Bu mektup, yine yüksek mürşidine yazılmıştır. Geri dönüş makâmlarındaki halleri bildirmektedir:
Bu köleniz, gaflet uykusuna dalmıştır.Yüzü siyahtır, kusurları çoktur, huysuzdur, eline geçen birkaç şeye aldanmıştır. Kavuşmak ve yükselmek düşüncesi ile başı dönmüştür. Her işi, sâhibine karşı gelmektir. İyi, faydalı şeyleri yapmaz. Herkes görsün diye süslenir. Allahü teâlânın her ân gördüğü gönlünü yıkmaktadır.
Hep gösteriş için çalışmaktadır. Bunun için gönlü, ruhu kararmaktadır. Sözleri, düşüncelerine uymaz. Düşünceleri de hep saçmadır. Bu gaflet uykusundan, bu saçma düşüncelerden ele ne geçebilir? Böyle sözlerin, böyle düşüncelerin ne faydası olur? Hep zararda, hep alçalmaktadır. Anlayışı kıt, gittiği yol bozuktur. Fesat karıştırır, kötülüklere sebep olur. Başkalarına zararı çok, kendi günahları pek çoktur. Ayıplardan, kusurlardan yapılmış bir heykel gibidir. Günahlar yığınıdır. İyilik olarak yaptıkları bir işe yaramaz, hep atılır. Faydalı ve güzel bildiği işleri hep kötüdür, beğenilmez. (Çok Kurân-ı Kerîm okuyan vardır ki Kurân-ı Kerîm ona lanet eder) hadis-i şerifi tam onun haline uygundur. (Çok oruç tutanlar vardır ki orucundan eline geçen yalnız açlık ve susuzluktur) hadis-i şerifi onun hâlini göstermektedir. Bu hâlde olan bir kimseye ve makâmı, derecesi, kemâli böyle olana yazıklar olsun. Onun istiğfar etmesi de, günahlarından daha büyük bir günahtır. Tövbesi, başka çirkin işlerinden de daha çirkindir. Bozuk olan kimsenin her işi de bozuk olur, demişlerdir.
Fârisî Mısra tercümesi:
Buğdaydan arpa, arpadan buğday çıkmaz elbet!
Onun hastalığı, iliğine, kemiğine işlemiştir. İlaç fayda vermez. Temelinden bozuktur, tâmir ile düzelmez. Bir şeyin özünde, yapısında bulunanlar, ondan ayrılmaz.
Fârisî Mısra tercümesi:
Habeşten siyahlık ayrılmaz, çünkü kendi rengidir.
Ne yapılabilir, Bakara, A’râf, Tevbe, Nahl surelerinde ve Rûm sûresinin 9. âyetinde, (Allahü teâlâ onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendilerine zulüm ediyorlar) buyruldu.
Evet, tam iyiliğe karşı tam kötülük lâzımdır. Böylece iyilik tam olarak meydana çıkar. Her şey, zıttı ile tersi ile anlaşılır. Hayır ve kemâl hazır olunca, bunlara şer ve naks lazım olur. Çünkü, iyiliğe ve güzelliğe elbette ayna lâzımdır. Bir şeyin aynası onun karşısında olur. Bundan dolayı iyiliğin aynası kötülüktür. Aşağılık da, üstünlüğün aynasıdır. Bunun içindir ki bir şeyde aşağılık ve kötülük ne kadar çok olursa, iyiliğin ve üstünlüğün o şeyde görülmesi de, o kadar çok olur. Şaşılacak şeydir. Yukarıda saydığımız kötülükler iyiliğe döndüler. Bu kötülükler, bu aşağılıklar, iyiliklerin ve üstünlüklerin yeri oldu. İşte bunun için, abdiyyet, kulluk makâmı, her makâmdan daha üstündür. Çünkü, bu söylediklerimiz, (Abdiyyet makâmı)nda tamdır ve en çoktur. Sevilenleri bu makâma indirmekle şereflendirirler. Sevenler, görmenin zevkinden tat almaktadır. Kulluğun tadını almak ve ona alışmak ise, sevilenler içindir. Sevenler, sevgiliyi görmekle rahatlanır. Sevilenlerin rahatlığı ise, sevgiliye kul olmaktadır. Onlar kulluğa alışarak bu devlete kavuşturulur. Bu nimetle şereflendirilir. Kulluk meydanında yarışanların başı, din ve dünyanın efendisi, geçmişlerin ve geleceklerin en üstünü ve âlemlerin Rabbinin sevgilisi olan, Muhammed aleyhisselâmdır. Bir kimseyi, ihsan ederek, acıyarak bu devlete, bu nimete kavuşturmak isterlerse, ona Resûlullaha tam uyabilmek nimetini verirler. O servere “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” uymakla, o yüksek makâma ulaştırırlar. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsanıdır ki dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsanların sâhibidir.
Şerrin ve aşağılığın çok olması demek, bunu zevkle anlamak demektir. Yoksa, kötü, aşağı bir kimse olmak değildir. Böyle anlayışlı kimse, Allahü teâlânın ahlakını huy edinmiş kimsedir. O ahlakı huy edinmenin faydalarından biri de, böyle anlayış sâhibi olmaktır. Bu makâmda kötülük, aşağılık hiç bulunabilir mi? Ancak bunların bilgisi bulunur. Bu ilim, tam bir şuhûd ile hâsıl olduğu için tam bir yüksekliktir. Öyle bir iyiliktir ki her şey onun yanında kötülük görülür. Bu görüş, nefs-i mutmainnenin kendi makâmına inmesinden sonra ele geçer. Bunun için kul, zevkinden geçmedikçe ve kendini yere vurmadıkça ve işi buraya vardırmadıkça, Mevlâsının yüksekliğinden bir şey anlayamaz. Nerede kaldı ki kendini Mevlâ bile ve kendi sıfatlarını Onun sıfatları sana. Allahü teâlâ, böyle şeylerden çok uzak, çok yüksektir. Böyle bilmek isimlerde ve sıfatlarda ilhaddır, zındıklıktır. A’râf sûresi yüz yetmiş dokuzuncu âyet-i kerimesinde, (Allahü teâlânın isimlerinde ilhad edenleri, yani isimleri değiştirenleri terkedin. Onlar ahirette yaptıklarının cezasını çekeceklerdir) bildirilen mülhidlerdendirler.
[Bu âyet-i kerime, Allahü teâlânın isimlerini değiştirenlerin, tercüme edenlerin, 99 isimden başka isim söyleyenlerin, kıyamette azap çekeceklerini bildiriyor. Allah yerine tanrı diyenlerin bu âyet-i kerimeden korkmaları, tövbe etmeleri lâzımdır.]
Cezbesi sülûktan önce olan herkes sevilmişlerden olamaz. Fakat sevilmişlerden olmak için cezbenin önce olması şarttır. Evet, her cezbede sevilmişlerden az bir şey vardır. Çünkü sevilmiş olmayanlarda cezbe olmaz. Bu az bir şey, sonradan hâsıl olmuştur. Kendinden değildir. Kendisinde bulunan mahbûbiyyet hiçbir şeye bağlı değildir. Sona varan her sâlik cezbeye kavuşur. Fakat çoğu sevenlerdendir. Dışarıdan az bir sevilmişlik gelmiştir. Bu kadar şey sevilmişlerden olmak için yetişmez. Dışarıdan sevilmişliği getiren sebep, tezkiye ve tasfiyedir, yani kalbin ve nefsin temizlenmeleridir. Başlangıçta olan birçok sâliklerde de, O Servere “sallallâhü aleyhi ve sellem” uydukları için, az bir sevilmişlik hâsıl olur. Bu sevilmişliği müntehîde de husule getiren, yine o Servere “sallallâhü aleyhi ve sellem” uymaktır. Sevilmişlerde de kendilerine ihsan edilmiş olan bu nimetin meydana çıkması, yine o Servere “aleyhissalatü vesselâmü vettehıyye” uymaya bağlıdır. Hatta, kendilerine, sevilmiş olmak nimetinin verilmesi de, o Servere “sallallâhü aleyhi ve sellem” bağlılıkları olduğu içindir. Onun rabbi yani terbiye edicisi, yetiştiricisi olan isim, o Serverin “aleyhissalatü vesselâmü vettehıyye” rabbi olan isme yakın olduğu için, sevilmişlerden olmuştur. Bunun için bu saadete kavuşmuştur. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Herkes, sonunda Onun huzuruna çıkacaktır. Haklıyı meydana çıkaran Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren, doğru yola kavuşturan O’dur.
Niçin küfran eder insan, Hudâ nimet verir iken,
Utanmayıp eder isyan, kamuyu ol görür iken.
Beher ân hamdü şükretmez, dahî ihsanı fikretmez,
Her gün Hakk’ı zikretmez, bedende can durur iken?