Bu mektup, yine nakib Seyyid şeyh Ferid’e “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmıştır. Allahü teâlânın var ve bir olduğu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun resûlü olduğu bedihidir, pek meydandadır. Düşünmeye bile lüzum olmadığını bildirmektedir:
Allahü teâlâ sizi, kerim olan babalarınızın yolundan ayırmasın. Onların en üstünü olan birincisine ve geri kalanların hepsine, bizden duâlar ve selamlar olsun! Allahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu, hatta Muhammed aleyhisselâmın, Onun resûlü olduğu ve hatta onun getirdiği her emrin ve haberlerin, doğru olduğu, güneş gibi meydandadır. Düşünmeye, ispat etmeye hiç lüzum yoktur. Kalbin bunlara inanması için, kalbin bozuk olmaması, mânevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. Kalp hasta ve bozuk olunca, kalbin inanması için, akıl ile düşünmek, incelemek lazım olur. Ancak bu sûretle kalp (tasfiye) bulur, yani hastalıktan kurtulur. (Basiret) den yani kalp gözünden mânevî perde kalkarsa, bunlara seve seve inanılır. Mesela, safrası bozuk kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, ispat etmek lazım olur. Fakat, safra hastalıktan kurtulunca, ispat etmeye lüzum kalmaz. Hastalıktan dolayı ispat etmek lazım olması, şekerin tatlılığına bir kusur vermez. Şaşı olan, 1 şeyi 2 görür ve 2 kişi var sanır. Şaşıdaki göz hastalığı, karşısındaki bir şeyin, 2 olmasını icap ettirmez. O 2 gördüğü hâlde, görünen yine birdir. Bunun bir olduğunu ispat etmek çok zordur. [Doppelsehen denilen göz hastalığı olanlara ahvel denir.] [Müslüman olmak için, yalnız kalbin îman etmesi, inanması lâzımdır. Fakat, her müslümanın kalbine, dahili düşmanı olan nefsinden ve hârici düşmanları olan şeytanlardan ve kötü arkadaşlardan hastalık gelmektedir. Nefs, yaratılışta ahkâm-ı İslamiyeye düşmandır. Kalbin hasta olması, [nefse uyması demektir, yani İslamiyete uymak istememesidir. Yani, İslamiyetin emirlerinin tadını duymamak, yasak ettiklerinden zevk almaktır.] Bu yasaklara (dünya) denildiği, 197. mektupta yazılıdır. Dünyaya düşkün olmak, kalpteki imanı zayıflatmaktadır. Bir kimse, nefslerinin esiri olan gâfil insanların sohbetlerinden, sözlerinden, yazılarından, kitaplarından, radyolarından, televizyonlarından uzaklaşırsa ve nefsi (tezkiye) olursa, yani inkâr hastalığından kurtulursa, bu dahili ve hârici düşmanlardan kalbe hastalık gelmez. Mevcûd hastalık da, İslamiyete uyarak, (istiğfar okuyarak) tasfiye edilince, kalp hakiki imana kavuşur. Nefsin cibilli hastalığından tezkiyesi ve kalbin hariçten gelen hastalıktan tasfiyesi, mürşid-i kamilin sohbetinde bulunmakla, kitaplarını okumakla ve ahkâm-ı İslamiyeye uymakla nasip olur. 42. ve 52. mektuplara bakınız! Mürşid-i kâmil, bütün sözleri, bütün işleri, İslamiyete uygun olan, Ehl-i sünnet alimi demektir. İslamiyeti iyi bilmesi, derin âlim olması lâzımdır.]
Din bilgilerini, akıl ile ispat ederek [kalbe] inandırmak, kolay değildir. Yakînî, vicdanî bir îman elde etmek için, ispat yoluna gitmektense, kalbi hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Nitekim, safra hastasını, şekerin tatlı olduğuna inandırmak için, ispat etmeye kalkışmaktansa, onu hastalıktan kurtarmak lâzımdır. [Safrası bozuk olan hastaya] şekerin tatlı olduğu, ne kadar ispat edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünkü, şeker ağzına acı gelmekte, vicdanı acı olduğunu bilmektedir.
[Seyyid Abdülhakîm “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Müdrike) yani bir şeyi (anlamak) kuvveti 3’tür: Üçünün de doğru anlayabilmeleri için, bulundukları uzuvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen (his organlarındaki kuvvetler) olup görme, işitme, koklama, gıdanın lezzetini alma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.
İkincisi, (akıl kuvvetleri) olup hiss-i müşterek, hafıza, vahime, mütesarrıfa ve hazanet-ül-hayal denilen görünmeyen beş organdaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimağında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yoktur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veya tecrübe ile yahut hesap ile anlar. İyiyi fenâdan, faydalıyı zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesap, bu kuvvetlerle yapılır.
Üçüncüsü, (kalp kuvveti) olup müslümanların havassına, yani yüksek olan seçilmiş kimselere mahsustur. Kalpteki bu mânevî anlama kuvvetine (Basiret) denir. Bu kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akıl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akıl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalp kuvvetleri ile anlaşılan bilgileri [din bilgilerini ve mesela mârifetullahı], bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır.
Bunlardan da daha üstün Nebîler, Nebîlerden daha üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül’azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelimiyet, Ruhiyet, Hullet ve Mahbubiyet mertebeleri vardır ki bu en üstün derece, Muhammed aleyhisselâma mahsustur. Kalp [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur. Elektriğin ampulde, mıknatısın elektrik tellerinin makarasında hâsıl olması gibidir.
İnsanlarda bulunan nefs-i emmare, din bilgilerine inanmamakta, tabiati, yaratılışı, İslamiyete uymamaktadır. [Bunun için, İslamiyete uymak, nefse acı gelmekte, ona uymak istememektedir. Kalp ise, yaratılışında temizdir, salimdir. Fakat, nefsin İslamiyete uymak istememesi hastalığı, kalbe sirâyet ederek, kalp de İslamiyete uymak istemiyor. İslamiyete inanıyor ise de, uyması acı geliyor.] İslamiyetin doğruluğunu ispat için, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, hasta olan kalpte buna yakîn hâsıl olması, çok güç olur. [Kalpte yakîn hâsıl olması için, dahilden ve hariçten hastalık gelmemesi, gelmiş olanın da tasfiyesi lâzımdır. Bunun için, nefsi (tezkiye) etmekten, yani cibilli olan inkâr hastalığından ve kalbi şeytandan ve fenâ arkadaştan kurtarmaktan başka çare yoktur. Nefsi tezkiye, ahkâm-ı İslamiyeye uymakla, sonra (kelime-i tevhid denilen Lâ ilâhe illallah zikrini çok söylemekle), sonra bir Velînin sohbeti ile sonra râbıtası ile sonra hayat hikayesini okumakla olur. Kalbin tasfiyesi, ibâdet yapmakla, bilhassa farz namazları kılmakla ve çok istiğfar okumakla olur. Kalp böyle temizlendiği gibi, nefsin de, Kelime-i Tevhid okumak ile temizleneceği 52. ve 78. mektuplarda yazılıdır. Mektep, meslek arkadaşı, öğretmen, gazete, televizyon, radyo, İslamiyete, ahlaka muhalif ise, bunların fenâ arkadaş oldukları anlaşılır. Kalp, bu 3 düşmanın [Nefsin, şeytanın, kötü arkadaşın] şerrinden, hücumundan kurtulunca, (tasfiye) bulur, yani haramları sevmek hastalığından kurtulur. Allah sevgisi, kendiliğinden yerleşir. Suyu boşalan şişeye havanın dolması gibi olur.] Veşşemsi sûresi 9. âyetinde meâlen, (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günahta, cehalette, dalâlette bırakan, ziyan etti) buyruldu.
[Mevakib tefsirinde diyor ki (Nefs tezkiye edilince, kalp tasfiye bulur. Yani nefs, kötü isteklerden kurtarılınca, kalbin mahluklara, haramlara bağlılığı kalmaz. Fârisî beyt tercümesi:
Haramları istemekten, kesilmedikçe nefs,
kalp ilâhî nurlara, ayna olamaz hiç!
Nefsin kötülükleri, pislikleri demek, İslamiyetin beğenmediği, haram ettiği şeyler [yani, dünya] demektir). Şimdi bâzıları, Allahü teâlânın fenâ dediği, yasak ettiği şeylere, moda, asrilik, ilericilik diyor. Allahü teâlânın beğendiği, emrettiği şeylere gericilik, cahillik diyor. Haram işleyenlere sanatkar, aydın, ilerici insan, müslümanlara mürteci, yobaz, gerici diyenler oluyor. Bunlara aldanmamalı. Dini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmelidir.]
Görülüyor ki bu açık, parlak İslamiyete ve temiz, doğru yola inanmayan kimsenin kalbi, şekerin tadını anlayamayan safralı gibi, hastadır. Fârisî Mısra tercümesi:
Bir kimse, kör ise, güneşin suçu ne?
Seyr ve sülûktan [yani tasavvuf yolunda ilerlemekten] maksat, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmektir. Yani nefsi ve kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. Bakara sûresinde, “Kalplerinde hastalık vardır mealindeki 9. âyet-i kerimede bildirilen hastalık tedâvi edilmedikçe, hakiki îman ele geçmez. Bu afetler var iken, akıl yolu ile kalpte hâsıl olan îman, imanın sûretidir. Çünkü nefs, bu imanın tersini istemekte, küfründe inat ve israr etmektedir. Böyle îman, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna îman etmesi gibidir. Her ne kadar inandım derse de, vicdanı, şekeri acı bilmektedir. Safrası düzeldikten sonra, şekerin tatlı olduğuna hakiki îman hâsıl olur. İmanın hakikati de, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itminanından sonra kalpte hâsıl olur. [İtminân, hakiki inanmak demektir.] İşte böyle hakiki îman yalnız Evliyâda bulunur ve elden gitmez. Yunus sûresinde, “Biliniz ki Allahü teâlânın Evliyâsı için, azap korkusu, nimetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur!” mealindeki 62. âyet-i kerimedeki müjde, böyle îman sahipleri içindir. Allahü teâlâ, hepimizi bu kâmil, hakiki imanla şereflendirsin! Âmin. [63. mektubu okuyunuz!]