Bu mektup, Mollâ Ali Keşmi’ye yazılmıştır. Kul, kendi dileklerini bırakıp, sâhibinin arzularına uymalıdır. Ayrıca, insanın kendinde bulunan ve dışardan gelen hastalıklarını bildirmektedir:
Kulun dileği ve isteği sadece sâhibi ve sâhibinin dileği olmalıdır. Başka, hiçbir dileği bulunmamalıdır. Böyle olmazsa, kulluk bağını koparmış, kölelikten kaçmış olur. Hep, kendi isteklerinin arkasında giden bir kul, kendi keyfine, arzusuna esir demektir. Kendi nefsinin kölesidir. Hep, mel’un şeytanın emirlerini yapmaktadır. Allahü teâlâya kul olmak nimetine kavuşmak, ancak (Velâyet-i hassa) hâsıl olunca ele geçer. Böyle velî olmak da, tam (Fenâ) ve olgun (Bekâ)dan sonra nasip olur.
Sual: Böyle olan Evliyânın da dilekleri, istekleri oluyor. Çeşitli şeyler istiyorlar. Peygamberlerin önderi ve Evliyânın sultanı da “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”, serin ve tatlı şerbetleri severdi. Ümmetinin iyi olması için çalışıp didindiğini, Kurân-ı Kerîm bildiriyor. Böyle isteklerin, bu büyüklerde bulunması nedendir?
Cevap: Birçok istekler, tabiat kanunlarından ileri gelir. İnsan hayatta oldukça, bu isteklerden kurtulamaz. Sıcak olunca, beden serinlemek ister. Soğukta da, ısınmak duygusu hâsıl olur. Bedenin, yaşayabilmek için lazım olan ihtiyaçları istemesi, kulluğa ters düşmez. Bu istekler, nefsin istekleri değildir. Nefsle ilgileri yoktur. Tabiat kanunlarından hâsıl olan istekleri, yasak edilmemiştir. Bunları istemek, nefse uymak olmaz. Bu istekleri yapmak mubahtır. Çünkü nefs, ya mubahların fazlasını ister. Mubahların fazlasına (Fudul) denir. Yahut, şüpheli ve haram şeyleri ister. Yaşamak için (Zaruri) lazım olan şeylerin de nefsle ilgileri yoktur. Görülüyor ki nefse uymak, kötü iş demek, fuduli işleri istemek, yapmak demektir. Çünkü, mubahların fazlası, haramlara yakındır. Şeytanın aldatması ile biraz daha aşırı gidilirse, harama düşülür. Bunun için mubahları, zaruret olduğu kadar yapmak lâzımdır. Böyle yapınca, ayak kayarsa, fudule düşülür. Eğer, fudul işlerken ayak kayıp, dışarı taşılırsa, harama düşülür.
Bir çok istekler, insanda bulunmaz. İnsana dışardan gelirler. Bunlardan faydalı olanlarını, Allahü teâlâ, merhamet ederek insana gönderir. [Uzun bir hadis-i şerifte] (Her müminin kalbinde, Allahü teâlânın bir vaizı vardır) buyuruldu. Zararlı olanlarını, şeytan gönderir. Şeytan, insanlara hep kötülük ve düşmanlık yapmalarını vesvese eder. Nisa sûresinin yüz yirminci âyetinde meâlen, (Şeytan insana çok şeyi sözverir ve birçok şeyi hatırlatır. Şeytanın sözverdiği şeylerin hepsi yalandır) buyurulmuştur. Bu fakir (Guvalyar) kalesında habs iken, bir gün, sabah namazını kıldıktan sonra, bu yolun adeti olduğu üzere, sessizce oturmuştum. Faydasız birçok düşünceler beni kapladı. O kadar oldu ki pek sıkıldım. Kalbimi bir türlü toparlıyamadım. Az bir zaman sonra, Allahü teâlânın yardımı ile kendimi toparladım. O düşüncelerin, bulutların açılması gibi, dağılıp gittiklerini gördüm. Bunları gönlüme getiren de, onlarla birlikte uzaklaştı. Kalbimi boş ve temiz bıraktı. Bu düşünce ve isteklerin dışardan gelmiş oldukları, içerden hâsıl olmadıkları anlaşıldı. İçerden hâsıl olsalardı, kulluğa uygun olmazdı. Sözün kısası, nefs-i emmareden hâsıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır. Öldürücü zehrdir ve kullukla bağdaşmaz. Dışardan gelen kötü istekler, şeytandan gelmiş olmakla beraber, geçici hastalıklardan olur. Ufak bir ilaç ile kolayca giderilebilir. Nisa sûresi 76. âyetinde meâlen, (Şeytanın aldatması, elbette zayıftır) buyuruldu. En büyük düşmanımız, nefsimizdir. Can düşmanımız, her zaman yanımızda bulunan bu azılı arkadaşımızdır. Dışardaki düşmanımız, bu iç düşmanın yardımı ile bize saldırıyor. Onun yardımı ile bizi yaralıyor. Varlıklar içinde en câhil olanı, insanın nefsidir. Çünkü, nefs-i emmare kendine düşmanlık yapmaktadır. Hep, kendini yok edici şeyleri istemektedir. Her isteği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, sâhibi olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmektir. Hep, kendi can düşmanı olan şeytana uymaktadır.
İnsanın, kendinden olan hastalığı ile dışardan gelip geçici olan hastalığı ayırt etmesi pek güçtür. İçten olan kötülükle, dışardan gelen kötülüğü ayırmak çok zordur. Câhil olan, kendi hastalığını, dışardan gelmiş, geçici hastalık sanıp, kendini beğenir, olgun sanır. Böylece, felakete sürüklenebilir. Bunu düşünerek korktuğum için, bu ince bilgiyi yÂzamamıştım. Bunu açıklamayı iyi bulmamıştım. On yedi seneden beri yazmadım. İçerden olan kötülükle, dışardan gelen kötülüğü birbiri ile karıştırıyordum. Şimdi, Allahü teâlâ, hak ile batılı birbirinden ayırttı. Bunun için ve böyle sayısız nimetleri için Rabbime hamd ve şükürler olsun! Böyle gizli bilgileri açıklamanın bir sebebi de, kısa görüşlülerin, olgun kimselerde dışardan gelen arzular bulunduğunu görerek, o büyükleri aşağı sanmamaları içindir. Böyle sananlar, o büyüklerin bereketlerinden istifade edemezler. Kâfirlerin, Peygamberlere uymak şerefinden mahrum kalmaları, bu büyüklerde “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” böyle sıfatların bulunması oldu. Tegabun sûresindeki bir ayette meâlen, (İnsanlar mı bize doğru yol gösterecekler dediler. Böylece kâfir oldular) buyuruldu. Büyüklerimiz, (Ârifin kendi istekleri yok olduktan sonra, Allahü teâlâ, bunlara kendinden irâde ve ihtiyar ihsan eder) buyurmuşlardır. Bu sözlerini, inşaallahü teâlâ, başka yerde açıklıyacağım. Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara selamet versin! Âmin.