Bu mektup, Mirza Hüsameddin Ahmed’e yazılmıştır. Mektûbâtın üçüncü cildinin seksenyedinci mektubundaki ince bilgilerden birkaçını açıklamaktadır:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçtiği kullarına selam olsun! Şefkat ve merhamet ederek bu fakire [yani İmâm-ı Rabbânî’ye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] gönderdiğiniz kıymetli mektubu okuyarak şereflendim. Diyorsunuz ki Ecmirde iken yazmış olduğunuz mektubun birkaç yerine buradaki büyüklerden biri karşı gelmektedir. Bunları açıklayınız! O mektupta şüpheli görülen yerleri birkaç sevdiğimiz de bildirmişti. Bu şüpheleri çözmek için, Allahü teâlânın yardımı ile birkaç önsöz yazıyorum. Allahü teâlâ hepimize doğru yolu göstersin!
Kıymetli efendim! (Seyr-i muradi) ve (Seyr-i müridi) denilen tasavvuf yolculukları, bu yolcuların vicdanları ile yani kalpleri ile anladıkları bir yolculuktur. Başkasına bildirilmesi, inandırılması lazım olan şeylerden değildir. Bu sözleri ispat etmek için delil göstermeye lüzum yoktur. Böyle olmakla beraber, keskin görüşlü, anlayışlı yaratılan bir kimse, böyle yolculukları söyleyenlerin hallerini, gidişlerini inceler, bereketlerini, ilimlerini ve mârifetlerini görürse, onun (Seyr-i muradi) dediği bir yoldan ilerlemiş, yükselmiş olduğunu hemen anlar. Sözünü ispat etmesini, delil, senet göstermesini istemez. Gökte kamerin her gece doğuş ve batış yerlerini ve aldığı şekilleri gören anlayışlı bir kimsenin, ayın güneşten aldığı ışıkları yaydığını anlaması gibidir. Keskin görüşlü, bilgili olmayanlar için, bu kadar görmek ve incelemek delil olmaz. Üstadım Hâce Bâkî Billah hazretleri, bu fakirin ilerlemesinin (Seyr-i muradi) olduğunu daha başlangıçta bildirmişti. Orada bulunan kardeşlerimiz arasında, bu müjdeyi işitmiş olanlar vardır. Mesnevinin aşağıdaki beytlerinin bu fakirin haline uygun olduğunu buyurmuşlardı. Fârisî mesnevi tercümesi:
Maşukların sevgisi, gizlidir gizli,
Aşıkın aşkı da, davul sesi gibi,
Fakat aşk, âşıkları üzer eritir,
Maşukları ise, besler, sevindirir.
Muradlardan vasıl olanlar, (Rah-i ictibâ) ile [seçilmişlerin yolu ile] kavuşurlar. Bu yol, Peygamberlerin ilerledikleri yoldur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. (Avârif) kitabının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî] “kuddise sirruh”, (Meczûb-i sâlik) ve (Sâlik-i meczûb)ları anlatırken, bunu açıkça bildirmiştir. İkinci yola, (Rah-i müridan) ve muradların yoluna (Rah-i ictibâ) demiştir. (Şura) sûresindeki âyet-i kerimede meâlen, (Allahü teâlâ, dilediğini kendine seçer, kendine kavuşmak isteyenlere de, kavuşturan yolu gösterir) buyruldu. Evet, ictibâ yolu, aslında Peygamberlere mahsustur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Ümmetlerinden onlara tâbi olanlara da, onlara mahsus olan kemâllerden ihsan olunduğu gibi, bunu da nasip ederler. Yoksa, ictibâ yolu, yalnız Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsus olup ümmetlerinden hiç kimseye verilmez demek değildir. Böyle olduğu işitilmemiştir.
Kıymetli efendim! Sâlike feyizlerin Resûlullah vasıtası ile gelmesi “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”, (Muhammedi-meşreb) olan bu sâlikin hakikatinin, (Hakîkat-i Muhammedî) ile birleşinceye kadardır. Resûlullaha tam uymakla, belki de Allahü teâlânın lutfü ve ihsanı ile uruc makâmlarında bu hakikat, o hakikat ile birleşince, Resûlullah artık vasıta olmaz. Çünkü, bir şeyin başka bir şeye vasıta, aracı olması, bu iki şeyin başka başka oldukları zamandadır. İkisi birleşince, bunlar için, birbirlerine vasıta olmak, perde olmak, perdelenmek gibi şeyler düşünülemez. İki şey birleşince, her işleri ortak olur. Sâlik, tabi iken, uymakta iken, tufeyli iken, ikisi arasındaki işler, hizmetçi ile hizmet olunan kimsenin işleri gibi başka başkadır.
Sâlikin hakikati, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hakikati ile birleşir sözünü açıklıyalım: (Hakîkat-i Muhammedî) “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”, bütün hakikatleri kendinde toplamaktadır. Bunun için, bu hakikate (Hakîkat-ül-hakâık) de denir. Başkalarının hakikatleri bu hakikatin parçaları gibidirler. Muhammedi-meşreb olan sâlikin hakikati, o hakikatin bir parçasıdır ve onun özelliğindedir. Muhammed-il-meşreb olmayan sâlikin hakikati de, o hakikatin bir parçası ise de, onun özelliği başkadır. Böyle sâlik, uruc ederken, yükselirken, hakikati eğer Hakîkat-i Muhammedî ile birleşirse, önce aynı özellikte olan bir Peygamberin hakikati ile birleşir. O Peygamberin kemâlâtına ortak olur. Fakat, tekrar bildirelim ki bu ortaklık hizmetçinin hizmet olunana olan ortaklığı gibidir. Sâlik, Resûlullaha tam uyarsa, belki de yalnız Allahü teâlânın ihsanı ile bunun hakikatinde Resûlullahın hakikatine karşı sevgi hâsıl olur. Onunla birleşmek ister, iki hakikat birleşir. İki hakikat arasındaki sevgi, Allahü teâlânın ihsanı ile bu fakirde hâsıl olmuştu. Bu sevgi kapladığı zaman, (Allahü teâlâyı Muhammed aleyhisselâmın Rabbi olduğu için seviyorum) demiştim. Meyan şeyh Tac ve başkaları, benim bu sözüme şaşırmışlardı. Sizin de, bunu hatırlayacağınızı sanıyorum. Böyle fazla sevgi hâsıl olmadıkça, iki hakikat birleşemez. Bu, Allahü teâlânın öyle bir nimetidir ki dilediğine ihsan eder. Allahü teâlâ, pek çok ihsan sâhibidir.
Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, sâliklere feyiz gelmesine vasıta olmasını açıklıyorum. İyi dinleyiniz! (Cezbe) yolunda, Allahü teâlâ çektiği için ve talibe çok ihsanda bulunduğu için, vesileye, vasıtaya lüzum yoktur. (Sülûk) yolunda ise, talib ilerlemeye çalıştığından, vasıta lâzımdır. Cezbe yolunda vasıta lazım değil ise de, cezbenin tamam olması için sülûk lâzımdır. Sülûk, tövbe ve züht ve başka belli şeyleri yapmaya çalışmaktır. Yani İslamiyete uymaktır. Sülûksüz olan cezbe, tamam olmaz, noksan kalır. Hind kâfirlerinden ve mülhidlerden, sapıklardan, cezbesi olan çoklarını gördüm. Fakat, bunlar, İslamiyetin sâhibine uymadıkları için cezbeleri noksan ve bozuktur. Cezbeleri bir görünüşten ileri gidememiştir.
Sual: Cezbeye kavuşmak için, hiç olmazsa biraz seçilmiş ve sevilmiş olmak lâzımdır. Allahü teâlânın düşmanı olan kâfirlerde nasıl oluyor da cezbe bulunuyor?
Cevap: Kâfirlerden bir kısmının hakikatlerinde biraz muhabbet bulunabilir. Bu yoldan, kendilerine cezbe hâsıl olabilir. Fakat, İslamiyetin sâhibine “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” uymadıkları için bu cezbelerinin sonu gelmez. Ellerinden kaçırırlar. Bu cezbeleri, onlar için huccet olacak, bu yoldan da sorguya çekileceklerdir. Cehil ve inat ile bunu elden kaçırdıkları için, suçlanacaklardır. Allahü teâlâ, hiçbir kuluna zulmetmez. Onlar kendilerine zulüm ediyorlar. Cezbe yolunda sülûk ederek, yani İslamiyetin sâhibine uymaya çalışarak kavuşanlar, arada vasıta ve perde olmadan kavuşurlar. (Yerin dibine bir ip uzatsaydınız, Allahü teâlâya kavuşurdunuz!) sözü bunu göstermektedir ki Allahü teâlâya çekilirseniz, en bilinmeyen makâmlara varırsanız, sizinle Allahü teâlâ arasında bir vasıta, bir perde bulunmaz demektir. Belki hatırlıyacaksınız, üstadımız Bâkî Billah hazretleri “kuddise sirruh”, (Maiyet, yani Allahü teâlâ ile beraber olmak yolundan kavuşmak nasip olursa, aracı, vasıta olmaksızın kavuşulur. Terbiye yolu ile yani sülûk ile kavuşmakta, aracı, vasıta lâzımdır) buyurmuştu. Maiyet yolu, cezbe yollarından biridir. (Kişi, sevdiği ile beraberdir) hadis-i şerifi bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. Çünkü bir kimse, sevdiği ile beraber olunca, aradan vasıta kalkar. Dikkat buyurunuz! Her zıllın, görüntünün, kendi aslı ile bağlılığı vardır. İkisi arasında hiçbir şey perde olmaz. Allahü teâlâ lütfederek, zıll aslına doğru çekilirse ve İslamiyetin sâhibine uymak nimetine de kavuşursa, bu zıll aslına ulaşır. Bu ulaşmak, aralarında vasıtasız, perdesiz olur. Bu asıl, Allahü teâlânın isimlerinden bir isim olduğu için, isim ile ismin sâhibi arasında da bir perde yoktur. Zıll böylece, aslının aslına, yani ismin sâhibine kavuşur. Demek ki Allahü teâlânın Zâtına, kendisine, bi-çun olarak, yani bilinmeyen, anlaşılamayan bir şekilde kavuşanlar için, vasıta ve perde bulunmaz. Böyle kavuşana Allahü teâlânın sıfatları vasıta ve perde olmayınca, başka şeyler perde olabilirler mi?
Sual: Allahü teâlânın sıfatları, kendisinden ayrı değildirler. Allahü teâlâya kavuşanlara sıfatların vasıta, perde olmaması, nasıl olur?
Cevap: Sâlikin aslı, Allahü teâlânın isimlerinden bir ismdir. Sâlik, bu aslının zıllıdır, görüntüsüdür. Sâlik, bu aslına kavuşunca, kendisi ile Zât-ı ilâhî arasında bir vasıta, bir perde yoktur. Çünkü isim ile isim sâhibi arasında bir vasıta yoktur. Bunun için, sıfatların aradan kalkması lazım gelmez. Bunu yukarıda, sâlikin hakikatinin Hakîkat-i Muhammedî ile birleşmesini anlatırken bildirmiştim. Zıllın aslına kavuşmasını bildirirken de biraz geçmişti.
Tenbih: Cezbe yolunda aracı, vasıta bulunmaz sözünden, bazı kimseler için Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm” vasıta olmasına lüzum olmayacağı anlaşılmamalıdır. Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” uymalarına ihtiyaçları kalmayacağı sanılmamalıdır! Böyle anlamak küfür ve ilhad ve zındıklık ve Onun dinine inanmamak olur. Sülûk yapmadan, yani İslamiyete uymadan mevcûd olan cezbe noksan olur, bozuk olur ve nimet şeklinde görünen azap olur. Kıyamette hesaba çekilmesine, azap yapılmasına sebep olur. Doğru keşfler ve açık olan ilhamlar, kesin olarak bildirmiştir ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vasıta olmadıkça ve Ona uymadıkça, tasavvuf yolunun hiçbir mârifetine kavuşulamaz. Başlangıçta ve yolda bulunanlar için olduğu gibi, sona varmış olanlar için de, O yüce Peygambere uymadıkça ve Ona nasip olan nimetlerin artıklarını toplamadıkça, tasavvuf yolunun hiçbir feyzi ve bereketi hâsıl olmaz. Fârisî beyt tercümesi:
Ey Sadi! Safa yolunda ilerlemek,
Mustafaya uymakla nasip olur hep!
Ahmak Eflatun, yaptığı mücâhedelerle ve riyazetlerle nefsinde hâsıl olan safayı görünce, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak lazım olmadığını sandı. (Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır) dedi. Peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan safanın, altın yaldızla örtülen bakır gibi veya şekerle kaplanan zehr gibi olduğunu anlayamadı. Bakırla karışık altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi emmarelikten kurtarıp itminana kavuşturmak için, Peygamberlere uymak lâzımdır “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Hakiki hakim ve tabib olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, nefs-i emmareyi yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, belki islah etmek, kurtarmak için bu büyüklere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymaktan başka çare olmadığını bildirdi. Bu büyüklere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymadıkça, binlerle riyazetler ve mücâhedeler yapılsa, onun emmareliği kıl kadar azalmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegane ilaç, Peygamberlerin dinleridir “aleyhimüssalavâtü vettehiyyat”. Bundan başka hiçbir şey, nefsi felaketten kurtaramaz!
Cezbe için sülûk lâzımdır. İster cezbeden önce olsun, ister sonra olsun, sülûksüz cezbe faydasızdır, kıymetsizdir. Cezbenin sülûktan önce olması daha kıymetlidir. Böyle olunca, sülûk cezbeye yardımcı olur. Sülûktan sonra olan cezbe ise, sülûke hizmetçi olur. Sülûk nimeti, onu cezbeye kavuşturur. Cezbenin önce olması, böyle değildir. O önceden çekilmektedir, davetlidir, (Murad)dır. Sülûkü önce olan ise, (Talib)dir. Murad olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. Bu davet Ona yapılmış, önce O çağirlimiştir “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”. Başkaları, Ona tufeyl olarak, yanısıra kabul olunmaktadırlar. İster murad olsunlar, ister talib olsunlar, Onun arkasındadırlar. Hadis-i kudside, (O olmasaydı, Allahü teâlâ mahlukları elbette yaratmazdı ve rübûbiyyetini belli etmezdi) buyuruldu. Başkaları Onun gerisinde bulundukları için ve bu davet yalnız Ona yapıldığı için, herkes Ona muhtaçtır. Feyizlere, bereketlere Onun vasıtası ile kavuşurlar. Bunun için, bütün insanlara Onun Ali denilse yeri vardır “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”. Bütün insanlar, Ondan sonradırlar ve arada O olmayınca kemâle kavuşamazlar. Hepsinin varlığı, Onun varlığına bağlı olunca, varlıktan hâsıl olan kemâller, O vasıta olmayınca nasıl hâsıl olabilir? Âlemlerin Rabbinin sevgilisi, elbet böyle olur “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”!
İyi dinleyiniz! Keşif yolu ile anlaşıldı ki Allahü teâlânın sevgilisi olması “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”, Zât-i ilâhiyye muhabbeti iledir. Araya hiçbir sıfat ve şân ve itibar karışık değildir. Allahü teâlâ, kendisini de bu muhabbet ile sevmektedir. Başka kullarını sevmesi böyle değildir. Şuyun ve itibarat ile veya esma ve sıfat ile hatta isimlerinin ve sıfatlarının zılleri ile sevmektedir.
Bunu daha açıklıyalım. Resûlullahın vasıta olması, iki türlüdür: Birincisinde, sâlik ile matlub arasında perde olur. İkincisinde ise, sâlik Ona takılarak, Onu vasıta ederek, Ona uyarak, matluba kavuşur. Sülûk yolunda ve Hakîkat-i Muhammedîye varmadan önce, vesile olmanın bu iki türlüsü de vardır. Öyle sanıyorum ki bu yolda vasıta olan âlim, sâlikin şühuduna vasıta ve perde olmaktadır. Yolun sonunda, cezbe imdada yetişmezse ve perde aradan kalkmazsa, çok yazık olur. Çünkü, cezbe yolunda ve hakikat-ül-hakaika kavuştuktan sonra, yalnız ikinci türlü vasıta olmak vardır. Yani, arkasına takılmakla ve uymakladır. Perde olmakla değildir. Yani, şuhûd ve müşahede için ve bunların benzeri için, perde olmak yoktur.
Sual: Yalnız bir manada olsa bile Resûlullahın vasıta olmaması, Resûlullah için bir kusur, bir noksanlık olmaz mı “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâmü vettehiye”?
Cevap: Arada vasıta olmaması, Resûlullahın “aleyhissalatü vesselâm” kemâlini, üstünlüğünü gösterir. Onun için kusur olmaz. Hatta, arada vasıta olması kusur olur. Çünkü, tâbi olunanın arkasına takılmakla, Ona uymakla, yüksek derecelerin hepsine kavuşmak, Onun kemâlini gösterir. Bu ise, Onun vasıta olmamasında vardır. Vasıta olduğu zaman, böyle değildir. Vasıta olmadığı zaman, şuhûd perdesizdir. Bu ise, kemâl derecelerinin en üstünüdür. Vasıta olunca, hâsıl olan şuhûd ise, perdelidir. Görülüyor ki vasıta olmamak kemâldir, üstünlüktür. Vasıta olmak, kusurdur, noksanlıktır. Hizmet eden, her makâmda Ona uymaktadır. Ona uymakla, Onun nimetlerine ortak olmaktadır. Bu ise, hizmet olunanın büyüklüğünü, şerefinin çokluğunu gösterir. Bunun içindir ki Resûlullah “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm”, (Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarının Peygamberleri gibidir!) buyurdu. Ahirette Allahü teâlâyı görmek de, vasıtasız ve perdesiz olacaktır. Sahih olan hadis-i şerifte buyuruldu ki (İnsan namaza başlayınca, Allahü teâlâ ile kul arasında olan perde kalkar). Bunun için, namaz müminin miracıdır. Namazın miraç olması, tasavvuf yolunda sona kavuşanlar için tamdır. Çünkü, perdenin kalkması, sonda olanlar içindir. Görülüyor ki vasıta ve perde aradan kalkmaktadır. Bu mârifet, Allahü teâlânın lütfederek, ihsan ederek bu fakire [yani İmâm-ı Rabbânî’ye] bildirilen mârifetlerin en incelerindendir. Fârisî beyt tercümesi:
Ben o toprağım ki bahar bulutları,
saçıyor üzerime saf damlaları.
Şu beyt de ne güzel söylenmiştir:
Fakirin kapısına gelirse Şâh,
şaşırıp ey hoca, sakın çekme ah!
Tasavvuf büyüklerinden çoğu, Resûlullah vasıta olur dedi. Çoğu da, olmaz buyurdu. Hiçbiri sözlerini açıklamadı. Hangisinin kemâl, hangisinin kusur olduğunu bildirmediler. Zâhir âlimleri, vasıta olmaması tam îman iken, buna küfür dediler. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” vasıta olmaz diyenler dalâlete düşer, sapık olur sandılar. Vasıta olmayı, imanın kemâli zannettiler. Böyle söyleyenleri kâmil sandılar. Halbuki Resûlullahın vasıta olmaması, Ona uymanın tam olduğunu gösterir. Vasıta olması ise, Ona uymanın noksan olmasını bildirir. Böyle olduğunu yukarıda bildirmiştik. Bunlar, işin özünü anlamamışlardır. Yunus sûresindeki âyet-i kerimede meâlen, (Belki anlamadıkları için inanmıyorlar. Onun sözünün özünü anlamadılar. Bunlardan önce olanlar da, böyle inanmamışlardı) buyruldu.
Efendim! Tasavvufçuların (Üveysi) demeleri, üstadı yoktur demek değildir. Çünkü, üveysi demek, onun yetişmesinde Rûhâniyânın da hizmeti olmuştur demektir. Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” [Mevlânâ Yakup-i Çerhinin hizmetinde yetiştiği hâlde], üstadı bulunduğu hâlde, Behâüddîn-i Buhârînin rûhâniyetinden de yardım gördüğü için, Hâce-i Ahrâra Üveysi denilir. Bunun gibi, Behâüddîn-i Buhârînin üstadı, Seyyid Emir Gilal hazretleri idi. Fakat, ayrıca Hâce Abdülhâlik Goncdüvaninin rûhâniyetinden de istifade ettiği için, Behâüddîn-i Buhârîye Üveysi denilmiştir. Bir kimse, üstadı bulunduğunu söylemekle beraber, Üveysi olduğunu da bildirince, ona üstadını inkâr ediyor demek şaşılacak insafsızlık olur.
[(Dürrü’l-meârif) kitabının seksenyedinci sayfasında, Abdullah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” veya Evliyâdan birine üveysi olmak için, her gün tenha bir yerde iki rekat namaz kılıp, bir Fâtiha okuyarak, sevaplarını onun mübarek ruhuna göndermeli, bir müddet oturup, hep onun ruhunu düşünmelidir. Birkaç gün sonra, onun üveysisi olur. (Hüvelgani) risalesi, (Makamat-i Mazhariye)nin sonunda Hindistan’da basılmıştır. Bu risalede, Abdullah Dehlevî hazretlerinin melfuzatında diyor ki (Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” üveysisi olmak isteyen, yatsı namazından sonra, hayalinde, Resûlullahın iki mübarek ellerini tutup, ya Resûlallah! Beş şey için sana biat ettim: Bunlar, Kelime-i şehâdet, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan ayında oruç tutmak ve yola gücü yetenin hacca gitmesidir demelidir. Birkaç gece böyle yapınca, muradına kavuşur. Bir Velînin üveysisi olmak için, tenha bir yerde, iki rekat namaz kılıp, sevâbını O Velînin ruhuna göndermeli ve ruhunu düşünerek beklemelidir). Ehl-i sünnet îtikadında olup ahkâm-ı İslamiyeye uyan, elbette O Velînin üveysisi olur. (Mektûbât-ı Ma’sumiyye), 2. kısım, 38. mektubunda diyor ki (İnsanın Allahü teâlânın rızasına kavuşmasına mâni olan en büyük hicab, onun nefsidir. Nefsin aradan kalkması kitap okumakla, işitmekle olmaz. İnsan-i kamilin sohbeti lâzımdır. Bu sohbet nasip olmazsa, uzaklardan kalp ona bağlanırsa, çok sevilirse, onun kalbinden, feyizler, bereketler, muhabbet miktarınca, talibin kalbine akarak kemâle kavuşur. Hadis-i şerifte, (Kişi sevdiği ile beraberdir) buyuruldu.)]
Efendim, (Abdülbaki) sözü, Bâkî olan Allahü teâlânın kulu, kölesi demektir. Yoksa bir insanın ismi olarak söylenilmiş değildir. Bu söz her ne kadar insanların ismi olarak da kullanılmış ise de, benim mürşidim, Allahü teâlânın bir kulu ise de, beni terbiye eden, yetiştiren, Bâkî olan Allahü teâlâdır demektir. Burada kelimeyi değiştirmek ve edebe uygunsuz davranmak nasıl düşünülebilir?
Efendim, Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruh”, sekr halinde, yani şuursuz iken (Sübhâni) dedi. Bu söze kusur denilse, bu kusurun onda her zaman bulunması lazım gelmez. Bunun için, başkasının ondan üstün olmasına sebep olmaz. Çünkü, Evliyâdan hâle, vakte göre bazı mârifetler hâsıl olur ise de, başka vakitte ve başka hâlde, o mârifetlerin noksanlık olduğunu anlayarak, bunları bırakır. Bunların üstündeki mârifetlere ve makâmlara yükselir. Mektubunuzda diyorsunuz ki çok zaman sekr halinde bulunan Evliyânın böyle uygunsuz söylemeleri suç sayılmıyabilir. Fakat, sahv halinde bulunanların, yani hep şuurlu olanların böyle şeyler söylememeleri lâzımdır. Efendim, böyle şeyleri söyleyenlerin ve yazanların, sekr halinde oldukları anlaşılmalıdır! Sekr karışmayan hallerde böyle şeyler yazılamaz. Fakat, şunu da bilmelidir ki sekrin çeşitli dereceleri, muhtelif mertebeleri vardır. Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. Bâyezîd-i Bistâmînin sekri çok olduğundan, (Benim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından daha yüksektir) demiştir. Sahv halinde olanlarda, sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sekrsiz olan sahv, noksanlıktır. Halis, karışıksız sahv, avamda bulunur. Sahv haline kıymet verenler, sahvın çok olduğu hâli demişlerdir. Sekr bulunmayan sahvı demek istememişlerdir. Sekre kıymet verenler de, sekrin daha çok bulunduğu hâli söylemişlerdir. Çünkü, sahv karışmamış olan halis sekr, afettir, felakettir. Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh”, sahv sahiplerinin reisi olduğu hâlde ve sahv sekrden daha kıymetlidir dediği hâlde, sekr karışık olan o kadar sözleri vardır ki saymakla bitmez. (Bilen de Odur. Bilinen de Odur) ve (Suyun rengi, içinde bulunduğu kabın rengidir) ve (Hadis, kadîme yaklaşınca, eseri, izi kalmaz) sözlerini o söylemiştir. (Avârif) kitabının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî], sahv sahiplerinin üstünlerinden iken kitabında sekr karışık o kadar çok mârifetler vardır ki sayılmakla bitmez. Bu fakir [yani İmâm-ı Rabbânî hazretleri], onun sekr karışık mârifetlerinden birkaçını toplamıştım. Evliyânın gizli mârifetleri açığa vurmaları, hep sekr karışık hallerinde olmuştur. Övünmeleri, üstünlük göstermeleri de, hep sekrdendir. Kendisinin başkasından daha kıymetli olduğunu bildirmeleri, hep sekrden ileri gelmektedir. Halis sahv halinde, esrarı meydana çıkarmak, bu yolda küfür sayılır. Kendini başkasından üstün bilmek de, şirk olur. Sahv halinde biraz sekr bulunması, yemeye lezzet vermek için tuz karıştırmaya benzer. Tuzsuz taam, tadsız olur. Kimse beğenmez. Fârisî beyt tercümesi:
Eğer aşk olmasaydı, aşk derdi olmasaydı,
Bu kadar tatlı sözü, kim söyler, kim duyardı!
Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretlerinin, (iki ayağım, Evliyânın hepsinin boyunları üzerindedir) sözünü sekr halinde söylemiş olduğunu, (Avârif) kitabının sâhibi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bildiriyor. Böyle bildirmesi, bu sözün kusur olduğunu anlatmak için değildir. Onu övmek içindir. Çünkü bildiğini söylemiştir. Övünmeyi, üstünlüğü bildiren böyle sözler, ancak sekr karışık hallerde söylenir. Hiç sekr bulunmayan sahv halinde böyle konuşamazlar. Bu fakir [yani İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], bütün yazılarımda, bu tâife-i aliyenin ilimlerini, esrarını açıklamaktayım. Bütün bunların tam sahv halinde yazılmış oldukları hatır-ı şerifinize gelmesin! Hiç öyle değildir. Çünkü, bunları açıklamak, bu yolda haramdır ve çirkindir ve gevezelik olur. Çok kimseler vardır ki hiç sekr karışmamış sahv halinde, çok konuşurlar. Bunlar, niçin böyle esrar söylemezler? İnsanları hayrete düşürmezler? Fârisî beyt tercümesi:
Hafızın feryatı boşuna değildir,
Sözlerinde şaşılacak çok şey vardır!
Efendim, esrarı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı mânâ ile söylenmiş değildirler. Bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, her zaman böyle şeyler söylediler. Bunları söylemek, bu büyüklerin adeti olmuştur. Bu fakirin ortaya çıkardığı bir yenilik değildir. (Bu, İslamda ilk kırılan şişe değildir) sözünü burada tekrarlamak yerinde olur. O hâlde, bu gürültüler, bu sataşmalar niçindir? Eğer İslamiyete uygun görünmeyen bir söz varsa, ufak bir yardımda bulunarak, ona İslamiyete uygun mânâ verilebilir. Böylece, bir müslümana kötü gözle bakmaktan kurtulmak lazım olur. Kötü işleri yaymak ve fasıkın yüz karasını ortaya koymak, dinimizde haramdır ve çirkin bir iştir. Bir zan ile bir şüphe ile bir müslümana kötü damgası basmak uygun mudur? Yer yer dolaşıp, onu sapık olarak yaymaya çalışmak bir din adâmina yakışır mı? Müslüman olan ve müslümanları seven bir kimse, bir insandan İslamiyete uygun görünmeyen bir söz işitince, bu söyleyeni incelemelidir. Söz sâhibi, sapık ve zındık ise, buna cevap vermeli, doğrusunu söylemeli, sözüne iyi mânâ aramamalıdır. O sözün sâhibi müslüman ise, Allaha ve Resûlüne îman etmiş ise, onun sözünü düzeltmeye çalışmalı, iyi mânâ vermeye uğraşmalıdır. O söze iyi mânâ bulamazsa, söz sâhibinden sormalıdır. O da bulamazsa, kendisine nasihat vermelidir. (Emr-i mâ’rûf) ve (Nehy-i münker) İslamiyetin emridir. [(Ahkâm-ı İslâmiyye), Allahü teâlânın emir ve yasak ettiği şeyler demektir.] Fakat bunun faydalı olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Eğer faydalı olmak için değil de, bir müslümanı kötülemek için yapılıyorsa, buna bir şey diyemem. Allahü teâlâ, hepimizi iyi yolda bulundursun! Şuna daha çok şaştım ki bu fakirin mektubunu [üçüncü cildin seksenyedinci mektubunu] gösterip dedikodusunu yapanı görünce, sizin talebelerinizde de, bu fakire karşı şüphe ve soğukluk hâsıl olduğu, şerefli mektubunuzdan anlaşılmaktadır. Sakın bu hâl, onlara mürşidlerinden aksetmiş olmasın. Şüpheli sanılan yerleri sizin çözmeniz, aydınlatmanız, işi bu fakire kadar uzatmamanız lazım gelirdi. Fitneyi söndürmeniz icap ederdi. Oradaki sevdiklerimize de ne diyeyim ki şüpheyi gidermeye güçleri yettiği hâlde, susmuşlar, yardım etmekten kaçınmışlardır. Ya Rabbi! Bizlere acı, doğru yolda bulunmamızı nasip eyle!
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız