Bu mektup da, şeyh Nizam-ı Tehaniseri’ye yazılmıştır. Âfâkta ve enfüste olan şühudları ve abdiyet makâmını bildirmektedir:
Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tam uymakla şereflendirsin ve Muhammed Mustafanın “aleyhi ve alâ Âlihi minessalevâti efdalüha ve minettehıyyâti ekmelühâ” sünnetlerinin süsü ile ziynetlendirsin!
Ne yazacağımı bilemiyorum. Mevlamız, sâhibimiz “teâlâ ve tekaddes” hazretlerinden söz edersem, yalan söylemiş ve iftirâ etmiş olurum. O, o kadar büyüktür ki bu saçma sapan konuşan aşağı kimsenin söz konusu olmaktan çok yüksektir. Maddeden yapılmış olan, his organlarının esiri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamayandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zamanlı ve mekanlı olan, maddesiz, zamansız ve mekansız olana nasıl yol bulabilir? Zavallı mahluk, kendi aleminden dışarıya nasıl çıkabilir? Dışarıdan haber alamaz. Fârisî beyt tercümesi:
Çok iyi veya çok fenâ olsa da bir zerre,
Ömrünce dolaşsa, gezer kendi aleminde!
Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmaktadır. (Seyr-i enfüsî) , bu yolun nihâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâüddîn-i Nakşbend “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleri buyurdu ki (Ehlüllah, yani Allah adamları, Fenâ ve Bekâ makâmına kavuştuktan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zariyat sûresinin 21. âyetinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyruldu. Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin yani ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçtir. Yani, aranılana göre hiç sayılır. Yoksa, şuhûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmamalı! Şuhûd-i enfüsîyi, şuhûd-i tecellî-i suri ile karıştırmamalıdır. Haşa ikisi bir şey değildir. Tecellî-i suriler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde yani kendinde müşahede olunurlar, yani görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmaktadır. Ve (İlim-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Şuhûd-i enfüsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek mertebelerin sonuncusudur. Başka kelime bulunamadığı için şuhûd diyoruz. Çünkü, aranılan, istenilen şey, hiçbir şeye benzemediği gibi, Ona uygun olan, Ona bağlı olan her şey de anlaşılamaz ve anlatılamaz. Anlaşılabilen şeyler, anlaşılamayan şeylere benzemez. Fârisî iki beyt tercümesi:
Anlaşılmaz, ölçülemez bağlılıktır,
Nasın Rabbi, kuluna böyle bağlıdır!
İnsan bu bağlılığı anlamaz asla,
Her şeyi bilir, canını bilen Mevla!
Şuhûd-i enfüsîyi bu şuhûd-i suri ile karıştırmak, insanın her iki makâmda Bekâ hâsıl etmesinden ileri gelmektedir. Çünkü, tecellî-i suri, sâliki fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de, fenâya kadar götüremez. Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin varlığından bir şeyler bulunmaktadır. Seyr-i enfüsî, tam Fenâdan ve son Bekâdan sonra olduğundan ve sâlikin anlayışı az olduğundan, bu iki Bekayı birbirinden ayıramaz. İkisini birleşmiş sanır. Eğer bu ikinci bekâya (Bekâ-billah) denildiğini ve bu varlığa, Allahü teâlânın verdiği vücut denildiğini bilseydi, ikisini karıştırmaktan kurtulurdu.
Sual: (Bekâ-billah) demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak değil midir?
Cevap: Hayır, öyle değildir. Tasavvuf büyüklerinin birkaçının sözlerinden böyle olduğu anlaşılmakta ise de, bu bekâ, birçoklarına, cezbe makâmında, kendilerini yok bildikten sonra hâsıl olmaktadır. Kendilerini böyle yok bilmeleri, Fenâ makâmına kavuşmaya benzemektedir. Nakşbendiyye büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” bu Bekâya (Vücut-i adem) adını vermişlerdir. Bu, fenâdan öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüştür de. Zaman olur ki bu hâli ondan alırlar. Sonra geri verirler. Tam Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. Bunların Fenâsı, devamlıdır. Bekâda iken fanidirler. Fenâda iken de bakidirler. Çabuk geçen, tükenen fenâ ve bekâ, kalbin halleri ve değişiklikleri sırasında gelip geçici şeylerdir. Bizim anlatmak istediğimiz ise, böyle değildir. Hâce Behâüddîn-i Nakşbend “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu ki (Vücut-i adem denilen hâl, insanın tabiî haline döner. Fakat vücut-i fenâ, insanlık vücudune dönmez). Bunun için Fenâ sahiplerinin halleri elbette hiç değişmez. Vakitleri süreklidir. Belki bunların vakitleri ve halleri yoktur. Bunlar, vakitleri ile değil, vakitlerin sâhibi iledir. Bunların işi halleri veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vakitte ve hâlde olur. Hâlden ve vakitten kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlikeleri kalmaz. Bu Allahü teâlânın öyle bir nimetidir ki dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsan sâhibidir.
Vaktin devamlı olması demek, bu vakitteki halin bilinmesi ve başka şeyleri gibi eserlerinin, alâmetlerinin devamlı olması demek değildir. Belki vaktin olduğu gibi devam etmesi ve halin kendisinin devamlı olması demektir. Bir şeyi yanlış zannetmek, onun doğru olmasına ziyan getirmez. Hatta çok zanlar vardır ki günah olur.
Söz uzadı. Biz yine kendimize gelelim! Mukaddes meydanda “celle şanüh” söz binicisini koşturamayacağımız için, kendi kulluğumuzu, aşağılığımızı ve gücümüzün yetersiz olduğunu anlatalım. İnsan, kulluk vazifelerini yapmak için yaratıldı. Bir kimseye başlangıçta ve ortalarda aşk ve muhabbet verilirse, onun Allahü teâlâdan başka şeylere olan bağlılıklarını kesmesi için verirler. Aşk ve muhabbet de aranılacak, özenilecek şey değildir. Kulluk makâmına kavuşmak için birer aracıdırlar. Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, Ondan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Aşk ve muhabbet, bu bağlılıkları kesmekten başka bir işe yaramaz. Bunun için, velâyet yani evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği (Abdiyet makâmı) dır. Velâyet derecelerinde, abdiyet makâmının üstünde hiçbir derece yoktur. Bu makâmda, kul ile sâhibi arasında, kulun sâhibine muhtaç olmasından ve sâhibin kendisinin ve sıfatlarının hiçbir şeye hiç muhtaç olmamasından başka hiçbir bağlılık yoktur. Burasını iyi açıklayalım ki kendisi ile Onun kendisi arasında ve sıfatları ile Onun sıfatları arasında ve kendi işleri ile Onun işleri arasında, hiçbir bakımdan hiçbir benzerlik bulmayacaktır. Onun zılli, görüntüsü olduğunu söylemekte, bir benzerlik, bir bağlılık olur. Bundan da kaçınmak lâzımdır. Onu yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bundan başka hiçbir şeye ağız açmamalıdır. Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Tevhid-i fiilî) ile karşılaşmaktadır. Her şeyi yapan Allahü teâlâdır derler. Bu büyükler, bu işleri yaratanın bir olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir demek istemezler. Böyle söylemek, zındıklık olur. Bunu bir misal ile açıklayalım:
Kukla oynatan bir kimse, perde arkasında oturur. Tahtadan, kartondan insan şeklinde yapılmış cansız şeyleri iple oynatır. Seyrciler, perdede oynayan karton, tahta parçalarının birçok şeyler yaptığını görür. Aklı olan kimseler bu hareketleri, perde arkasında oturan adâmin yaptığını anlar. Fakat bu işler, perdedeki tahta parçalarından meydana gelmektedir. Bunun için, bu şekiller hareket ediyor denir. Perde arkasındaki adam hareket ediyor denmez. Bu sözleri, işin doğrusunu göstermektedir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yolları da böyle olduğunu bildirmektedir. İşleri yapan bir yapıcıdır demek, sekr halinde söylenen sözlerdendir. Sözün doğrusu şöyledir ki işleri yapan çoktur. İşleri yaratan birdir. Tevhid-i vücûd bilgileri de böyledir. Sekr vaktinde ve hâl kapladığı zaman söylemişlerdir. Keşif yolu ile edinilen bilgilerin doğru olması, İslamiyette açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. Kıl kadar ayrılık sekrden ileri gelir. Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” anladıkları bilgilerdir. Bunlara uymamak ya zındıklık ve ilhattır, yani doğru yoldan ayrılmaktır, yahut sekr halinde söylenmiştir. Sekrden tam kurtulmak, (Abdiyet makâmı) nda olur. Başka makâmların hepsinde az çok sekr bulunur. Fârisî Mısra tercümesi:
Daha söylersem sonu gelmez.
Hâce Behâüddîn-i Nakşbend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinden (Sülûk niçin yapılıyor?) diye sorulduğunda, (Kısa, toplu olan bilgilerin genişlemesi, açıklanması ve akıl ile düşünce ile bulunan bilgilerin, keşif ile kalp ile anlaşılması için) buyurdu. İslamiyetin bildirdiği bilgilerden başka şeyler öğrenmek için demedi. Tasavvuf yolunda ilerlerken, İslamiyette bulunmayan şeylerle karşılaşılmakta ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin hepsi yok olur. Yalnız İslamiyetin bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. Aklın dar çerçevesinden kurtularak, keşfin sonsuz meydanına açılmak hâsıl olur. Yani Peygamberimiz “aleyhissalatü vesselâm” bu bilgileri melekten aldığı gibi, bu büyükler de, bu bilgilerin hepsini, kalplerine gelen ilhâm yolu ile kaynaktan alırlar. Âlimler, bu bilgileri İslamiyetten alırlar. Kısaca, topluca bildirirler. Bu bilgiler, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” keşif yolu ile geniş, uzun bildirildiği gibi, Evliyâya da böylece bildirilmektedir. Ancak Peygamberler “aleyhimüssalâtü vesselâm” asldırlar, önce gidenlerdir. Evliyâ ise bunların arkalarında, izlerinde gelenlerdir. Evliyânın yükseklerinden pek azını “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” ancak yüzlerle sene sonra, birbirinden pek uzak zamanlarda seçerek, bu yüksek makâma kavuştururlar.
Akıl ile düşünce ile anlaşılan bir bilgiyi keşif yolu ile açıklamak istiyordum. Fakat kağıtta yer kalmadı. Böyle olmasında Allahü teâlânın hikmeti olsa gerek. Vesselâm.