Bu mektup, yine büyük mürşidine yazılmıştır. Bekâ ve sahv makâmındaki halleri bildirmektedir:
Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek kapınıza sunar ki sahva getirdikleri ve bekâya kavuşturdukları günden beri şaşılacak bilgiler ve işitilmemiş mârifetler durmadan, birbiri ardınca ihsan olunmaktadır. Bunların çoğu, büyüklerin söylediklerine ve bildirdiklerine uymamaktadır. “Vahdet-i vücûd” ve buna benzer şeyler için söyledikleri şeyleri daha o hâlin başında ihsan ettiler. Çoklukta, yani mahluklar aynasında birliği, yani yaratanı görmek hâsıl oldu. Bu makâmdan çok yukarı derecelere çıkardılar. Bu bilgilerden çeşit çeşit bildirdiler. Fakat, o makâmların ve mârifetlerin alâmetleri, işaretleri, o büyüklerin sözlerinden açıkça anlaşılamıyor. Büyüklerden birkaçının sözlerinde kısaca ve kapalı bildirilmiştir. Bunların doğru olduğuna en sağlam şâhit, İslamiyet ve Ehl-i sünnet âlimlerinin söz birliği ile bildirdiklerine uygun olmalarıdır. Hiçbir şey din-i İslâma uygunsuz olmuyor. Hiçbiri filozoflara ve onların kısa akılları ile anlayıp bildirdiklerine uygun düşmüyor. Hatta, İslam âlimlerinden olup da, Ehl-i sünnetten ayrılmış olanların bildirdiklerine de uymuyor.
Kaza ve kader bilgisinde, kulun kuvvetinin işe tesir ettiği gösterildi. İşi yapmadan evvel gücü, kudreti yoktur. İş yapılırken kudret verilir. Teklif, yani Allahü teâlânın emirleri ve yasakları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi sebeplerde ve uzuvlarda selâmet bulunduğu zaman yapıldığı anlaşıldı. Bu makâmda kendimi Hâce Nakşbend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinin izinde buluyorum. Kendileri bu makâmda idi. Hâce Alaüddîn-i Attâr hazretleri de, bu makâmdan pay almıştır. Bu yüksek zincirin büyük halkalarından biri, Hâce Abdülhâlik-i Gucdüvânî “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleridir. Eski büyüklerden, Hâce Mâ’rûf-i Kerhî ve İmâm-ı Davûd-i Tâî ve Hasan-ı Basrî ve Habîb-i Acemî “kaddesallahü teâlâ esrârehümül mukaddese” hazretleri de bu makâmdadırlar. Bu makâmdaki hallerin sonu, tam bir uzaklık ve yabancılıktır. İş, ilaç kabul etmez hâle gelmiştir. Perdeler arada oldukça çalışarak, uğraşarak perdeler kaldırılabilir. Şimdi kendini büyük bilmesi en büyük perdesidir. Onu bu dertten kurtaracak bir tabib ve okuyacak bir sâlih yoktur. Sanki tam bir yabancılığa ve ayrılığa, kavuşmak ve birleşmek adını vermişler. Yazıklar olsun! Yusuf ile Zeliha’nın beyti onun haline uygundur.
Fârisî beyt tercümesi:
Defi dinliyor ve bu ses dosttandır diyor,
Def çalanın eline, ondan kuvvet geliyor.
Şuhûd nerede ve gören kimdir ve görülen nedir?
Fârisî Mısra tercümesi:
Yüzünü mahluka nasıl gösterir O?
Arabî Mısra tercümesi:
Toprağa olan nerede, her şeyin sâhibine olanlar nerede?
Kendimi güçsüz yaratılmış bir kul biliyorum. Bütün âlemi de ve her şeyin yaratanı olan tam kudret sâhibini de biliyorum.
Ve O’nu yaratıcı ve her şeye gücü yetici olmaktan başka türlü bilmiyorum. Mahluklarına benzemesi ve her şeyde O’nun görünmesi gibi şeyler bilmiyorum.
Fârisî Mısra tercümesi:
Hangi aynada görülebilir O?
Ehl-i sünnet âlimleri bazı işlerinde kusur yapsa bile onların Allahü teâlâ için ve O’nun sıfatları için söyledikleri bilgiler, o kadar çok doğru ve o kadar çok nurludur ki o sözlerin güzelliği yanında, o kusurları hiç görünmüyor. Tasavvufçulardan çoğu, o kadar riyâzetler ve mücâhedeler, sıkıntılar çektikleri hâlde, Allahü teâlânın Zâtı için, sıfatları için inanışları, tam doğru olmadığından, bunlarda öyle güzellik görülmüyor. Bunun için, âlimlere ve ilim öğrenenlere muhabbet çok oluyor. Onların hâli, tatlı geliyor. Onların arasında bulunmak istiyorum. Dört başlangıçtan olan Telvîh kitabını onlarla konuşmak ve Hidâye fıkıh kitabını onlarla birlikte okumak arzu ediyorum.
Allahü teâlânın ilminin bütün mahluklarla beraber olduğunu ve her şeyi kaplamış olduğunu, âlimlerin bildirdikleri gibi anlıyorum. Bunun gibi, Allahü teâlâ bu mahluklar değildir. Bunlara bitişik, bunlardan ayrı, bunlarla birlikte, bunlardan uzak, âlemi kaplamış, her şeye sinmiş olmadığını biliyorum. İnsanların kendilerini, sıfatlarını ve işlerini Allahü teâlâ yaratıyor, biliyorum. Onların sıfatlarının, O’nun sıfatı ve onların işlerinin O’nun işleri olmadığını anlıyorum. Her işin Onun kudreti ile yapıldığını, mahlukların kudretleri ile olmadığını anlıyorum. Ehl-i sünnet âlimleri de böyle söylemektedir. Allahü teâlânın yedi sıfatının var olduğunu ve irâde sıfatının da olduğunu biliyorum. Kudret sıfatının, bir işi yapmaya ve yapmamaya gücü yetmek olduğunu iyi anlıyorum. İsterse yapar, istemezse yapmaz demek değildir. Çünkü, istemezse demek, irâde sıfatı yok demektir. Bu ise olamaz. Kudreti, filozoflar ve bazı tasavvufçular böyle anlamışlardır. Bu sözleri, Allahü teâlânın mecbur olmasını gösterir. Onu tabiat kanunları gibi yapmış olurlar. Her şeyi tabiat yapıyor demelerine uygun olur. Kaza ve kader bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi anlıyorum. Mal sâhibi, mülk sâhibi, kendi malını, mülkünü dilediği gibi kullanır. İnsanların bir işe uygun yaratılmasını, yani kabiliyet ve istidadı, hiç tesirli görmüyorum. Çünkü, tesir olursa insanlar mecbur edilmiş olur. Allahü teâlâ seçer, dilediğini yapar. Başa gelenleri bildirmek vazife olduğu için, saygısızlık olacak kadar yazdım.
Fârisî Mısra tercümesi:
Köle, kendi haddini bilmelidir.