Bu mektup, nakib Seyyid şeyh Ferid-i Buhârî “rahmetullâhi aleyh” hazretlerine yazılmıştır. Tevhid-i şühûdî ve tevhid-i vücûdî bildirilmekte, aynü’l-yakîn ve hakku’l-yakîn anlatılmaktadır:
Allahü teâlâ, size selamet versin! Her kusurdan, sıkıntıdan korusun! Âmin.
Bu yüksek insanların “rahmetullâhi aleyhim” tasavvuf yolculuğunda, önlerine çıkan tevhid iki türlüdür: Tevhid-i şühûdî, Tevhid-i vücûdî.
(Tevhid-i şühûdî) bir olarak görmektir. Yani sâlik [yolcu], her şeyi yapanı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhid-i vücûdî, var olanı, bir bilmektir. Ondan başka her şeyi yok bilmektir. Yok olmakla beraber, O bir mevcudun aynaları sanmaktır. Tevhid-i vücûdî, ilim-ül-yakîn kısmından oluyor [yani kalp ile bilmektir]. Tevhid-i şühûdî ise, ayn-ül-yakîn kısmından oluyor [yani, görmektir]. Tevhid-i şühûdî, bu yolda, elbette vardır. [Her sâlik, buna yakalanacaktır.] Çünkü, bu tevhid olmadıkça, Fenâya kavuşulamaz, ayn-ül-yakîn nasip olamaz. Çünkü, bir şey görülür ve görünmesi kuvvet bulursa, başka hiçbir şey görülemez. Tevhid-i vücûdî ise, böyle değildir. Yani, lazım değildir. Çünkü böyle mârifet [bilgi] olmadan da, ilim-ül-yakîn hâsıl olur. Mevcudun bir olduğunu, ilim-ül-yakîn ile bilmek, Ondan başka şeyleri yok bilmeyi icap etmez. Yani, Allahü teâlâyı var bilmek ve bu bilginin, insanı kaplaması, Ondan başka şeyleri bilmemeyi icap ettirmez. Mesela, bir kimsede, güneşin var olduğuna yakîn hâsıl olunca, bu yakîn, bu kimseyi kapladığı zaman, yıldızları yok bilmesi lazım gelmez. Fakat, güneşi gördüğü zaman, yıldızları elbette görmez. Güneşten başka bir şey görmez. Yıldızları görmediği için, yıldızları yok bilmez. Hatta, var olduklarını, fakat görünmediklerini bilir. Bu kimse, bu zaman, yıldızlar yoktur diyenlere inanmaz. Sözlerinin doğru olmadığını bilir. İşte tevhid-i vücûdî, bir mevcuttan başka, her şeyi yok bilmek olup akla ve İslamiyete uygun değildir. Tevhid-i şühûdî ise, mevcudu bir görmektir ve akla ve İslamiyete uygundur. Mesela, güneş doğarken, yıldızlar, yok oluyor demek, doğru değildir. Fakat, bu zamanda, yıldızları görmemek doğrudur. Güneşin ziyası çok olduğu ve insanın gözü kuvvetsiz olduğu için yıldızlar görülmemektedir. Eğer, güneşin ziyası, insanın gözünü kuvvetlendirseydi, güneşle birlikte yıldızları da görürdü. Bu görüş (Hakk-ül-yakîn) makâmında olur. İşte Sûfiyye-i aliyyenin büyüklerinden bazısının, İslamiyete uymıyor görünen sözlerini, bazı kimseler tevhid-i vücûdî sanmıştır. Mesela, Ebû Mensur-i Hallac’ın (Enelhak) sözü ve Ebû Yezid-i Bistâminin “rahmetullâhi aleyh” (Sübhâni) sözü ve bunlar gibi sözler, böyledir. Böyle sözleri, tevhid-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle, İslamiyete uygun olurlar. Bu büyükler, o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbir şey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka bir şey yoktur, demek istemişlerdir. (Enelhak) demek, ben yokum, Allahü teâlâ vardır, demektir. Kendini görmeyince, var olduğunu bilmemiştir. Yoksa, kendini görüp, Hak teâlâyım dememiştir. Böyle söylemek küfürdür.
Sual: Kendinin var olduğunu bilmemek, yok bilmek değil midir? Bu da, tevhid-i vücûdî olmaz mı?
Cevap: Var olduğunu bilmemek, yok olduğunu bilmek değildir. O zaman, şaşkınlık Hâlidir. Akıl işlemez. Hiçbir şeye hüküm, karar verecek hâlde değildir.
(Sübhâni) sözü de, Hak teâlâyı tenzîhtir. Kendini tenzîh değildir. Çünkü, kendi varlığını bilmemektedir. Bir şeye hüküm edemez.
[Hindistan’daki İslam alimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül-bahreyn) de diyor ki (Tasavvuf büyükleri, İslamiyete uymayan sözleri söylerken çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter. İhtiyarını giderir. Tasavvuf sarhoşları da, böyle şuursuz konuşmuşlardır. Bu hallerinde mazur iseler de, böyle sözlerine uymak câiz değildir).].
(Ayn-ül-yakîn) makâmı, hayret, şaşkınlık makâmıdır. Bu makâmda, bâzıları, böyle şeyler söylemiştir. Bu makâmdan kurtarıp da, hakk-ul-yakîn makâmına çıkarırlarsa, böyle şeyler söyleyemez ve haddi aşmazlar.
Zamanımızda, tarîkata girmiş birçok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek, tevhid-i vücudîyi dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor. İlim-ül-yakine saplanıp, ayn-ül-yakinden mahrum kalmışlardır. Tasavvuf büyüklerinin sözlerine kendi hayalleri ile mânâ vererek, böyle sözleri, övünerek, her yerde söylemektedirler.
Tasavvuf büyüklerinin kitaplarında, tevhid-i vücudîyi gösteren, böyle sözler görülürse, ilk zamanlarında, ilim-ül-yakîn mertebesinde söylemiş olduklarını, sonra bu makâmdan ilerleyip, ayn-ül-yakîn makâmına götürüldüklerini düşünmelidir.
Sual: Tevhid-i vücûdî sâhibi olan, mevcutü [yani var olanı] bir bildiği gibi, bir vücut [varlık] görmektedir. Yani ayn-ül-yakîn mertebesine de mâliktir.
Cevap: Tevhid-i vücûdî sahipleri, tevhid-i şühudînin, âlem-i misâldeki sûretini görmektedir. Tevhid-i şühudîye kavuşmamıştır. Tevhid-i şühûdî başkadır. Âlem-i misâlde gördükleri, bu sûreti başkadır. Çünkü, tevhid-i şühûdî mertebesinde, hayret, şaşkınlık hâsıl olur. Hiçbir şeye hüküm edemezler. Halbuki tevhid-i vücûdî sâhibi, tevhid-i şühudînin, âlem-i misâldeki sûretini gördüğü zaman yine ilim sâhibidir. Çünkü, her şeyin yok olduğunu bilmektedir. Yok demek, bir hüküm, karar vermektir. Hayret ile ilim, birlikte bulunamaz. O hâlde, tevhid-i vücûdî sâhibi, ayn-ül-yakîn makâmına varmamıştır. Halbuki tevhid-i şühûdî sâhibini hayret makâmından ileri götürürlerse, hakk-ul-yakîn makâmındaki mârifete kavuşur ki bu makâmda ilim ile hayret birlikte bulunur. Hayretsiz olan, hayretten önce olan ilim, ilim-ül-yakindir. Bu cevabı, bir misal ile aydınlatalim:
Devlet reisi olmaya elverişli bir kimse, rüyada, kendini devlet reisi olmuş, o makâmda o işin başında görür. Fakat, bu kimse, elbette devlet reisi olmamıştır. Yalnız âlem-i misâldeki sûretini, kendinde görmüştür. Devlet reisliği nerede, rüyada gördüğü sûret nerede! Şu kadar var ki rüyası, âlem-i misâldeki sûret olmakla beraber, bu kimsenin, bu sûretin aslı olan makâma kavuşmaya elverişli olduğunu haber vermektedir. Eğer çalışır, uğraşırsa, Allahü teâlânın ihsanı ile o makâma kavuşabilir. Bir şeye elverişli olmak ile o şeye kavuşmak, hiç aynı olur mu? Aralarında, çok fark vardır. Ayna yapılacak cam parçası, ayna olmadıkça büyüklerin eline kavuşamaz. Onların cemali ile şereflenemez.
Bu ince bilgileri yazmaktan maksadım, zamanımızda bâzıları özenerek, bir kısmı da, yalnız işiterek, bir kısmı ise, hem işiterek, hem de zevk alarak ve bâzıları da sapıklık ile ve zındıklık ile tevhid-i vücûdî yolunu tutmuş, sevâbı, iyiliği, kötülüğü, her şeyi, Allah yapıyor diyor. Hatta, her şeyi Hak teâlâ biliyorlar. Bu kurnazlıkla İslamiyete uymuyor, emirleri yapmıyorlar. Böylece, işin kolay tarafını bulmuşlar. İbâdet etmek lâzımdır deseler bile bunlar ikinci derecededir, asıl maksat, İslamiyetin üstünde, başka şeydir diyorlar. Haşa ve kella! Öyle değildir. Hiç de, dedikleri gibi değildir. Bunların kötü düşüncelerinden, Allahü teâlâya sığınırız!
Tarîkat ve İslamiyet, birbirinden başka, ayrı iki şey değildir. Aralarında kıl ucu kadar fark yoktur. Ayrılıkları, yalnız, topluluk ve genişlik, ilim ile ve keşif ile olmaktır. İslamiyete uymayan her şey bozuktur. Atılması lâzımdır. İslamiyetin istemediği bir müslümanlık, zındıklıktır. İslamiyete yapışarak hakikati aramak, tasavvuftur.
Allahü teâlâ, bizi ve sizi ve bütün milletimizi, insanların efendisinin “aleyhisselâm” yoluna, hem zâhirde, hem bâtında, tam uymakla şereflendirsin! Âmin.
Sevgili hocam “kaddesallahü sirreh” çok zaman, tevhid-i vücûdî yolunda idi. Risalelerinde ve mektuplarında, bu yolu gösterdi. Fakat sonra, Hak teâlâ lütfederek, bu makâmdan ilerletti. Bu dar bilgilerden kurtardı. Talebesinden Abdülhak diyor ki son hastalığından bir hafta evvel buyurdu ki (Pek iyi anladım ki tevhid-i vücûdî, dar bir sokak imiş. Ana cadde, başka imiş. Böyle olduğunu, önceden de biliyordum. Fakat, şimdi , pek yakîn anladım). Bu fakir [yani İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”], hocama hizmet ettiğim zamanlar, tevhid-i vücûdî yolunda idim. Bu yolu kuvvetlendiren keşifler hâsıl olmakta idi. Fakat, Allahü teâlânın ihsanı, bu makâmdan kurtarıp, dilediği makamla şereflendirdi. Sözü uzatmamak için, burada kesiyorum. Vesselâm.