Bu mektup, Şeyh Sofi’ye gönderilmiştir. Tevhid-i vücudînin hakikati ve Allahü teâlâya yakın olmak ve beraber olmak ne demek olduğu bildirilmektedir:
Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyedinin “aleyhimüsselâm” yolundan ayırmasın! Yanınızdan gelen bir Zât dedi ki şeyh Nizam-i Tehaniseri’nin talebesinden biri, sizin yanınızda, bu fakir için vahdet-i vücuda inanmıyor demiş. Bu Zât, bunu bildirdikten sonra, bu sözün doğru olup olmadığını sordu ve talebenizin okuyup aydınlanması ve kötü düşüncelere saplanmamaları için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmamı istedi. Müslümana karşı kötü zanda bulunmak, günah olduğundan, talebenizi günahtan korumak düşüncesi ile birkaç kelime yazıp, başınızı ağrıtıyorum:
Muhterem yavrum! Bu fakir, çocukluğumdan beri, vahdet-i vücuda inanmaktaydım. Babam “kaddesallahü teâlâ sirreh” de, buna inandığını, her zaman bildirirdi. Mübarek kalbi, vahdet-i vücûddan ve her şeyden uzak olan, hiçbir sûretle varılmayan varlığa doğru olduğu hâlde, bu îtikattan hiç ayrılmamıştı. Âlimin oğlu da, yarım âlim demektir sözü gereğince, bu fakirin bu bilgiden büyük payı olmuştu. Çok lezzetler almıştım. Fakat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsanı ile büyük rehber, hakikatlerin, mârifetlerin kaynağı, İslam dininin hamisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna kavuşturucu, Muhammed Bâkî “kuddise sirruh” hazretlerine kavuşturdu. Bu fakire tarîkat-i aliyye-i Nakşbendiyyeyi talim buyurdu. Hiçbir şeye yaramayan bu miskini, mübarek kalplerinin ışıkları altında bulundurmakla şereflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemeye alıştırınca, az zamanda, vahdet-i vücûd bilgileri önüme çıktı. Bu makâmın çeşitli ilimleri, mârifetleri kapladı. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen bir şey kalmadı. Muhyiddin-i Arabinin “kuddise sirruh” bildirdiği ince bilgiler, olduğu gibi meydana çıktı. (Füsus) kitabında yazdığı ve urucun, bu yolun sonu olduğunu sanıp, bundan ötesi ademdir, yokluktur dediği, tecellî-i Zâtî ile de, şereflendirdiler. Kendisine Evliyânın sonuncusu diyerek yalnız Evliyânın sonuncusuna mahsus olduğunu yazdığı, bu tecellînin çeşitli bilgilerini, mârifetlerini uzun uzadıya, bu fakire bildirdiler. Bu mârifetlere, o kadar daldım, o kadar kapıldım ki vahdet-i vücûd hâli, her şeyi unutturdu. Bu bilgilerin sarhoşu oldum. O anlarda, hocâmin yüksek huzuruna arz ettiğim mektuplarımda, bu sarhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır. [Bu yolda yazılı bir rübainin tercümesini uygun görmeyip geçiyoruz.] Uzun zaman, bu hâlde kaldım. Seneler geçti. Nihâyet, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütf ve inayeti, ansızın, imdadıma yetişip, biçun, bi keyif olan [yani anlaşılmaz olan] cemalden perdeler, birdenbire kaldırıldı. [Sanki seller, felaketler yapan fırtınalı kara bulutlar, bir ânda sıyrılıp, mavi sema açıldı. Güneş her yeri aydınlattı.] Önceden olan, vahdet-i vücûd, ittihat, Allahü teâlânın her şeyle birleşmiş, beraber görünmesi kayboldu. İhata, sereyân, kurb ve maiyet, yani Allahü teâlânın her yeri kaplaması, doldurması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü, gitti. İyice anladım ki yaratanın, yarattıkları ile hiçbir benzerliği, hiçbir bağlılığı yoktur. İhata, kurb gibi şeyler, Ehl-i sünnet âlimlerinin “Allahü teâlâ o büyük âlimlerin çalışmalarına çok mükafat versin” bildirdiği gibi, hep Allahü teâlânın, ilmi içindir. Kendisi için değildir. Allahü teâlâ hiçbir şeyle birleşmiş değildir. O, Odur, mahluklar, mahluktur. O, biçundur, erişilmez, anlaşılmaz, anlaşılamaz. Bütün âlem ise, his olunan, anlaşılabilen şeylerdir. Anlaşılamayan anlaşılan gibi olamaz. Vâcib, mümkün gibidir denemez. Kadîm olan, hadis olana benzemez. Yokluğu mümkün olmayan, yok olabilen gibi değildir. Hakikatler değişemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar şaşılacak şeydir ki şeyh Muhyiddin-i Arabî “kuddise sirruh” ve onun yolunda giden büyükler [onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller değil], (Allahü teâlâ, hiçbir sûretle anlaşılmaz. Hiçbir şeye benzemez) dedikleri hâlde, Zât-ı ilâhî, her şeyi ihâtâ etmiş, kaplamıştır, her şeye yakındir, her şeyle beraberdir diyorlar. Bunun doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğidir. Yakın olan, ihâtâ eden, Allahü teâlânın kendisi değil, ilmidir.
Tevhid-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilimler, mârifetler hâsıl olduğu zaman, çok üzülmüştüm. Çünkü, vahdet-i vücûd mârifetlerinden daha üstün şeyler bulunacağını bilmiyordum. Bu mârifetlerin yok olmaması için yalvarıyor, çok duâ ediyordum. Fakat, perdeler, tamamen kalkıp, hakikat bütün açıklığı ile bildirilince, anladım ki âlemler, mahluklar, Sıfat-ı ilâhiyyenin aynaları ve Esma-i ilâhiyyenin görünüşleri ise de, (Tevhid-i vücûdî) var diyenlerin sandığı gibi, görünenler, gösterenin kendi değildir. Bir şeyin gölgesi, o şeyin kendisi değildir. Sözümüzü bir misal ile daha açıklayalım: Büyük bir âlim, düşündüklerini bildirmek için, harfleri ve sesleri kullanır. Kafasındaki kıymetli bilgiyi, harflerin, seslerin içinde açığa çıkarır. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir. Fakat, harfler, sesler bu bilgilerin aynıdır, bilgilerin kendisidir veya bu bilgilerin kendilerini kaplamıştır veya bunların kendilerine yakındır veya bilgilerin kendileri ile beraberdir denemez. Ancak, harfler ve sesler, bu bilgileri meydana çıkaran işaretlerdir. Bilgilere delâlet etmekten, belli etmekten başka, bir şey denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerliği yoktur. Benzerlik, beraberlik, vehim ve hayal ile söylenebilir. Hakikatta, böyle şeyler yoktur. Bu bilgiler ile harfler ve sesler arasında görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi bağlılık olduğundan, bazı kimselerin vehminde, bu bağlılıktan, birleşmek, beraberlik gibi şeyler doğuyor. Hakikatte bunların hiçbiri yoktur.
İşte, Allahü teâlâ ile bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmekten, belli etmek ve belli olmaktan başka, hiçbir bağlılık yoktur. Mahlukların her biri, yaratanın varlığını gösteren birer alâmettir. Onun isimlerinin, sıfatlarının büyüklüğünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu kadarcık bağlılık bazı kimselerin hayalinde büyüyerek, bazı şeyler söylemelerine sebep olmaktadır. Bu hâl, bilhassa, tevhid üzerinde murakabesi çok olanlarda görülüyor. Murakabelerinin sûreti, hayallerinde yerleşiyor. Bâzıları da kelime-i tevhidin mânâsını, kısaca düşünüp, çok söylediklerinde, bu hâle düşüyor. Bunların her ikisi de, ilim ile hâsıl oluyor. Hâl ile ilgileri yoktur. Bâzıları da, aşırı sevgi ile bu hâle düşüyor. Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeyin varlığını görmiyorlar. Bunların böyle görmesi, her şeyin yok olmasına sebep olmaz. Çünkü, hissimiz, aklımız ve İslamiyet, her şeyin var olduğunu bildirmektedir. Bu sevginin taşkınlığı zamanında, bâzen, Allahü teâlânın kendisi ihâtâ etmiş, kendisi yakındır sanıyorlar. Sevgi ile hâsıl olan tevhid, önce bildirdiğimiz iki tevhidden daha yüksek olup hâl ile hâsıl olmaktadır. Fakat, bu da yanlıştır. İslamiyete uygun değildir. Bunu, İslamiyete uydurmaya kalkışmak, boşuna uğraşmaktır. Felsefecilerin zan ile kısa akılları ile söyledikleri, bozuk sözler gibidir. Fennin ve İslamiyetin ışıkları altında olmayıp da, yalnız zan ile konuşan felsefecileri, ilim adamı sanan bazı müslümanlar, bunların bozuk sözlerini, yazılarını, İslamiyete uydurmaya uğraşıyor. (İhvan-us-safa) gibi kitaplar, böyle çürük sözleri, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile ispata kalkışan câhiller tarafından yazılmıştır.
[Şimdi de, fıkıh kitaplarında, haram olduğu bildirilen birçok şeyleri Avrupalılar, Amerikalılar yaptığı için, bunların haram olmadığını, âyet ile hadis ile ispata uğraşan Amerikan hayranlarını görüyoruz. İslamiyeti, kâfirlerin adetlerine, tapınmalarına çevirmeye uğraşan, bozuk kitapları okumamalıyız. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında gösterilen, doğru yoldan ayrılmamalıyız. Din düşmanlarının, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile süsledikleri, yaldızlı yeni fetvalara, kitaplara, mecmua ve gazetelere aldanmamalıyız. Senenin on bir ayında, din düşmanlığı yapan, Ramazan gelince, para kazanmak için, müslüman imiş gibi dinden bahs eden yazıları, din cahili gazeteleri okumamalı, bunlara inanmamalıdır!].
Evliyânın keşfinde hata etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihatta yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyâya dil uzatılmaz. Belki hata edene de, bir derece sevap verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatalı işlerde sevap verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevap verilmez. Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için senettir. Başkalarına senet olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için senettir. O hâlde, Evliyânın yanlış ilhamlarına, keşiflerine uymak câiz değildir. Müctehidlerin “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” hata ihtimali olan sözlerine de uymak câiz ve hatta vâcibdir.
Tasavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden bazısının, bu mahluklar aynasında gördükleri de, böyledir. İster (Şuhûd-i vahdet) desinler, ister (Şuhûd-i ehadiyet) desinler, Allahü teâlâda, mahluk sıfatları yoktur ki mahluklarda görülebilsin. Mekanı, yeri olmayan, bir yerde yerleşmez. Mahluklara hiç benzemeyeni, mahlukların dışında aramak lâzımdır. Yeri olmayanı, madde ve mekanın dışında aramalıdır. Âfâkta ve enfüste, yani insanın dışında ve kendisinde görülen her şey O değildir. Onun alâmetleridir. Evliyânın büyüklerinden Behâüddîn-i Nakşbend “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu ki (Görülen, işitilen ve bilinen her şey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercümesi:
Her şekil dardır, mânâ, nasıl sığar?
dilenci kulübesinde, sultanın ne işi var?
Şekle bakan gâfil, manadan ne anlar?
cemali görmeyince, cananla ne işi var?
Sual: Nakşbendiyye ve diğer tasavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, vahdet-i vücûd, ihâtâ, kurb, maiyet-i zâtîye ve kesrette vahdeti görmek ve kesrette ehadiyeti görmek gibi şeyler olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?
Cevap: Bunları, tasavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu makâmları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakir kendi halimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmıştım. Şunu da bildirelim ki bazı büyüklerin bâtını [kalbi ve ruhu], hiçbir şeye benzemeyen bir mevcudu ararken, zâhiri, bedeni mahluklar arasında olduğu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile şereflendirirler. Bâtını, bir olan mevcudu ararken, zâhiri, Onu mahlukların aynasında görmektedir. Nitekim, kıymetli babâmin böyle olduğunu, yukarıda bildirmiştim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdiğim uzun mektupta, daha uzun anlatmıştım. Burada kısa kesmek uygundur.
Sual: Hâlik başka, mahluk başka olunca ve Zât-ı ilâhî, mahluklara yakın olamaz, ihâtâ etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyada görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?
Cevap: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Mesela, aynaya bakan bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde değildir. Çünkü, aynada sûretini görmemiştir. Çünkü, aynada sûret, şekil yoktur ki görsün. Fakat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü mazur görürüz.
Büyüklerin, saklamak gereken böyle hallerini bildirmelerine sebep, başkasını taklit etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücudu kabul edenler de, inkâr edenler de, kendi keşif ve ilhamlarını söylemişlerdir. Keşif, ilhâm, başkalarına senet olamaz ise de, ilhâm olunan Zât için, kıymeti inkâr olunamaz.
İkinci cevap olarak deriz ki herhangi iki şey arasında, ortak olan sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahluklar, Allahü teâlânın kendisinden her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşte müşterek olan cihetler de vardır. Allahü teâlânın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebep olan noktalar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Hâlik ile mahluk, birbirinin aynıdır diyerek gördüklerini doğru söylüyorlar. Sözleri yalan olmuyor. Zât-ı ilâhînin yakın olması, ihâtâ etmesi için olan sözleri de, böyle söylemişlerdir, vesselâm.