Bu mektup, Mollâ Hasan-ı Kişmiri’ye, cevap olarak yazılmış olup Allahü teâlâyı hiçbir ân unutmamak nasıl olacağı, insanın kendini bilmediği uyku zamanında da, Onun unutulmıyacağı bildirilmektedir:
Kıymetli mektubunuzu okumakla şereflendik. Bu yolun büyüklerinden bazısı “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” Allahü teâlâya her ân agah olduklarını ve uyku zamanında da, her ân, Onu hatırladıklarını haber vermiştir. Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Kıymetli efendim! Bunu anlatabilmek için, önce birkaç şeyi bildirmek lâzımdır. Kısaca yazıyorum. Dikkatli okuyunuz!
İnsanın ruhu, bu gördüğümüz ceset ile birleşmeden önce, terakkî edemez, ilerliyemezdi. Kendine mahsus makâmda, derecede bağlı ve mahbus gibi idi. Fakat, bu cesede indikten sonra, yükselebilmek hassası ve kuvveti ona verilmiştir. Bu hassası, onu melekten üstün ve şerefli yapmıştır. Allahü teâlâ lütfederek, ihsan ederek, ruhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramayan, karanlık ceset ile birleştirdi. Ruh ışığını, karanlık ceset ile birleştiren, madde olmayan, zamanlı, mekanlı olmayan ruhu, maddeden yapılan ceset ile bir arada bulunduran, Allahü teâlâ, çok büyüktür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalnız Ona mahsustur. Onda hiç kusur olamaz. Bu sözün mânâsını iyi kavramak lâzımdır. Ruh ile ceset, her bakımdan, birbirinin aksi, zıttı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, ruhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu. Kurân-ı Kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Veddin sûresinin bir âyetinde meâlen, (Biz insanın ruhunu, güzel bir sûrette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik) buyruldu. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeye benzeyen bir methtir. İşte ruh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile kendini nefs alemine attı ve nefse tabi, esir oldu. Hatta, kendinden geçti. Kendisini unuttu. Nefs-i emmare hâlini aldı. Sanki nefs-i emmare oldu. Ruh, her şeyden daha latif, [maddenin en hafifi olan hidrogen gazından, hatta bir elektrondan da daha hafif] olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun haline, şekline ve rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvela kendi aleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unuttu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehalet karanlığı ile karardı. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, çok acıdığı için, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderip, bu büyükler vasıtası ile ruhu kendine çağırdı ve maşuku, sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emretti. Ruh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felaketten kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefsle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır. Bu sözümüzden, ruhun, nefsle birleşmiş olduğu, hatta kendisini unutup, nefs hâlini almış olduğu anlaşıldı. İşte ruh, bu hâlde kaldıkça, nefsin gafleti, cahilliği, ruhun da gafleti, cehaleti olur. Yok eğer, ruh, nefsten yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü teâlâyı severse ve kendi gibi, bir mahluku sevmekten kurtulup, sonsuz var olan, hakiki Bakiye âşık olup bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, yani nefsin gafleti, cehaleti, bâtına, yani ruha sirâyet etmez. O, Allahü teâlâyı bir ân unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl tesir etsin ki o nefsten, tamamen ayrılmıştır. Zâhirden, bâtına hiçbir şey geçmemiştir. İşte bu vakit, zâhir gaflette iken, bâtın agahtır, uyanıktır. Her ân Rabbi iledir. Mesela, badem yağı, badem çekirdeğinde bulunduğu müddetce ikisi de aynı bir şey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin hassaları başkadır ve her bakımdan ayrı iki şey olurlar. İşte, bu hâle yükselmiş olan, bir mesut, bir bahtiyar kimseyi, bâzen, tekrar bu âleme indirirler. Allahü teâlâya ârif ve âlim olduğu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mübarek, şerefli varlığı vasıtası ile âlemi nefslerin karanlığından, cehaletinden kurtarırlar. Böyle mübarek bir kimse, insanların arasında bulunur. Görünüşte herkes gibidir, fakat ruhu hiçbir şeye bağlı değildir. Allahü teâlâya olan bilgisi ve sevgisi iledir. İstemediği hâlde, onu bu âleme döndürmüşlerdir. Böyle bir müntehî, hakikate erişen biri, görünüşte, başkaları gibi, Allahü teâlâyı unutmuş, mahlukların sevgisine tutulmuş sanılır. Halbuki hakikatte, kendisi, bunlara hiç benzememektedir. Bir şeyin sevgisine tutulmakla, ondan soğuyup, yüz çevirmek arasında çok fark vardır. Şunu da bildirelim ki böyle bir müntehînin, mahluklara olan alakası ve sevgisi, kendi ihtiyarında, elinde değildir. Dünyaya rağbet etmez. Hatta, Allahü teâlâ, bu alakayı istemekte ve beğenmektedir. Başkalarının alakası, sevgisi ise, kendilerindendir, dünyaya sarılırlar. Allahü teâlâ bu alakalarından râzı değildir, beğenmez. Başka bir fark da, başkaları bu âlemden yüz çevirip, Allahü teâlâyı tanımaya ve sevmeye kavuşabilirler. Müntehînin, halktan yüz çevirmesine ise, imkan yoktur. Onun halk ile olması, vazifesidir. Ancak, vazifesi biterse, o zaman onu, bu geçici dünyadan, ebedî, sonsuz âleme naklederler. Hakiki makâmına kavuşur.
Tasavvuf büyükleri, davet makâmını, irşad derecesini, başka başka anlatmışlardır. Çokları, (Halk arasında, Hak ile olmaktır) dedi. Sözlerin başkalaşması, söz sahiplerinin halleri, dereceleri başka başka olduğu içindir. Herkes, kendi makâmına göre, söylemiştir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdadinin “kuddise sirruh”, (Nihâyete varmak, başlangıça dönmektir) buyurması işte, yukarıda bildirdiğimiz davet makâmına uygun bir tarıftır. Çünkü, başlangıçta, hep mahlukat görülmekte ve sevilmektedir. Nitekim, (İki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz) hadis-i şerifi, kendilerinin Allahü teâlâya olan daimi bağlılık ve uyanıklığını bildirmiyor; belki kendi hallerine ve ümmetinin hallerine uyanık olup gâfil olmadığını haber vermektedir. Bunun içindir ki Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” uyuması, abdestini bozmaz idi. Peygamber, ümmetini korumakta, bir sürünün çobanı gibi olduğu için, ümmetini bir ân unutması, Peygamberlik makâmına uygun olmaz. Bunun gibi, (Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki o zamanlarda, aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez) hadis-i şerifi de, her zaman değil, bazandır. Bu zamanlarda da, mahluklardan yüz çevirip, ayrılması icap etmez. Çünkü, Allahü teâlâ, ona tecellî etmekte, görünmektedir. Yoksa O, mahlukları unutup, tecellîleri aramakta değildir. Maşukun, âşıka cilvesi gibi olup âşık maşukun peşinde değildir. Fârisî beyt tercümesi:
Sûret aynasında sefer, hareket olmaz,
Çünkü onda nûrânî olmayan sûret olmaz.
Hülâsa, mahluklara dönülünce, önce kalkmış olan perdeler, geri gelmez. Arada perde olmadığı hâlde, onu mahluklar arasına salıp, mahlukların kurtulmasına, uyandırılmasına sebep ve vasıta kılarlar. Böyle bir kimse, böyle bir padişaha çok yakın olan, bir devlet adamı gibidir. Bununla beraber, kendisine milletin işlerini görmek, dertlerini çözmek vazifesi de verilmiştir. Sona gelip, geri dönmüş olanlar ile henüz başlangıçta olanlar arasındaki farklardan biri de budur. Çünkü, başta olanlar, perdelerin arkasındadır. Geri dönmüş olanlardan ise, perdeler kalkmıştır. Allahü teâlâ size ve doğru yolda olanlara selamet versin! Âmin.