Bu mektup, Hâce Muhammed Haşim’e “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmıştır. Ashâb-ı kirâmın üstünlüklerinin nasıl olduğunu ve tarîkat-i aliyye-i Nakşbendiyyede riyâzet çekilmesi olmadığını ve bu yolun niçin hazret-i Ebu Bekr’e bağlı olduğunu ve bir Peygamberin velâyetindeki sâliki, başka bir Peygamberin velâyetine geçirmeyi ve gömleğin önü açık olmalı mı yoksa olmamalı mı ve kelime-i tevhit ve zikri ve birkaç edebi bildirmektedir. Bu mektup, Mektûbât’ın 1. cildinin son mektubu olmaktadır. Hepsi, Resûller adedince ve Bedir gazvesindeki mücahitler adedince, 313 olmaktadır. Bu mektubun sonuna, büyük oğlunun birkaç mektubunun da eklenmesini emir buyurdular. Böylece, dua ve Fâtiha okunmasını dilediler:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun çok sevdiği Peygamberine salât ve selâm olsun! Din ve dünya saadetinize dua ederim!
Kardeşim, Muhammed Haşim “rahmetullahi teâlâ aleyh”! Mir Seyyid Muhibbullah’ın mektubunda da bildirdiğiniz sorulara, bildiğim kadar cevap yazarak gönderiyorum:
Sual 1: Allahü teâlâya yaklaşmak için, Fenâ-fillâh ve Bekâ-billah ve Cezbe ile Sülûk makâmlarının hepsini geçmek lâzımdır.
Ashâb-ı kiram “rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn”, mahlukların en iyisinin “aleyhi ve aleyhimüssalevatü vetteslîmât” sohbetinde bir kere bulunmakla, bütün ümmetin Evliyâsından daha üstün oldular. Acaba bütün bu Seyr ve Sülûk ve Fenâ ve Bekâ, bunlarda bir sohbette mi hâsıl oldu? Yoksa, bu bir sohbet, seyr ve sülûkun ve fenâ ve bekânın hepsinden daha mı üstün idi?
Ashâb-ı kiramın “rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn” Fenâ ve Bekaları, O hazretin “aleyhi ve alâ alihissalatü vesselâm” teveccühü ve tasarrufu ile mi idi? Yoksa, yalnız müslüman olmakla mı idi? Bunlar sülûk ve cezbe hallerini ve makâmlarını biliyorlar mı idi? Yoksa, bilmiyorlar mı idi? Eğer biliyorlar idi ise, bu hallere ve makâmlara ne isim vermişlerdir? Eğer onlarda sülûk ve cezbe yolları yoktu denirse, bu tarîkatlerin bidat-i Hasane olmaları lazım gelmez mi?
Cevap 1: Bu güç sorularınızı cevaplandırmak, yazmakla olmaz. Bir arada bulunmak, uzun zaman hizmet etmek lâzımdır. Bu kadar zaman içinde kimsenin söylemediği şeyleri bir defada söylemek ve bir kalemde yazmak kolay olur mu sanıyorsunuz? Fakat, sorduğunuz için, cevapsız bırakmak da olamaz. Elimden geldiği kadar bunu çözmeye çalışacağım, iyi dinleyiniz!
Fenâ ve Bekâ ve Sülûk ve Cezbe ile olan yaklaşmaya Kurb-i velâyet denir. Bu ümmetin evliyâsı, bu yaklaşmak ile şereflenmişlerdir. Ashâb-ı kiramın, Hayır-ül-enamın sohbetinde “aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm” kavuştukları yakınlık ise, Kurb-i nübüvvettir. Resûlullaha uyarak ve Ona vâris olarak kavuşmuşlardır.
Böyle yaklaşmakta, ne Fenâ vardır, ne Bekâ ve ne Cezbe vardır, ne de Sülûk. Bu kurb, velâyet kurbundan katkat daha yüksek ve üstündür. Çünkü bu kurb, asla yaklaştırır. Velâyet kurbu ise, zılle, gölgeye yaklaştırır. Ne kadar başka olduklarını buradan anlamalıdır. Fakat, herkesin anlayışı bu mârifetin tadını alamaz. Nerde ise, bu ümmetin yüksekleri de, bu mârifeti anlamakta, câhiller gibi kalırlar. Fârisî beyt tercümesi:
Ebu Ali Sînâ kalenderlik yapsaydı,
kalenderlerin hepsi sofi olurlardı.
Evet, eğer Peygamberlik kurbunun kemâllerine, velâyet kurbu yolundan çıkılırsa, o zaman Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk lazım olur. Çünkü, velâyet kurbunda yükselmek için, bunlar lâzımdır. Fakat, Velâyet yolundan gidilmeyip, Peygamberlik kurbunun caddesi seçilirse, Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk hiç lazım değildir. Ashâb-ı kiram, nübüvvet kurbunun caddesinden ilerlediler. Bunun için, Cezbe, Sülûk, Fenâ ve Bekâ, bunlara hiç lazım olmadı. Bu mârifeti, Mevlânâ Emanullaha yazılan mektupta da arayınız! Bu fakir, mektuplarımda ve kitaplarımda, halimin sülûk ve cezbenin ötesinde ve tecellîlerin, zuhûrların ötesinde olduğunu yazmıştım. O yazılarımda, işte bu (Nübüvvet kurbu) nu bildirmiştim. Hacem hazretlerinin hizmetlerinde iken, bu devlet hâsıl olmuştu. Bunu Hâce hazretlerine şöyle bildirmiştim: Bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, o halin karşısında, (Seyr-i enfüsî), (Seyr-i âfâkî) gibi oldu. Bu hâlimi bildirmek için bu kelimelerden başka söyleyecek bir şey bulamadım. Bu şaşılacak halim, seneler geçtikten sonra, yerleşmeye, anlaşılmaya başlayınca, kısaca yazmaya kalkışmıştım. Bu nimeti ihsan eden Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ ihsan etmeseydi, biz bunu bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri doğru olarak gönderilmişlerdir.
Yukarıda bildirdiklerimizden anlaşılıyor ki, Fenâ ve Bekâ ve Cezbe ve Sülûk isimleri sonradan konulmuştur. Meşayıhın meydana çıkardıkları kelimelerdir. Mevlânâ Câmî “aleyhirrahme” Nefehat kitabında yazıyor ki, “Fenâ ve Bekâ kelimelerini ilk olarak kullanan Ebu Saîd-i Harrâz’dır “kuddise sirruh””.
Sual 2: Tarîkat-ı aliyye-i Nakşbendîyede sünnete uyulur. Halbuki O Server “aleyhi ve alâ alihissalatü vesselâm” şaşılacak riyazetler ve sıkıntılı açlıklar çekti. Bu yolda ise, riyazetleri yasak etmişlerdir. Hatta riyazetler, sûretlerin, görüntülerin keşiflerine sebep olduğu için, zararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sünnete uymakta zarar bulunabileceğini düşünmek, şaşılacak bir şey değil midir?
Cevap 2: Sevgili kardeşim! Riyazetler çekmenin bu yolda yasak olduğunu yazıyorsunuz. Riyazetlerin bu yolda zararlı bilindiğini nerede işittiniz? Bu yolda, nisbeti hep korumak ve sünnet-i seniyeye uymak “alâ sâhibihessalatü vesselâmü vettehıye” ve hallerini örtmeye çalışmak ve orta halli yaşamak ve yiyecekte, giyecekte ve her şeyde orta hâli gözetmek vardır. Bunların hepsi, riyazat-i şakka ve mücahedât-i şedidedir. Câhiller bunları riyâzet saymazlar. Mücâhede bilmezler. Bunlara göre, riyâzet ve mücâhede, yalnız açlık çekmektir. Çok aç kalmayı pek kıymetli sanırlar. Çünkü, hayvanlar gibi yaşayan bu kimseler, yemeye, içmeye çok önem verirler. Hep bunları düşünürler. Bunun için, yememek, içmemek bunlara ağır riyâzet görünür ve sıkı mücâhede olur. Bu câhiller, nisbetin hep korunmasına ve sünnete uymaya “alâ sâhibihessalatü vesselâmü vettehıye” ve benzerlerine hiç kıymet vermezler. Bunun için, bunları yapmamayı çirkin görmezler. Yapmaya çalışmayı da riyazetten saymazlar. Görülüyor ki, bu yolun büyüklerine, hallerini örtmeye çalışmak ve câhillerin kıymet verdikleri riyazetleri yapmamak lâzımdır. Böyle riyazetleri câhiller beğenirler. Aralarında yayılarak şöhrete ve afete sebep olur ve sonu kötü olur. Resûlullah, (Dinde ve dünyada parmakla gösterilmesi, insana kötülük olarak yetişir. Bundan ancak Allahü teâlânın koruduğu kimse kurtulur) buyurdu.
Bu fakire göre, uzun açlıklar çekmek, yemekte ve içmekte orta dereceyi gözetmekten çok daha kolaydır. Pek hafif olur.
Orta hâli gözetmek riyazetinin, çok aç kalmak riyazetinden daha üstün olduğu meydandadır. Yüksek babam “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Sülûkü anlatan bir kitapta görmüştüm. Maksata kavuşmak için, yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek yetişir. Bunu gözetince ayrıca zikir ve fikir lazım olmaz). Sözün doğrusu da budur. Yiyecekte, giyecekte ve her işte orta dereceyi gözetmek çok iyidir. Fârisî beyt tercümesi:
Ağzından taşacak kadar çok yeme,
açlıktan ölecek kadar az yeme!
Hak teâlâ, Peygamberimize “aleyhi ve alâ alihissalatü vesselâm” kırk erkek kuvveti ihsan eylemiştir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Ashâb-ı kiram da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile “aleyhi ve alâ alihissalatü vesselâmü vettehıye” bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerinde ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken muharebede düşmana öyle güçlü saldırdılar ki, tok olanlar bunun onda birini yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabreden 20 kişi, 200 kafire gâlip gelirdi. 100 kişi de, 1.000 kişiye galebe çalardı. Ashâb-ı kiramdan başkaları, öyle aç kalsalar, edepleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki çok olur ki, farzları yapamaz hale gelirler. Gücü yok iken, bu işte Ashâb-ı kirama benzemeye kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamayacak hale sokmak olur. İşittiğimize göre, Ebu Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” O Server gibi “aleyhi ve alâ alihissalatü vesselâm”, hergün oruç tutmak istedi. Zayıfladı, takati kalmadı. Bir gün yere yıkıldı. O Server “aleyhi ve alâ alihissalatü vesselâm” buna üzülerek, (İçinizde benim gibi kim vardır? Rabbimin huzurunda kalırım. Oradan yerim ve içerim) buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmaya kalkışmak iyi değildir.
Ashâb-ı kiram, insanların en iyisi kadar “aleyhi ve aleyhimüssalevatü vetteslîmât” açlığa dayanamadılar ise de, onun sohbetinin yardımı ile uzun açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi korunmuş değildirler. Bunu şöyle açıklarız: Açlığın safa verdiği, temizlediği meydanda bir şeydir. Çok kimselerin [Sâlih olan müminlerin] kalbine safa verir. Çoğunun da [Kafirlerin ve dünyaya düşkün olan müminlerin] nefsine safa verir. Kalbin safa bulması, insanı doğru yola götürür ve nurlandırır. [Âlem-i emrdeki nurlar, feyizler, hidayet hâsıl olur.] Nefsin safası, dalâlete sürükler ve zulmeti arttırır. [Nefs, Âlem-i halktan olduğu için, Âlem-i halktaki, bilinmeyen, kaybolan, gizli olan, çalınan şeyler, hastalıkların teşhisi, tedâvisi, cin ile tanışma gibi şeyler hâsıl olur. Böyle kafir ve sapık kimseler, müslümanların imanlarının bozulmasına sebep olurlar. ] Ahmak Eflatun, nefsinin safasına güvendi. Hayaline gelen görüntülere uydu. Bunları değerli bir şey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyina ve aleyhissalatü vesselâm” Eflatun zamanında Peygamber olmuştu. Ruhullah olan O yüce Peygambere inanmadı. (Biz gericilikten kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyacımız yoktur) dedi. Eğer kalbini karartan safası olmasaydı, hayalindeki sûretlere aldanmaz, saadete kavuşmaktan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmazlardı. Bu karanlık safayı görerek, kendini nurlu sandı. Bu safanın, nefs-i emmarenin ince kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlayamadı. Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necasete döndüğünü göremedi. Kalp böyle değildir. O, yaratılışta temizdir. Nur ile doludur. Yalnız, karanlık nefse yakın olduğu için, üzeri kararmış, kirlenmiştir. Az bir tasfiye, temizlemek ile, üzerindeki pas giderek, eski haline döner. Nur ile dolar. Nefs ise, yaratılışta karanlıktır, pistir. Kalbin emri, idaresi altına girmedikçe, daha doğrusu sünnete uymadıkça, İslamiyete sarılmadıkça “alâ sâhibihessalatü vesselâmü vettehıye”, hatta ve hatta, ancak Allahü teâlânın ihsanına kavuşmadıkça, tezkiye bulamaz, içerden temizlenemez. Yaratılışındaki pislikten kurtulamaz. Saadete, iyiliğe eremez. Eflatun, hiç aklı ermediği için, nefsinin safasını, Îsâ aleyhisselama inanan kalbin safası gibi sandı. O imanlı kalbin sâhibi gibi, kendini de, nurlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce Peygambere “alâ nebiyyina ve aleyhissalatü vesselâm” uymak nimeti ile şereflenemedi. Sonsuz felakete sürüklendi. Böyle belaya düşmekten Allahü teâlâya sığınırız!
Açlığın böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” açlıkla riyâzet çekmek yolunu tutmamışlar, yemekte, içmekte, orta dereceyi gözetmek riyazetine, tam ortada kalmaya çalışmak mücâhedesine sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlikesine düşmemek için, faydalarından da, vazgeçmişlerdir. Başkaları, açlığın faydalarını düşünerek, zararlarını göremediler. Açlık çekmeyi emretmişlerdir. Aklı olanlar, bir zarardan kurtulabilmek için, birçok faydaların bırakılacağını söylemişlerdir. İslam âlimlerinin, (Bir işin sünnet veya bidat olduğu anlaşılamasa, bidati yapmamak, sünneti yapmaktan daha iyidir) sözleri de, akıl sahiplerinin bu sözlerine benzemektedir. Çünkü bu iş, bidat ise zararlıdır. Sünnet ise, faydaları vardır. Zararlı olabileceğini, önde tutmuşlar, bidat olabileceği için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.
Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebileceği, şaşılacak bir şey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki, bu sünnet, yalnız Ashâb-ı kiram için olabilir. O zaman için olması, çok ince ve örtülü bildirilmiş olduğu için, tasavvufçuların çoğu bunu anlayamamış, kendileri de, böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zaman için olduğunu anlayarak, kendileri yapmamışlardır. Her şeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.
Sual 3: Bu yolun büyüklerinin kitaplarında yazıyor ki: (Bizim nisbetimiz, hazret-i Ebu Bekr’e bağlanmaktadır. Başka yollar böyle değildir). Yolların çoğu, İmâm-ı Cafer-i Sâdık’a bağlanmaktadır. Bu İmam da, hazret-i Sıddîk’a bağlıdır. Başka yollar da, hazret-i Sıddîk’a bağlanmış olmuyorlar mı?
Cevap 3: İmâm-ı Cafer-i Sâdık “kuddise sirruh” hazretleri, hem hazret-i Sıddîk’a, hem de hazret-i Emre bağlıdır “radıyallahü teâlâ anhüma”. Kendisinde bu 2 nisbet birleşmiş olduğu halde, her 2 nisbetin kemâlleri ayrı ayrı idi. Birbirleri ile karışmamış idi. Birçokları, İmam hazretlerinden, hazret-i Ebu Bekir’in “radıyallahü teâlâ anh” nisbetini aldı. Bunların yaratılışları Sıddîk’a uygundu. Yaratılışları hazret-i Emre uygun olanlar da, hazret-i Emrin nisbetini aldılar. Hazret-i Emre bağlandılar. Bir aralık, Benaris gölünün yanına gitmiştim. Kenk ve Çemen nehirleri bu göle akmakta idi. Her 2 nehrin sularının gölde hemen karışmadıkları görülüyordu. Sanki araları bir perde ile ayrılmıştı. Kenk nehrinin aktığı tarafta bulunanlar, bu nehirden gelen suyu içiyorlardı. Çemen nehrinin aktığı tarafta bulunanlar da, Çemen suyundan içiyorlardı.
Hâce Muhammed Parisa hazretleri “kuddise sirruh”, Risale-i kudsiyye kitabında buyuruyor ki, hazret-i Ali, Peygamberlerin sonuncusundan “aleyhi ve alâ alihissalatü vesselâm” terbiye gördüğü gibi, hazret-i Sıddîk’tan da yetişmiştir. Bunun için, hazret-i Alinin nisbeti, hazret-i Sıddîk’ın nisbetinden başka değildir denilirse, evet nisbetleri başka olmasa da, birçok incelikleri bulunduğu yerlere göre, birbirlerinden ayrılırlar. Tek bir su, bulunduğu yerlere göre, başka başka özellikler aldığı gibi, ikisinden her birine, ayrı incelikleri bakımından, ayrı bir tarîkat bağlanmış olabilir.
Sual 4: Mollâ Muhammed Sıddîk’a yazılan mektupta, yaratılışı, Velâyet-i Mûseviyye uygun olan bir talibin, rehberi tarafından Velâyet-i Muhammediyeye getirildiği hiç işitilmemiştir deniliyor. Büyük oğlunuza yazılan mektupta ise, sizi Velâyet-i Mûsevîden Velâyet-i Muhammediye getirdiler deniliyor. Bu nasıl olur?
Cevap 4: Mollâ Muhammed Sıddîk’ın “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektubunda, Velâyet-i Mûsevîden Velâyet-i Muhammediyeye geçirilmiş olduğu işitilmemiştir denilmektedir. Bunu yazarken, geçirildiği bilinmiyordu. Bunu bildirdiklerinden sonra ve geçirmeye kudret verdiklerinden sonra, sizi o velâyetten bu velâyete geçirdiler diye yazıldı. Bu 2 mektup, başka zamanlarda yazılmış oldukları için, birbirlerinin zıttı olmazlar.
Sual 5: Buradaki sufiler, önü açık entari giyiyorlar. Entarinin önü açık olması sünnettir diyorlar. Hazret-i Mirin adamları ise, yakası halkalı, kapalı yapıyorlar. Bunun doğrusu hangisidir?
Cevap 5: Biz de bunu iyi bilemiyoruz. Arabistan ahalisi önü açık entari giyerler. Sünnet böyledir derler. Hanefi mezhebinin kıymetli kitaplarından birkaçında, erkeklerin kadın elbisesi giymemeleri lazım olduğu yazılıdır. İmâm-ı Ahmed ve Ebu Davud, Ebu Hüreyre’den haber veriyorlar ki, Peygamberimiz “aleyhi ve alâ alihissalevatü vetteslîmât”, (Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lanet olsun) buyurdu. Metalibü’l-müminun kitabında, kadın, erkeklere ve erkek de kadınlara benzemesin! Benzeyenler mel’undur denilmektedir. Önü açık entarinin din adamları ile ilim sahiplerinin elbisesi olmadığı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı, zimmilerin yani gayrimüslimlerin böyle giymeleri câiz görülmüştür.
Camiu’r-rumuz kitabında, Muhit kitabından alarak, (Zimmi, din adamlarına ve ilim sahiplerine mahsus olan cübbe ve sarık gibi elbise giymemeli, kaba bezden, kadınlar gibi, yakası göğsü üzerinde entari giymelidir) diyor.
Âlimlerden çoğuna göre, önü açık ise entari olmaz, manto olur. Bunlara göre, (Entari, yani kamis), yakası omuzlarda açık olandır. Camiu’r-rumuz’da, kadın kefenini anlatırken böyle demiştir. Hidaye kitabında, kamis yerine Dir’ demektedir. (Dir’) göğse kadar açıktır. Kamisin önü omuza kadar açıktır. Çoğuna göre ikisi birdir.
Bu fakire göre, doğrusu şöyle görünüyor ki, erkeklerin kadın elbisesi giymeleri yasak olduğu için, kadınların önü açık entari giydikleri yerde, erkekler, kadınlara benzememek için, yakası kapalı giymelidirler. Maveraünnehir’de ve Hindistan’da kadınlar, önü açık entari giymektedir. Erkeklerin, yakası kapalı giymeleri lazım olmaktadır. Meyan şeyh Abdülhak-ı Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” dedi ki, (Ben Mekke’de iken şeyh Nizam-ı Narnuli’nin talebesinden biri, yakası kapalı entari ile tavaf ediyordu. Araplardan çoğu, onun kadın entarisi giymiş olduğunu görünce şaşırdılar). Görülüyor ki, adete göre hem Araplar doğrudur, hem de Hindistan ve Maveraünnehir erkeklerinin giydikleri doğrudur. Bakara suresi 148. ayetinde mealen, “Allahü teâlâ, herkesin yüzünü bir tarafa çevirir” buyruldu. Önü açık entari giymek sünnet olduğu iyi bilinseydi, Hanefi âlimleri, zimmilerin böyle giymelerine izin vermezler, yalnız din adamlarının ve ilim sahiplerinin giymelerini bildirirlerdi. Bu elbisede kadınlar başta geldikleri için, erkeklerin elbiselerini kadınların elbiselerine benzetmemeleri uygun görülmüştür.
Sual 6: Bu yolun talipleri, başlangıçta, tam ehadiyeti arıyorlar. Kelime-i tevhidi söylemek bunlara nasıl uygun olur? Çünkü, tapınacak bir şey yoktur derken, Ondan başkaları düşünülmektedir.
Cevap 6: Ondan başkalarının düşünülmesi, ehadiyete bağlanmayı düzeltmek ve terbiye etmek içindir. Başkalarına tapılamayacağını söylemek, Ona bağlı kalabilmek içindir. Yok etmek için başkalarını düşünmek, bir varlığa bağlanmaya uygunsuz olmaz. Bir varlığa bağlanmaya uygun olmayan, başkalarına bağlanmaktır. Yok etmek için, onları düşünmek değildir. Bu ikisini birbirine karıştırmamalıdır. [Zikrin çeşitleri çoktur. Bunlardan çok faydalısı, (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillahil hamd)dır. Buna (Tekbîr-i teşrik) denir. Her gün çok okumalıdır.]
Sual 7: Bu yolda yeni başlayanların ağızları ile söyledikleri zikri, kalpleri de söylemektedir. Kelime-i tevhid ile zikir ederken, kalp de bunun hepsini söylüyor mu, söylemiyor mu? Kalp de hepsini söylüyorsa, (Lâ) derken yukarıya doğru, (İlahe) derken, sağa doğru söylemek nedendir?
Cevap 7: Eğer kalp, (LÂ İLAHE İLLALLAH) kelimesinin hepsini söylerse, niçin bu kusur olsun? (LÂ) derken, hayali ile, göbekten yukarı doğru söyler. (İLÂHE) derken, yukarıdan [göğsün] sağına doğru, (İLLALLAH) derken sağdan kendine [yani kalbe] doğru söyler. Yahut, bu kelimeleri, bu 3 tarafa doğru hayali ile götürür. Ağzı ile bir şey söylemez. Böylece, kalbin ağız ile birlikte olması şartı ortadan kalkar. Sizin bu son 2 sualiniz, Fahreddin-i Râzi’nin şüphelerine benzemektedir. İyi düşünseydiniz, sormanıza hâcet kalmazdı.
EK: Son olarak, şunu da bildirelim ki, oradaki kardeşlerimiz arka arkaya yazarak, Mir [Muhammed Numan “rahmetullahi teâlâ aleyh”] hazretlerinin bu günlerde talebeyle az çalıştığını, ev yaptırmakla uğraştığını, eline geçenleri ev yapmaya harcettiğini, talebenin, kendisinden faydalanamadığını bildiriyorlar. Bunları öyle yazmışlar ki, beğenmedikleri, istemedikleri anlaşılmaktadır.
İyi biliniz ki, bu yola bağlı olanları beğenmemek, öldürücü zehirdir. Bu büyüklerin sözlerine, işlerine karşı gelmek, insanı sonsuz felakete götürür. Uçuruma sürükler, hele kendi rehberini beğenmez, ona karşı gelirse, üstadını incitirse, neye varacağını düşünmelidir! Bu büyüklere inanmayanlar, bunların bereketlerine kavuşamaz. Bunlara karşı gelenler, her zaman ziyan eder, aldanır. Rehberin “rahmetullahi teâlâ aleyh” her işi, her sözü iyi ve güzel görünmedikçe, onun yüksekliklerinden hiçbirine kavuşamaz. Eline bir şeyler geçerse, istidrâc olup, sonu yıkım ve çöküntü olur. Üstadına aşırı sevgisi ve bağlılığı olmakla beraber, içinde ona karşı kıl kadar bir beğenmemek bulunursa, bunu kendi için felaket, yıkım bilmelidir. Onun üstünlüklerinden hiçbirine kavuşamayacağını anlamalıdır.
Rehberin işlerinden birini beğenmezse ve bundan kendini kurtaramazsa, karşı gelmiş olmayacak bir yol ile, kendisinden bunu sormalı, inanmamış görünmemelidir. Bu zamanda, doğru ile yanlış, iyi ile kötü birbirleri ile karışıktır. Rehberin ara sıra, İslamiyete uymayan bir şey yaptığını görürse, kendisi bunu yapmamalı, iyi gözle bakarak, İslamiyete uygun görmeye çalışmalı, iyi tarafını aramalıdır. İyi ve uygun yerini bulamazsa, bu beladan kurtulmak için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Üstadının bundan kurtulması için, ağlayarak, dua etmelidir. Üstadının mubah olan bir şeyi yapmasından şüpheye düşerse, bu şüpheye kıymet vermemelidir. Her şeyin sâhibi olan Allahü teâlâ, mubah şeyleri yasak etmemiş, beğenmemezlik etmemiş iken, başkası, kendiliğinden nasıl karşı gelebilir. Çok yer vardır ki, bir şeyin daha iyisini yapmamak, yapmaktan daha iyi olur. Hadis-i şerifte “alâ sâhibihessalatü vesselâm”, “Allahü teâlâ, azîmetle iş yapmayı sevdiği gibi, ruhsatla yapmayı da sever” buyuruldu. Mir hazretlerinin kabz hâli, sıkıntılı hâli çok olduğu için, böyle zamanlarında, talebesi ile uğraşamayıp da, birkaç mubah işle kendini avutmak isterse, buna karşı durmak doğru olur mu? Abdullah-i Istahri hazretleri, böyle zamanlarında, av köpekleri ile birlikte, ormana ava giderdi. Büyüklerden birçoğu da, böyle zamanlarda, simâ’ ve nağme dinlemekle kendilerini avuturlardı. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafanın izinde gidenlere selam olsun “aleyhi ve alâ alihissalevatü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”!