Suâl: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” başka bir kelime kullanma imkânı var iken, murâd olunmayan başka bir ma’nâyı da akla getiren (vehm etdiren) kelimeler kullanması nedendir?

Bu kelimelerin teşbîhe [benzetmeğe] yol açacağını, halkı yanlış yola götürüp, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında onları bâtıl i’tikâda sevk edeceğini bilmiyor mu idi? Hâşâ, nübüvvet makâmı bu bilgilerden gizli kalamaz. Veyâ Peygamber efendimiz biliyordu da, câhillerin bilmemelerine, sapıkların sapıtmalarına önem vermedi mi?

Bu ihtimâl dahâ uzak ve dahâ çirkindir. Çünki Peygamberimiz her şeyi açıklayıcı olarak gönderilmişdir. Gizleyici, kapalı bırakıcı olarak gönderilmemişdir. İşte bu tereddüdler, kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler kalblerde müşkiller meydâna getirir, hattâ halkı ba’zı kötü i’tikâdlara çeker. Meselâ bu kötü inançlı kimseler derler ki: Eğer Peygamber olsaydı, Allahü teâlâyı hakkı ile bilir, tanırdı. Onu tanıdığı takdîrde de Onun zât ve sıfatları hakkında, muhâl olan şeylerle vasflandırmazdı.

Bir diğer tâife de kelimenin zâhirine, görünen ma’nâsına meyl etdiler. “Eğer hak ve doğru olmasaydı, Peygamber efendimiz böyle söylemez, başka ma’nâya gelmeyen kelime kullanırdı veyâ vehmi izâle edecek karîneler kullanırdı.”

Şimdi bu büyük müşkilin çözüm yolu nedir?

Cevâb: Bu müşkiller basîret ehli tarafından çözülmüşdür. Bu bir kaç ma’nâya gelen müteşâbih kelimeleri Peygamber efendimiz bir def’ada bir araya toplayıp zikretmemişdir. Bunları toplayan Müşebbihe fırkasıdır. [Hâlıkı mahlûka benzeten, sapık i’tikâdlı bir fırkadır.] Bir araya getirilen toplu hâldeki, vehme ve telbîse götüren lafzların fehmler üzerindeki te’sîri, farklı zamânlarda söylenen âhâd, tek sahâbînin bildirdiği haberlerden dahâ te’sîrli olduğunu beyân etmişdik. Ancak, Resûlullah efendimiz bu lafzları bütün ömründe ve ayrı ayrı zamânlarda söylemişdir. Kur’ân-ı kerîmde ve mütevâtir haberlerde olan müteşâbih lafzlar çok az sayıdadır. Hattâ onlara sahîh haberlerdeki müteşâbih lafzlar da eklense sayı yine azdır. Ancak i’timâda şâyân olmayan şâz ve za’îf haberlerin çoğalmasıyla müteşâbih kelimeler çoğalmışdır. Sonra mütevâtir hadîs-i şerîfler âdil kimseler tarafından nakl edilmiş ise, bunlardaki müteşâbih lafzlar bir kaç kelimedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu kelimeleri, teşbîh uyandırmağı giderecek olan karîne ve işâretlerle kullanmışdır. Bunu, meclis-i şerîflerinde hâzır olup, müşâhede edenler idrâk etmişlerdir. Bu lafzlar karînesiz nakl edilmiş olsaydı, vehm ortaya çıkardı.

Vehm ve ihtimâllerin giderilmesinde en büyük karîne, dahâ önceden bilindiği gibi, zâhirî ma’nâları kabûlden, Allahü teâlâyı takdîs ve tenzîh etmekdir. Her kim Allahü teâlâyı tanımakda bu ma’rifete sâhib olursa, bu ma’rifet onun rûhunda en kuvvetli bir gıdâ olur. Bu ma’rifet sâyesinde, Allahü teâlânın sıfatlarına âid her duyduğunu Ona lâyık şeklde anlar. O ma’rifet ile hiç bir şübhe kalmıyacak şeklde vehmler giderilir.

Buna dâir beş misâl verelim:

Birinci misâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kâ’beye (Beytullah), “Allahın evi” adını vermişdir. Çocuklar ve çocuk derecesinde olanlar, Kâ’beyi Allahü teâlânın meskeni ve kalacak yeri olarak bilirler. Allahü teâlâyı gökde bilen ve Arş üzerinde karâr kıldığına inanan avâm, Kâ’benin Allahü teâlânın meskeni olmadığına hiç şübhe etmeden inanırlar.

Eğer avâma Peygamber efendimizin, Kâ’benin Allahü teâlânın meskeni olduğuna vehm ve hayâl etdiren (Kâ’betullah) lafzını söylemesinin sebebi sorulursa, hepsi birden “bu vehm ancak çocuklar ve ahmaklar hakkındadır”. Kulağına, “Allah Arş üzerinde karâr kılmakdadır” diye tekrâr tekrâr gelen (Beytullah) lafzını duyduğunda, beytden murâdın, meskeni ve barınağı olmadığında hiç şübhesi olmaz. Hattâ açık olarak bilir ki, beytin Allahü teâlâya izâfesi, beytin şereflendirilmesi veyâ Rabbine ve sâhibine beytin muzâf olması, vaz’ olunduğundan başka bir ma’nâya gelmekdedir. Avâmın, Allahü teâlânın Arş üzerinde olduğuna i’tikâdı, kat’î il,m ifâde eden bir karîne değil midir? Bununla Kâ’benin Allahın evi olduğu, ama barınağı olmadığı irâde edilmekdedir. Kâ’benin Allahın evi ve barınağı olduğu, dahâ önceden hiç bir bilgiye ve inanca sâhib olmayanlar hakkında düşünülür.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu lafzlarla, takdîs ilmine vâkıf olan ve teşbîhi nefy eden, Allahü teâlâyı cisimden ve cismin a’râzlarından tenzîh eden bir cemâ’ate ya’nî, Eshâb-ı kirâma hitâb etmişlerdir. Bu hitâbda hiç şübhe bırakmıyacak şeklde, vehmi giderecek kat’î karîneler vardır. Bu kelimenin te’vîlinde bazılarının tereddüdde kalmaları câiz ise de, karîne ile murâdı ta’yîn etmek, Allahü teâlânın celâline lâyık olacak şeklde lafzın ihtimâlleri cümlesindendir.

İkinci misâl: Bir fakîhin kelâmında geçen (sûret) kelimesi, bir çocuğun veyâ âmînin, ya’nî avâmdan birinin yanında söylense, “Bu mes’elenin sûreti böyledir” veyâ “Bu hâdisenin sûreti böyledir” denilse, o çocuk veyâ mes’elenin ma’nâsını bilmeyen âmî, mes’ele denilen şeyin bir sûret olduğunu ve sûretin de kendi bildiği ve çevresinde gördüğü gibi, ağzı, burnu ve gözü olan bir şeyi hayâl eder.

Fakat, mes’elenin hakîkatini ve onun husûsî olarak tertîblenmiş bilgilerden ibâret olduğunu bilen kimse, mes’elede cisimlerin şekilleri gibi, gözü, burnu, ağzı olduğunu düşünebilir mi? Hâyır. Mes’elenin cisim olmakdan ve cisimin sıfatlarından münezzeh olduğunu bilmesi ona kâfîdir. Bunun gibi, ilâhdan da cismiyyeti nefy etmek ve cisim olmakdan münezzeh bilmek, (Allah, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) hadîs-i şerîfini işitenin kalbinde (sûret) kelimesinin ma’nâsını anlamasında bir karîne olur.

Allahü teâlâyı cisim olmakdan münezzeh bilen bir ârif, “mes’elenin sûreti” sözündeki sûreti, cismânî sûret olarak düşünenlere teaccüb ettiği gibi, Allahü teâlâya cismânî sûret nisbet edenlere de teaccüb eder.

Üçüncü misâl: Bir kimse bir çocuğun yanında, “Bağdâd halîfenin elindedir” dese, çocuk Bağdâdı halîfenin parmakları arasında, sanki Bağdâd’ı taşı ile toprağı ile avucunun içine almış sanır. Bunun gibi, Bağdâd lafzından murâdın ne olduğunu bilmeyen bir câhil de böyle düşünür. Ama Bağdâdın büyük bir şehir olduğunu bilen kimsenin aklına böyle bir şey gelir mi? Bağdâd, halîfenin elindedir diyene i’tirâz edip, niçin böyle dedin, böyle dediğini duyan, Bağdâd’ın halîfenin parmakları arasında olduğuna inanır. Böylece o kimseyi hakîkatin hilâfına ve cehle sürüklemiş olursun. Hattâ ona “Ey temiz kalbli zât! Senin böyle söylemen ancak, Bağdâd’ın hakîkatini bilmeyeni cehle götürür” denir.

Bağdâd’ı bilen bir kimse, bu sözdeki (el) kelimesi ile, avuç ve parmakları ihtivâ eden ma’lûm uzuv kasd edilmediğini, ayrıca bir karîneye ihtiyâc olmadan başka bir ma’nâsı olduğunu anlar.

Haberlerde bildirilen, vehm veren müteşâbih lafzlarda vehmlerin giderilmesi için bir karîne yeterlidir. O da cisim ve cisim cinsinden olmayan Allahü teâlâyı tanımakdır, ya’nî ma’rifetullahdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûl olarak gönderildiği ilk yıllarda müteşâbih lafzları kullanmadan önce açıklamalarına ma’rifetullah ile başlamışdır.

Dördüncü misâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hanımları için, (Bana en çabuk kavuşanınız, eli en uzun olanınızdır) buyurmuşdur. Bunun üzerine hanımlardan bir kısmı ellerini birbiri üzerine koyup, ölçüşmeğe başladılar. Peygamber efendimiz eli uzun olmakdan maksadının, uzv olan elin uzun olması değil, cömerdlikde ileri gitmek olduğunu beyân edince hakîkatı anladılar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hadîs-i şerîfi bir karîne ile zikr etmişlerdir. (Tûl-ül yed), el uzunluğu ibâresi ile cömerdliği irâde etmişlerdir. Bu söz karînesiz nakl edilseydi, vehme, şübheye yol açardı. Peygamber efendimizin söylediği bir müteşâbih lafzın, ba’zı câhiller tarafından anlaşılmaması, Peygamberimize i’tirâz şeklinde, bu sözü niçin söyledin demeğe, kimin hakkı vardır. Ancak Peygamberimiz meclisde hâzır olanların anlayışlarına göre, sehâveti anlatmak için karîneli olarak o lafzı söylemişdir.

Peygamber efendimizin kavl-i şerîflerini nakl eden, duyduğu sözü karînesiz olarak olduğu gibi nakl eder. Veyâ o karîneyi nakli mümkün olmadığı için, nakl etmez. Veyâ nakl eden, kendisinin duyduğunu anladığı gibi, herkesin de anlayacağını zan ederek nakline ihtiyâc duymaz. Çoğu zamân da kendi anlamasının da karîne ile olduğunun farkında olmaz. Bunun için nakl eden, sâdece lafzı nakl eder. Bu gibi sebeblerle lafzlar karînesiz kalınca anlaşılması zor olur.

Takdîsin bilinmesi, tek başına karîne olarak vehmi gidermekde kâfî gelebilir. Ama çoğu zamân bununla, murâdın ne olduğunu ta’yîn etmek mümkün değildir. İşte bu incelikleri dâimâ dikkate almak, uyanık olmak lâzımdır.

Beşinci misâl: Bir kimse bir çocuğun veyâ onun derecesinde olan ve meclislerdeki örf ve âdetleri, âdâbı bilmeyen kimsenin yanında, “Filân bir toplantıya girdi ve filânın fevkınde [üstünde] oturdu” dese, câhil, görgüsü kıt olan kimse, o adamı, ötekinin başı üzerinde veyâ başının üstündeki bir mekâna oturduğunu zan eder. Meclis âdâbını bilen, baş köşeye yakın yerlerin en yüksek mertebe olduğunu ve fevk kelimesinin mertebe bakımından yükseklik olduğunu bildiği için, meclise giren kimsenin baş köşede oturanın başı üstünde değil de yanında, ona yakın oturduğunu hemen anlar. Çocukların ve ona yakın derecede olanların, meclis âdâbını bilenlere i’tirâzları bâtıldır, aslı ve esâsı yokdur. Bunun misâlleri çokdur.

Bu misâllerden kesin olarak anlaşılmakdadır ki, bu açık lafzların ma’nâları, karîne olmayınca başka ma’nâlara çevrilir. Bu karîneler sebkat eden ve karîneli ma’rifete rücû’ eder. Bunun gibi vehme götüren zâhirî ma’nâlar, bu karîneler sebebiyle vehme yol açan şeylerden kurtulur. Karîneler çok ve çeşidlidir. Ba’zıları bilgi ve ma’rifetlerdir.

Bu karînelerden biri, insanların puta tapmalarının emr olunmadıklarını bilmeleridir. Herhangi bir cisme tapan puta tapmış olur. Bu cisim ister küçük, ister büyük, ister çirkin, ister güzel, ister aşağı, ister yüksek, ister yeryüzünde, ister Arşda olsun aynıdır. Allahü teâlâyı cismiyyetden ve cismin îcâblarından nefy etmek herkesin ma’lûmudur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu tenzîhi mübâlağa ile bildirmişdir. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde Şûrâ sûresi, 11. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onun benzeri hiç bir şey yokdur), İhlâs sûresinde ve Bakara sûresi, 22.  âyet-i celîlesinde meâlen, (Allahü teâlâya ortaklar koşmayınız) buyurulmakda ve dahâ sayısız sözler ve nice kat’î karînelerle Allahü teâlânın cisim olmakdan münezzeh olduğunu, hiç bir şübheye mahâl kalmayacak şeklde bildirmişdir. Bu açıklamaları, et ve kemikden olan elin Allahü teâlâ hakkında muhâl olduğunu bilmelerine kâfî gelmişdir. Diğer zâhiri lafzlar da, eğer cisme ıtlak olunursa, ancak cismiyyete ve cismiyyetin sıfatlarına delâlet etmesi böyledir.

Eğer müteşâbih kelimeler, cisim olmayan bir şeye ıtlâk olunursa, kelimenin zâhiri ma’nâsı değil, Allahü teâlâ hakkında câiz olan başka bir ma’nâ murâd edildiği zarûrî olarak bilinmelidir. Çoğu zamân bu ma’nâ te’ayyün eder. Ba’zan de te’ayyün etmez. Ancak karîne ile anlaşılır. Bu karîneler şübhe ve müşkilleri giderici şeylerdendir.

Suâl: Nass olan lafzlar, zâhirinde vehm olmayan, ma’nâsı açık olan, çocukların ve avâmın da anlıyacağı şeklde neden söylenmemişdir, denilirse:

Cevâb: Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” insanlarla arab lügatı ile konuşmuşdur. Arab lügatinde bu ma’nâları tek başına ifâde eden kelime yokdur. Lügatde müteşâbihâtın nassları olup da, lügatin kurucusu Peygamberimiz, bu ma’nâları bilmediği hâlde, bu nassları nasıl vaz’ eder. Ancak onlar öyle ma’nâlardır ki, nûr-ı nübüvvet veyâ uzun araşdırmalar sonunda, akıl nûru ile edinilen ma’nâlardır. Bu da o işlerin hepsinde olmayıp, ba’zılarında olur. Müteşâbih lafzların yerine başka ibâreler konulmadığından, lügatda zarûret olarak istiâre yoluna gidilmişdir. Her konuşan için o yola gidilmişdir.

Nitekim biz “Bu mes’elenin sûreti böyledir” demekden kendimizi alamıyoruz. Yine “Bu mes’elenin sûreti, diğerinin hilâfınadır” diyoruz. Bu sûret kelimesi de cismânî sûret lafzından müsteârdır. fakat lügatin kurucusu mes’elenin hey’etine ve tertîbi husûsunda bir nass kelime koymamışdır. Bunun sebebi, yâ mes’eleyi anlamamışdır veyâ anlamışdır ama zihnine getirememişdir. Veyâ getirmişdir ama istiâreye güvendiği için, onun için husûsî ve ayrıca bir nass kelime koymamışdır. Veyâ her ma’nâ için özel bir lafz koymakdan âciz olduğunu anlamışdır. Çünki ma’nâlar nihâyetsizdir. Lügate konulacak kelimeler ise belli sayıdadır. Bunun için ma’nâlardan sonsuz sayıda karşılıksız kalır. Bunun için bu ma’nâlara vaz’ eden tarafından müsteâr isimler bulunması lâzım gelir. Kurucu da ba’zı ma’nâlara müsteâr isim bulmakla yetindi. Diğer lügatlerde arab lügatinden dahâ çok eksiklik vardır. Bu ve benzeri eksiklikler, herhangi bir dil ile konuşan için onu istiâre yapmağa mecbûr kılar. Nitekim biz de zarûret olmasa da, karînelere dayanarak istiâreyi câiz kılıyoruz.

Biz “Zeyd Amrın fevkınde oturdu” demekle, “Zeyd Amrın hemen yanında ve başköşeye yakın oturdu” demek arasında fark görmüyoruz. Yâhud da “Bağdâd halîfenin idâresi altındadır” demekle, “Bağdâd halîfenin elindedir” demek arasında bir fark görmüyoruz. Bu, akllılar arasındaki konuşmalarda geçerlidir. Çocuklar ve câhiller ile konuşurken müteşâbih lafzların korunması imkân dâhilinde değildir. Bundan sakınmakla meşgûl olmak, kelâmda rekâket, aklda za’îflik ve lafzda ağırlık meydâna getirir.

Suâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Allah lafzı ile ne murâd olunduğunu niçin açıklamamış ve bu maksadın perdesini açmamışdır? Niçin Allahü teâlânın var olduğunu, cisim, cevher, araz olmadığını, âlemin dâhilinde ve hâricinde olmadığını, ona bitişik ve ayrı olmadığını, bir mekânda, herhangi bir cihetde olmadığını, hattâ bütün cihetlerin Ondan hâlî olduğunu söylememişdir. Bir kavme göre hak olan da bu ta’rîfdir. Kelâm âlimleri en fasîh olarak böyle açıklamışlardır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ibârelerinde bir kusûru, hakkı ortaya çıkarmasında bir gevşekliği, bilgilerinde bir eksikliği muhakkak ki yokdu, denilirse:

Cevâb: Her kim bu soruları doğru bulursa, ma’zûrdur. Eğer Resûl-i ekrem onlara o şeklde bir ta’rîf ve sıfatlarını zikr etmiş olsaydı, insanlar onu kabûl etmez, inkâra kalkışırlardı. Böyle bir varlığın mevcûdiyyeti muhâldir derler, ta’tîle, ya’nî Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden mütekellim ve felsefecilerin mezhebine düşerlerdi. Allahü teâlâyı tenzîhde mübâlağa etmekde bir hayr yokdur. Bilâkis pek az kimse müstesnâ, çoklarını sıfatların inkârına götürür.

Âlemlere rahmet olsun diye insanların âhıret se’âdetine erişmeleri için, dîne da’vetci olarak gönderilen Peygamber, çoğunluğun helâkine sebeb olacak sözleri nasıl söyleyebilir? Hattâ Peygamberimiz insanlarla akllarının alacağı şeklde konuşmağı emr buyurmuşdur. Bir hadîs-i şerîflerinde, (İnsanlar ile anlıyamıyacakları tarzda konuşmak, ba’zıları için fitne olur) buyurmuşlardır.

Suâl: Tenzîhde mübâlağa etmek ile ba’zı kimseler için ta’tîl korkusu varsa, vehme götüren müteşâbih lafzları kullanmak ile de ba’zı kimseler için teşbîh korkusu olmaz mı?

Cevâb: Bunların arasında iki yönden fark vardır:

a) Ta’tîl, çok kimseler hakkındadır. Teşbîhe gidenlerin sayısı ise azdır. Yapılacak işlerde iki zararın en hafîfi, kaçınılacak işlerde iki zararın dahâ umûmî olanını dikkate almak evlâdır.

b) Teşbîhin ilâcı, ta’tîlin ilâcından dahâ kolaydır. Zîrâ bu zevâhirle berâber, meâl-i şerîfi, (Onun gibi hiç bir şey yokdur) olan, Şûrâ sûresinin 11. âyet-i kerîmesini zikr etmek ve Allahü teâlâ bir cisim değildir, cisimlerin benzeri değildir demek yeterlidir. Ama yukarıda bildirildiği gibi, tenzîhde mübâlağa etmekden hâsıl olan, ya’nî Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden ta’tîlcinin i’tikâdına bu sıfatların varlığını yerleşdirmek cidden zordur. Ancak binde biri kabûl eder. Hele arab milletinin ümmîleri aslâ kabûl etmez.

Suâl: Ülûhiyyetin aslını insanların kalblerine yerleşdirmek için, vazîfeli olan Peygamberlerin ifâdelerini anlamakdan âciz olup, doğru itikâdın hilâfına vehme kapılmaları, meselâ Allahü teâlâ Arş üzerinde karâr kılmışdır. O gökdedir ve mekân olarak kullarının üzerindedir gibi inanmaları, Peygamberler için bir özr olur mu?

Cevâb: Öyle düşünmekden ve sâdık olan bir Peygamberin Allahü teâlâyı, sıfatlarından başka bir sıfatla vasflandırmakdan, böyle yanlış i’tikâdları halka inandırmakdan Allahü teâlâya sığınırız. Söylenenleri halkın anlayıp anlamaması kendilerindeki kusûrdandır.

Peygamberler, halkın anlıyamıyacağı bilgileri onlara söylemez, onlardan saklı tutar. Bu bilgileri anlıyabilenlere anlatır. Bununla halkın acz ve kusûruna ilâc olur. Bilhâssa Allahü teâlânın sıfatları hakkında kasdî olarak hakîkatin hilâfına, halka anlatmakda zarûret yokdur. Evet, lafzların müsteâr olarak kullanılmasında zarûret vardır. Belki anlayışı kıt olanlar yanlış anlayabilirler. Bu da lügatdeki kusûr ve muhâverenin îcâblarındandır. fakat kasden hakîkatin hilâfını anlatarak halkı cehâlete sürüklemek, ister bir maslahat düşünülsün, ister düşünülmesin, muhâldir.

Suâl: Teşbîh ehli, müteşâbih lafzların neye dayandığını bilmiyor ve lafzların zâhirine bakarak cehâlete sürüklendikleri biliniyordu. Her ne zamân Peygamberimiz mücmel, örtülü lafzlar getirdiğinde, o lafz ile cehâlete götürme kasd olunsun veyâ olunmasın, teşbîh ehli buna râzı olurlardı. Her ne kadar cehâlete götürme hâsıl olsa da, ehl-i teşbîh onu bilir ve ona râzıdır.

Cevâb: Ehl-i teşbîhin cehlinin Peygamber efendimizin lafzları sebebi ile hâsıl olduğunu kabûl etmeyiz. Bu cehâlet, takdîs ve tenzîh ma’rifetini kazanmakdaki ve tenzîhi, nazar, ya’nî lafzın zâhirine kapılmak üzerine takdîm etmemekdeki kusûrlarından meydâna gelmekdedir. Eğer bu ma’rifeti önceden kesb edip, lafzın zâhirine nazar üzerine takdîm etmiş olsalardı, muhakkak ki hatâya ve câhilliğe düşmezlerdi. Nitekim takdîs ilmi olan kimse, “mes’elenin sûreti” sözünü duyduğu zamân, ma’nâsını anlamakda zorluk çekmez.

Teşbîh ehli üzerine vâcib olan, bu takdîs ilmini tahsîl etmeleridir. Sonra bu konuda bir şübheleri olursa âlimlere mürâca’ât etmeleridir. Dahâ sonra kendisini te’vîl yapmakdan alıkoymalarıdır. Âlimler, takdîsi onlara bildirdiklerinde, kendilerini takdîs ile yükümlü kılarlar. Bu takdîsi yapmadıkları zamân, câhil kalmış olurlar.

Dînin kurucusu Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanların tabî’atlerindeki tenbelliği, kusûru, fuzûlî işlere, üzerlerine lâzım olmayan şeylere dalmak husûslarını biliyordu. Buna ve cehâletden kurtulmak için ilm tahsîline çalışmamalarına râzı değildi. fakat Allahü teâlânın taksîmindeki kazâ ve kadere râzı idi. Nitekim Allahü teâlâ Hûd sûresi, 119. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbin “and olsun ki, Cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağım” şeklindeki sözü yerini buldu) ve Hûd sûresi, 118. âyet-i celîlesinde meâlen, (Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapmıştı) ve Yûnüs sûresi, 99. ve 100. âyet-i celîlelerinde meâlen, (Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette îmân ederlerdi. O hâlde sen inanmaları için insanları zorluyor musun? Allahın izni olmadan hiç kimse inanamaz) ve Hûd sûresi, 118. ve 119. âyet-i kerîmelerinde meâlen, (fakat onlar ihtilâfa düşmeğe devâm ederler. Ancak Rabbin rahmetine kavuşanlar müstesnâdır. Zâten Rabbin onları bunun için [rahmet etmek için] yarattı) buyurmakdadır.

İşte insanların yaratılmasında kahr-i ilâhî budur. Allahü teâlânın değişmeyen âdetini değişdirmeğe Peygamberlerin de kudreti yoktur.

Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler