Bu mektubu oğlu, aklî ve naklî ilimlerde yükselmiş, Hâce Muhammed Saîd “rahmetullâhi aleyh” hazretlerine yazmıştır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmesinin faydaları ve aklın yalnız başına Allahü teâlâyı tanıyamayacağı ve dağda büyümüş ve cahillik zamanında yani Peygamber gönderilmemiş olan zamanlarda yaşamış kâfirlerin ve kâfir memleketlerinde ölen kâfir çocuklarının ahirette ne olacakları ve dünyanın her yerine, mesela eski hindlilere Peygamberler gelmiş olduğu bildirilmektedir:
Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki bizleri müslüman olmakla şereflendirdi. O, doğru yolu göstermeseydi, kim bulabilirdi? Onun Peygamberlerine “aleyhimüssalavâtü vesselâm” inanırız. Hepsi doğru söylemiştir.
Allahü teâlânın, insanlara Peygamberleri “aleyhimüssalavâtü vesselâm” göndermesi en büyük nimettir. Bu iyiliğin şükrü, hangi ağız ile yapılabilir? Hangi kalp, onları göndermenin iyiliğini kavrıyabilir? Hangi vücut ve aza, o iyiliklere şükür olabilecek bir şey yapabilir? O büyük insanların mübarek varlıkları olmasaydı, bu âlemi yaratanın varlığını, biz kısa akıllı insanlara kim gösterirdi? Eski yunanlıların ilk filozofları, [ve her zaman, her yerde bulunan fen taklitçileri] o kadar zeki ve kurnaz oldukları hâlde, yaratanın varlığını anlayamadılar. Bu kainat, böyle gelmiş, böyle gider, canlılar da birbirlerinden meydana gelip ürer. Bu böylece devam eder, dediler. Cahillik devri geçip, yeni Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” davetlerinin nurları ile âlem aydınlanınca, sonra gelen yunan filozofları, o nurların ışıkları ile uyanarak, üstadlarının sözlerini reddetti. Bir yaratanın bulunduğunu kitaplarına yazdılar ve bir olduğunu ispat ettiler. O hâlde, insan aklı, o büyüklerin nurları ile aydınlanmadıkça, bunu bulamıyor. Peygamberler “aleyhimüssalavâtü vettehiyyat” olmadıkça, bizim düşüncelerimiz, doğru yola yaklaşamıyor. Ebû Mensur-i Mâturidi “rahmetullâhi aleyh” ve yetiştirdiği büyükler, acaba neden Allahü teâlânın varlığını ve birliğini, aklın yalnız başına bulabileceğini söylediler? Dağda, çölde yetişip de putlara tapanların, Peygamberlerden haberi olmasa bile Cehenneme gideceklerini söylediler. Akılları ile bulmaları lazım idi, dediler. Biz böyle anlamıyoruz. Bunların kendilerine, hakikat duyurulmadıkça, kâfir olmayacaklarını söylüyoruz. Bu haber de, Peygamberler “aleyhimüssalavâtü vettehiyyat” ile gönderilmektedir. Evet, Allahü teâlâ, aklı, doğru yolu bulmak için yaratmış ise de, yalnız başına bulamaz. Akla, o yol haber verilmedikçe, şiddetli azap yapılmaz.
Sual: Dağda yetişip, hiçbir din duymayıp puta tapan müşrikler, Cehennemde sonsuz kalmazsa, Cennete girmesi lazım gelir. Bu da olamaz. Çünkü müşriklere, Cennet haramdır, yani yasaktır. Bunların yeri Cehennemdir. Nitekim, Allahü teâlâ, Mâide sûresi 75. âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın meâlen, “Allahü teâlâdan başkasına tapanlar, başkalarının sözlerini Onun emirlerinden üstün tutanlar, Cennete giremez. Onların konacağı yer Cehennemdir” dediğini beyan buyurdu. Ahirette Cennet ile Cehennemden başka yer de yoktur. (Araf) da kalanlar, bir müddet sonra Cennete gideceklerdir. Sonsuz kalınacak yer, ya Cennettir, ya Cehennem! Bunlar hangisinde kalacaktır?
Cevap: Buna cevap vermek çok güç! Kıymetli yavrum! Biliyorsun ki çok zaman bunu, bana sormuştun. Kalbe rahat verecek bir cevap bulunmamıştı. Bu suali, halletmek için, (Fütuhat-i mekkiye) sâhibinin [Muhyiddin-i Arabî]: (Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, kıyamet günü, bunları dine davet eder. Kabul eden Cennete, etmeyen Cehenneme sokulur) sözü, bu fakire iyi gelmiyor. Çünkü ahiret, mükafat yeridir, hesap yeridir. Emir yeri, iş yeri değildir ki oraya Peygamber gönderilsin! Çok zaman sonra, Allahü teâlâ, merhamet ederek, bu meselenin hallini ihsan etti. Şöyle bildirdi ki bu müşrikler, ne Cennette, ne Cehennemde kalmayacak, ahirette dirildikten sonra, hesaba çekilip, kabahatleri kadar mahşer yerinde azab çekecektir. Herkesin hakkı verildikten sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmayacaklardır. Bu cevabımız Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” huzurunda söylenseydi, hepsi beğenir, kabul buyururdu. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Herkesin aklı, birçok dünya işlerinde bile şaşırıp yanılırken, iyiliklerine, merhametine son bulunmayan sâhibimizin, Peygamberleri ile haber vermeden, yalnız akılları ile bulamadıkları için, kullarını sonsuz olarak ateşte yakacağını söylemek, bu fakire ağır geliyor. Böyle kimselerin sonsuz olarak Cennette kalacaklarını söylemek, nasıl çok yersiz ise, sonsuz azap çekeceklerini söylemek de, öyle yersiz oluyor. Nitekim, îtikatta ikinci imamımız Ebül-Hasan-ı Ali Eş’arî, bunların Cehenneme girmiyeceklerini söylüyorsa da, bu sözünden, Cennette kalacakları anlaşılıyor. Çünkü, ikisinden başka yer yoktur. O hâlde, cevabın doğrusu bize bildirilendir. Yani mahşer günü, hesapları görüldükten sonra, yok edileceklerdir. Bu fakire göre, kâfirlerin çocukları da böyle olacaktır. Çünkü Cennete girmek, îman iledir. Ya kendisi îman etmiş olacak veya imanlının çocuğu olduğu için, yahut ana-babası birlikte mürted olunca, kendisi Darülİslamda kaldığı için imanlı sayılmış olacaktır. Darülİslamda bulunan müşriklerin çocukları ve zimmilerin çocukları da Darülharbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çünkü bu çocuklarda îman yoktur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da, tekliften sonra, inanmamanın cezasıdır. Çocuk ise, mükellef değildir. Bunlar hayvanlar gibi, diriltilip, hesapları görüldükten sonra, yok edileceklerdir. Eskiden, bir Peygamberin vefâtından sonra, çok vakit geçip, zâlimler tarafından din bozulup, unutulduğu zamanlarda yaşayıp, Peygamberlerden haberi olmayan insanlar da kıyamette böyle sonradan, tekrar yok edileceklerdir.
Ey yavrum! Bu fakir, çok geniş ve çok derin düşünüyorum da, Peygamberimizin “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm” haberi yetişmeyen, yer yüzünde, hiçbir yer kalmadığını anlayorum. Bütün dünyanın, Onun davet nuru ile güneş gibi aydınlandığı görülüyor. Hatta, duvar arkasında bulunan, Yecuc ve Mecuc’a bile ulaşmış bulunuyor.
Eski zamanlarda da, bütün dünyada Peygamber gönderilmedik bir yer kalmamış gibidir. Hatta, bundan en mahrum zannedilen, Hindistan’da bile hindlilerden bir Peygamber yapılmış; Allahü teâlânın emirleri bildirilmiştir. Hindistan’ın bazı kısımlarında, anlaşılıyor ki Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” nurları, küfür karanlıkları içinde, yıldızlar gibi parlamıştır. Eğer merak ediyor isen, bu şehirleri söyleyebilirim. Bazı Peygamberlere bir kişi bile inanmamış, kimse kabul etmemiştir. Yalnız bir kişinin inandığı Peygamberler de olmuştur. Bazılarına da, 2 veya 3 kimse îman etmiştir. Hindistan’da bir Peygambere, 3 kişiden çok inanan olduğu görülemiyor. Yani, 4 tane ümmeti bulunan Peygamber olmamıştır. Hindlilerin tapındıkları kimselerden bazılarının kitaplarında, Allahü teâlânın varlığı ve sıfatları hakkında görülen yazıları, hep o Peygamberin ışıklarının aksleridir. Çünkü her asırda, her ümmete Peygamber “aleyhimüssalâtü vesselâm” gelerek Allahü teâlânın varlığını ve sıfatlarını bildirmiştir. Onların mübarek varlıkları olmasaydı, küfür ve günah pislikleri ile kirlenmiş olan akıllar, îman devletine kavuşamazdı. Bu ahmaklar, çürük akılları ile herkesi kandırıp, kendilerine tapmaya zorlamış, [Sizi biz kurtardık, bizim sayemizde yaşıyorsunuz diyerek,] kendilerinden başka bir kuvvetin bulunmadığını sanmışlardı. Nitekim, Mısır Firavunları: “Eğer benden başkasına taparsan, seni hapsederim” demişti. Bâzıları da, bu kainatın bir yaratanı olduğunu işittiklerinden, kendilerine yaratıcı [ebedî lider], dediremeyeceklerini anlayarak, bir yaratanın varlığını söylemiş, fakat bunun kendilerine sirâyet ettiğini bildirerek, bu hile ile insanları kendilerine taptırmaya uğraşmışlardır.
[Bugün Hindistan’da yayılmış olan, Berehmen ve Buda dinlerinde, oradaki eski Peygamberlerin kitaplarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin bulunduğu görülmektedir. Berehmen ve Buda dinleri, hıristiyanlık dini gibi, eski Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bildirdiği doğru dinlerin bozulmuş, değiştirilmiş bir Hâlidir. Bunların hepsi, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmadıkları için kâfirdir. Seyyid şerif-i Cürcani “rahmetullâhi aleyh”, Şerh-i mevakıf sonunda, 3. maksatta, buyuruyor ki: (Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmayan kâfir olur. Bunlardan, yahudi ve nasara [hristiyan], başka Peygamberlere inanıyor. [Semavi dinlere inananlara Ehl-i kitap, yani Kitaplı kâfir denir.] Başka Peygamberlere de inanmayanlardan, berehmenler, Allahü teâlânın varlığına inanmaktadır. Dehriye ise, Allahü teâlâya da inanmıyor. Her şey tabiat kanunları ile var oluyor. Bir yaratıcı yoktur. Dehr, yani zaman ilerledikçe, her şey değişmektedir diyor). Mecusiler, Allahü teâlânın 2 olduğuna, müşrikler ve putperestler ise, çok olduğuna inanıyor. Berehmen, mecusi ve putperestler, kitapsız kâfirdir. Çünkü bir Peygambere inanmıyor. Bir semavi kitap okumuyorlar. Komünistler ise, dinsiz, tanrısız kâfir olup dehriye kısmındandır. Şimdi, yeryüzünde, değiştirilmemiş bulunan hak din, yalnız Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslam dinidir. Bu dinin, kıyamete kadar bozulmıyacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ söz vermiştir].
Sual: Hindistan’da, Peygamber “aleyhimüssalavâtü vesselâm” gönderilmiş olsaydı, biz de işitirdik. Dilden dile her tarafa yayılırdı?
Cevap: Bunlar, bütün Hindistan’a gönderilmiş değildi. Bâzıları, bir şehre, hatta bir köye idi. Allahü teâlâ, bir millet veya bir şehir ahalisinden en iyisini bu devletle şereflendiriyor, o da, Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve emirlerini, Ondan başka kimsenin bir şey yaratamayacağını insanlara bildiriyordu. Onlar da, ona inanmıyor, inkâr ediyordu. Câhil, yalancı, deli diye alay ediyorlardı. Azgınlıkları, ona eziyetleri artınca, Allahü teâlâ da, onları helak ediyordu. Uzun zaman sonra, başka bir Peygamberi, böylece gönderiyor ve yine böyle oluyordu. Hindistan’da böylece yıkılmış, şehir harabeleri çok görülmektedir. Şehirlerin bu sebepten harab oldukları ve Peygamberlerin davetleri, etraftaki insanlar arasında yayılıp, uzun zaman dillerde dolaşıyordu. Peygamberlere “aleyhimüssalavâtü vesselâm” çok kimse inansaydı ve müminler hâkim olarak kalsalardı, o zaman, bizim de haberimiz olurdu. Fakat bir kişi, birkaç gün nasihat edip gider, buna kimse inanmaz ve bir başkasına, ancak bir kişi, iki kişi inanırsa, bize nasıl haber gelebilir. Çünkü kâfirler, dini söndürmeye çalışıyor, babalarının yoluna uymayan dini beğenmiyorlardı. Kim haber verecek ve kime söyleyecek. Sonra Resûl, Nebî ve Peygamber kelimeleri, fârisî ve arâbidir. Hind lügatinde bu kelimeler yok idi ki o Peygamberlere de, bu isimler verilmiş olsun. Nihâyet şunu da söyleyelim ki Hindistan’ın Peygamber gelmeyen ve doğru yol gösterilmeyen yerleri de var dersek, buralardaki insanlar, dağda, çölde yetişen müşrikler gibi olup inat ettikleri ve herkesi kendilerine taptırdıkları hâlde bile Cehenneme girmez ve ebedî azap görmezler. Böylelerin Cehenneme girmesi, akıl-ı selime, yani şaşmayan akllara uygun olmadığı gibi, yanılmayan keşifler de, buna müsaade etmez. Fakat, bunlardan inat edenlerin bir kısmının Cehenneme gittiklerini görmekteyiz. Her şeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.
Gelin namaz kılalım, kalpten pası silelim,
Allaha yaklaşılmaz, namaz kılınmadıkça!
Nerede namaz kılınır, günahlar hep dökülür,
İnsan kâmil olamaz, namazı kılmadıkça!
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız