Suâl: Bilinen mes’elelerden biri olan “Îmân kadîmdir” sözü hakkında ne dersiniz?
Cevâb: Eğer işin dizgini elimizde olsaydı, suâl soranı, bu fâidesi olmayan za’îf sözden men’ ederdik ve “bu bid’atdir” derdik. Bulunduğumuz yerde onlar güçlü ise deriz ki: Îmândan maksadınız nedir? Eğer maksadın, halkın bilgisi ve sıfatları hakkında ise, halkın bütün sıfatları mahlûkdur. Eğer maksadın Kur’ân-ı kerîmden bir şey veyâ Allahü teâlânın sıfatlarından ise, bil ki, Allahü teâlânın bütün sıfatları kadîmdir. Eğer maksadın ne halkın sıfatı ne de Hâlıkın sıfatı ise, o zamân bu anlaşılır ve tasavvur edilir şekilde değildir. Zâtı, kendisi anlaşılamıyan, tasavvur edilemiyen bir şeyin kadîm ve hâdis olmasına nasıl hüküm verilir? Asıl olan suâl soranı zecr edip, cevâp vermemekdir. Selef-i sâlihîn mezhebinin en saf maksadı da budur. Zarûret olmadan bu yoldan ayrılmamak lâzımdır. Zor durumda olanın tutacağı yol, zikrettiğimizdir.
Eğer, karşımızdaki zekî, hakîkatleri anlayabilecek biri ise, meselenin örtüsünü kaldırıp, Kur’ân-ı kerîm hakkındaki müşkillerinden kurtarırız ve şöyle deriz:
Bil ki, varlıkta her şeyin 4 mertebesi vardır:
1– Zâhirdeki varlığı,
2– Zihindeki varlığı,
3– Lisandaki varlığı,
4– Kâğıda yazılmış varlığı.
Ateşi misâl alalım. Ateşin ocakta bir varlığı vardır. Bir de zihinde ve hayâlde varlığı vardır. Yanî ateşin kendisini ve hakîkatini bilmekdeki varlığı vardır. Bir de lisandaki varlığı vardır ki, ateş lafzı ateşe delâlet eden bir kelimedir. Bir de kâğıd üzerine yazılmış şeklden ibâret bir varlığı vardır.
Yakma, ateşe mahsûs bir sıfat olduğu gibi, kadîmlik Kur’ân-ı kerîmin ve Allahü teâlânın kelâmının sıfatıdır. Yakıcı ateş, ocakda olandır. Zihndeki, lisandaki ve kâğıd üzerindeki değildir. Yakıcılık kâğıdda ve dilde olsaydı, onları yakardı.
Eğer bize, “ateş yakıcıdır” denirse, “evet” deriz.
Eğer bize, “ateş kelimesi yakıcıdır” denirse, “hâyır” deriz. Eğer bize, “ateşin harfleri yakıcıdır” denirse, “hâyır” deriz.
Eğer bize, “ateş kelimesinin kâğıd üzerinde yazılı harfleri yakıcıdır” denirse, buna da “hâyır” deriz.
Eğer bize, ateş kelimesiyle söylenen ve yazılan “yakıcıdır” denirse, “evet” deriz. Çünki bu kelime ile söylenen ve yazılandan maksad ocaktakidir. Ocakdaki de yakıcıdır.
Allahü teâlânın kelâmı kıdem, yanî kadîmlik ile vasflandırıldığı gibi, ateş de yakmak ile vasıflandırılmaktadır.
Kur’ân-ı kerîm diye isimlendirdiğimiz şeyin varlığı 4 mertebe üzeredir:
1– Allahü teâlânın zâtı ile kâim olan asl varlığıdır. Ocakdaki ateşin varlığı gibidir. Nitekim Nahl sûresi, 60. âyet-i kerîmesinde meâlen, (En yüce sıfatlar Allaha âiddir) buyurulmuşdur. Âcizlere anlatmak için bu gibi misâlleri vermek lâzımdır. Kıdem, kadîmlik bu varlığın husûsî bir vasfıdır.
2– Lisanımızla söylemeden önce, öğrenme esnâsında zihnimizde olan ilmî varlığıdır.
3– Seslerimizle meydâna gelen lisanımızdaki varlığıdır.
4– Kâğıdlar üzerine yazılan varlığıdır.
Suâl: Kur’ân-ı kerîmi nutk etmeden önce, onun ilminden zihnlerimizde olan nedir, diye sorulursa:
Cevâb: İlmimiz sıfatımızdır. O da mahlûkdur, yanî sonradan yaratılmışdır. İlmimizle bilinen şey, yanî Kur’ân-ı kerîm kadîmdir. Nitekim ateşi bilmemiz ateşin sûretini
hayâlimizde canlandırdığımız yakıcı değildir. fakat ilmimizle ma’lûm olan şey yakıcıdır.
Suâl: Kur’ân-ı kerîm okurken sesimizden, dilimizin hareketinden ve nutkumuzdan sorulursa,
Cevâb: Bunlar lisanımızın sıfatıdır. Lisanımız hâdisdir. Lisanın sıfatı yaratıldıkdan sonra olur. Her hâdisden sonra meydâna gelenler elbette hâdisdir. Lâkin bu hâdis olan seslerimizle nutkumuz, zikrettiğimiz, kırâat ve tilâvet ettiklerimiz kadîmdir. Nitekim ateşin harflerini lisanımızla zikrederiz. Bu harflerle zikredilen şey yakıcıdır. Seslerimiz ve seslerimizin parçaları, yanî heceler yakıcı değildir.
Suâl: Ateş sözünün harfleri ateşin kendisinden ibâret değil midir, denirse:
Cevâb: Eğer söylediğin gibi olursa, “ateş”in harfleri yakıcı olur. Kur’ân-ı kerîmin harfleri eğer okunanın kendisi ise, o zamân kadîm olur. Bunun gibi, “ateş”in kâğıd üzerine yazılmış şekli de yakıcı olur. Çünki yazılan “ateş”in kendisi olur. Ateşin sûreti olan şekiller yakıcı değildir. Çünki kâğıdın üzerinde yakmadan ve yakılmadan durmaktadır. İşte varlıkdaki bu 4 dereceyi avâm ayıramamaktadır. Avâm bunları tafsîlatı ile anlayamaz. Hele bunları teker teker hiç ayıramazlar. Bunun için mes’elenin içine dalmıyoruz. Yoksa, işlerin hakîkatini ve tafsîlatının künhünü bilmediğimizden değildir.
Elbette “ateş” ocakda olduğu zamân yakıcı, sönücü ve parlayıcı olarak vasıf olunur. Lisanda da, fârisî, türkce ve arabî olarak veyâ az harfli, çok harfli diye vasf olunur. Hâlbuki “ateş”in ocaktaki varlığı, tükçe, fârisî ve arabî diye kısımlara ayrılamaz. Lisanda olan “ateş” de sönme ve parlama şeklinde vasf olunamaz. Kâğıda yazıldığında kırmızı, yeşil ve siyâh diye vasıflandırıldığı gibi, muhakkak, sülüs, rik’a veyâ nesh kalemle yazılmışdır denir. Lisandaki “ateş” kelimesinin bunlarla vasıflandırılmasına imkân yoktur.
“Ateş” ismi, ocakda olana, kalbde [zihnde], lisanda ve kâğıdda olanlara verilen müşterek bir isimdir. Ocakda olana verilen isim hakîkidir. Zihinde olanı, hakîkî değil ilmîdir. Ama ateşin hakîkîsini anlatan sûret manâsına gelir. Nitekim aynadaki görüntülerine, hakîkî olmadıkları hâlde insan ve ateş denir. fakat insan ve hakîkî ateşi hâtırlatan sûret manâsına gelir.
Lisandaki “ateş” kelimesi ateş ile isimlendirilir. Bu da zihnde mevcûd olan ateşe delâlet eden 3. manâdır. Yanî, hakîkatde olan birinci, zihinde olan 2. manâdır. Lisanda olan, ıstılâhlara göre değişir. Hakîkî ve zihinde olan ateş kelimelerinde değişiklik olmaz. Kâğıd üzerinde olana, 4. manâ olarak ateş denir. Bu da, lisanda olana, ıstılâh ile delâlet eden şekillerdir.
Kur’ân-ı kerîm ve ateşin, hattâ her şeyin ismi, bu 4 işre yanî, manâ, varlık ortaklığı anlaşıldı. Haberlerde, (Kur’ân mü’minin kalbindedir), (Kur’ân mushafdadır), (Kur’ân okuyucunun lisanındadır), (Kur’ân zât-i ilâhînin sıfatıdır) şeklinde gelmiş olan sözlerin hepsi doğrudur. Hepsinin manâsı bulundukları mertebelere göre anlatılmıştır. Zekî kimselerce bunlarda bir tenâkuz yokdur. Bu zekî kimseler, murâd olunan hakîkati ihâta etmekle hepsini tasdîk etmişlerdir. Bunlar öyle açık ve ince işlerdir ki, zekî ve anlayışlı kimselere göre bundan dahâ açık bir şey yoktur. Ahmak ve anlayışı kıt olanlara göre, bundan dahâ ince ve kapalı bir şey yokdur. Bunları bu gibi ilimlere dalmakdan men’ etmek lâzımdır. Bunlara, “Kur’ân-ı kerîm mahlûk değildir de ve sus. Bunun üzerine ziyade ve noksanlık yapma. Bu konuyu araştırma ve inceleme” demelidir.
Zekî kimseleri, bu müşkillerin sıkıntılarından derhâl kurtarıp, râhatlandırmak lâzım gelir. Ayrıca bunlara, “avâm ile bu mevzu’ları konuşmamaları, avâma tâkatlarının üstünde olan bir mükellefiyyet yüklememeleri” tavsiye olunur. Müteşâbihâtın zâhirî manâlarında müşkil yerlerin, şüpheli ve tereddüdlü sözlerin hepsi avâmın, ilim ve idrâki az, zekâ ve kâbiliyyeti kıt olanlarının yanında örtülüdür. Ama basîret erbâbı için açık hakîkatlerdir. Selefin büyüklerinin bu hakîkatleri bilmekden âciz olduklarını zan etmek doğru değildir. Gerçi onlar müteşâbih ve istiâreli sözleri, kitâblara yazmamışlardır. Ama onları bildiler, avâmın da bunları anlamakdan âciz olduklarını anlayıp, kendileri sükût edip, avâmı da sükût etdirmişlerdir. Hak olan, doğru olan da budur. Selefin büyüklerinden maksadım, makâm ve şöhret bakımından değil, manâlara dalmak ve sırlara muttali’ olmak bakımındandır. Selefin büyükleri, avâma göre değişir. Avâm, halkın arasında ilmi ile şöhret yapmış kimselerin büyük olduğuna inanırlar. Bu da delâlete düşme sebeblerinden bir başkasıdır.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız
1 Yorum