allahü teâlâ, Onu alemlere rahmet olarak gönderdi. Ya Rabbi! Kalplerimizi Onun sevgisi ile doldur. Hepimizi Onun yolunda bulundur! Bu duaya âmin diyenlere, Allahü teâlâ merhamet etsin!
Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kalbine gelen ilhamlardan bazısının yanlış olması, şundan da ileri gelir ki ilhâm olunan bilgilere benzeyen, bazı yanlış başlangıçlar, hatırına gelir. Bunları doğru sanır ve ilhâm olunan şeylere karıştırır. Böylece, ilhâm doğruluğunu gayb eder. Bâzen da, keşiflerde, rüyalarda, gizli şeyler, kendisine gösterilir. Bunları gördüğü gibi olacak sanır. Halbuki onlara mânâ vermek, tabir etmek lazım geldiğini bilemez. Bunun için, söylediği şeyler meydana çıkmaz. İşte böyle sebeplerden dolayı, keşif ve ilhamlar, hatalı olmaktadır.
Hiç yanlış olmayan, güvenilecek, yalnız Kurân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerdir. Çünkü her ikisi de, elbette doğru olan, vahiy ile bildirilmiştir. Yani melek ile indirilmiştir. Âlimlerin söz birliği ve müctehidlerin ictihadı da, bu iki doğru kaynaktan alınmıştır. İşte, İslamiyetin bu dört temeli dışında kalan bilgiler, her ne olursa olsun, bu dört esasa uygun ise, kabul edilir. Uygun olmayanlar, Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” ilimleri, mârifetleri, keşifleri olsa da, [fen adamı olarak geçinen, fen taklitçilerinin, tecrübe ve ispat edilmiş bilgiler arasına, bozuk düşünceleri ile karıştırdıkları, hipotez, teori bile olmayan sözleri olsa da], kabul olunmaz.
[Berika kitabının 94. sayfasında diyor ki “Edille-i şeriyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler yani dört mezhepten birinde olanlar için delil, senet, bulunduğu mezhep reisinin ictihadı ve sözüdür. Çünkü mukallidler, ayetten ve hadisten ahkâm çıkaramaz. Bunun içindir ki mezhep imâminın sözü, Nassa yani âyete ve hadise uymuyor göründüğü zaman mezhep imâminın sözüne uyulur. Çünkü (Nass) ictihad istiyebilir. Yahut, başka nassla değişmesi, te’vil edilmesi, yanlış bir şey olması, nesh edilmiş olması mümkündür. Bunları da ancak müctehid anlayabilir”].
Tasavvuf yolunda bulunanların vecd ve halleri, keşif ve ilhamları [ve fen taklitçilerinin faraziye ve nazariyeleri] İslamiyet terazisi ile tartılmadıkça, on para etmez. Kurân-ı Kerîm ve hadis-i şerif miyarı ile yoklamadıkça, kabul edilmez. [Evliyânın keşif ve ilhâm ile edindikleri bazı bilgilerinde yanlışlık bulunabileceğini işiterek, bu büyüklerin, İslamiyeti bildiren sözlerine inanılmaz demek, pek cahillik olur. Bunların, Kurân-ı Kerîmden, hadis-i şeriflerden ve din imamlarından verdikleri haberler şüphesiz sağlam ve doğrudur. Mesela, Abdülkâdir-i Geylânînin “rahmetullâhi aleyh”, (Beş vakit namazın sünnetleri yerine, kaza namazlarını kılıp, kazaları bir ân önce bitirmek lâzımdır) sözü, keşif ve ilhâm olmayıp, İslamiyeti bildirmektedir ve Ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Din bilgilerini, ilhâm, keşif sanıp, Evliyânın senet, vesika değerindeki sözlerine inanmayan kimse helak olur.]
Tasavvuf yoluna girmek ve bu yolda ilerlemek İslamiyetin bildirdiği şeylere, kalbin yakîn hâsıl etmesi, hakiki imana kavuşması içindir ve İslamiyetin emirlerini kolaylıkla, seve seve yapmak içindir. Bu ikisinden başka şeyler kazanmak için değildir. Çünkü, Allahü teâlâyı görmek, ahirette vaat edildi. Dünyada görülemez. Tasavvufçuların müşahede, tecellî diyerek övdükleri görünüşler, zıll ile gölge ile avunmaktır. Benzeterek, sanarak, boşuna sevinmektir. Allahü teâlâ, (Vera-ül-vera) dır. Yani ötelerin ötesidir. Müşahede ve tecellî dedikleri görünüşlerin iç yüzünü bildirirsem, bu yola yeni girenlerin çalışmaktan vazgeçmelerinden, şevk ve heveslerinin gevşemesinden korkarım. Fakat, hiç ağzımı açmazsam, bildiğim hâlde, herkesin yanlış şeyleri hakikat sanmalarına göz yummuş olmaklığımdan da korkuyorum. Onun için, tekrar söyleyeyim ki tasavvufçuların müşahedelerini, tecellîlerini, kelîmullah hazret-i Musanın “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” şahit olduğu, Tur dağına olan tecellî ile karşılaştırmalı. Ona benzemeyince, gölgenin, hayalin, asıl ve hakikat sanıldığı anlaşılmalıdır. O tecellîye benzemeyecekleri şüphesizdir. Çünkü, O ve Onun tecellîsi, mahluklara ait sıfatlardan, kaydlardan münezzehtir. Bu dünyada ise, bu kaydlardan sıyrılmak mümkün değildir. İster kalbe tecellî olsun, ister dışarıda tecellî olsun, bu kaydlar karışacaktır. Hatem-ül-Enbiyâ “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âlihissalevâtü vetteslîmât”, bundan ayrıdır. O, dünyada gördü ve kıl kadar değişmedi. Evet, Onun yolunda gidenlerin büyüklerine dünyada, bu nimet nasip olur ise de, sayısız zıllerden, perdelerden birinin gerisinde olmaktadır. Tecellîye kavuşan, bunu anlasa da, anlamasa da bunlara perdesiz tecellî olamaz. Kelîmullah “aleyhi ve alâ nebiyyinesselam” kendine tecellî etmediği hâlde, Tur dağına olan tecellîyi görünce bayıldı, düştü. Başkaları kim bilir ne olur?
Şunu da bildireyim ki sevdiklerimizden birine, talebeyi yetiştirmek için, izin vermekten maksat, imanın gevşediği, çok kimselerin yoldan çıktığı, din bilgilerinin unutulduğu, bu fırtınalı zamanda, müslüman evlatlarına Allah yolunu göstermesi, kendisinin de, talebesi ile uğraşırken, onlarla birlikte, ilerlemesi içindir. Bu inceliği iyi anlamalı ve ömrde geri kalan birkaç günlük fırsatta, çalışarak, talebe ile birlikte, nimete kavuşmalıdır. Yoksa, bu izini, büyüklük ve olgunluk alâmeti sanıp, maksattan mahrum kalmamalıdır. Bizim vazifemiz bildirmektir. Vesselâm.