Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde vârid olan müteşâbih lafızlarda tasarruf yapmakdan, müdâhele etmekden kendini alıkoymakdır. Halkın teşbîhe götüren lafzlarda sessiz kalması, bu kelimeleri olduğu gibi bırakması vâcibdir. Bu lafzlarda tasarruf etmekden kendini tutmak, altı yönden lâzımdır. Bu altı şey şunlardır: Tefsîr, te’vîl, tasrîf, tefrî’, cem’, tefrîk.
I– Tefsîr yolu ile tasarrufda bulunmak: Arabî lisanında bir lafzı, başka bir dilde bu lafzın yerini tutan bir kelime ile değişdirmek veyâ ma’nâsını farsça veyâ türkçe olarak söylemekdir. Müteşâbih lafzları vârid olduğu şeklde aynen söylemelidir. Çünki arabîde bulunan lafzlara mutâbık olan bir lafz fârisîde bulunmaz. Bulunsa bile istiâre yönünden arab âdeti ile fars âdeti birbirine uymaz. Arabîde birkaç ma’nâya gelen müşterek kelimeler vardır. Diğer dillerde böyle değildir.
Tefsîr için 1. misâl: İstivâ lafzıdır. Arabların kullandıkları istivâ lafzının ma’nâsına tam mutâbık olan ve bu ma’nâyı uyandıran şumüllü bir kelime farslarda yokdur. Nitekim istivânın karşılığı olarak fârisîde (râst beistâd) ifâdesi kullanılır. Bu ifâdede iki kelime vardır. Birinci kelime olan râst, eğri ve bükük tasavvur edilen bir şeydeki diklik ve doğruluğu ifâde eder. Beistâd ise, hareket ve sarsılma tasavvur edilen şeylerdeki sükûn ve sebâtı beyân eder. (Râst beistâd)ın ifâde etdiği, iş’âr ve işâret etdiği ma’nâlar, istivâ lafzının işâret etdiği ma’nâlardan dahâ açıkdır. Delâlet ve iş’ârda [bildirmede] farklı oldukları için (râst beistâd) kelimesi, (istivâ)nın misli [onun gibisi, benzeri] olamaz. Bir kelimeyi ancak en gizli ve en ince, az birşey de olsa hiçbir yönden muhâlefeti, ya’nî uygunsuzluğu olmayan, tam benzeri ve mürâdifi, ya’nî eş anlamlısı olan bir kelime ile değişdirmek câizdir.
Tefsîr için 2. misâl: Arabî lisanında (Usbu’) ya’nî parmak ni’met ma’nâsında istiâre olunur. Falan kimsenin üzerimde parmağı vardır demek, ni’meti vardır demekdir. Fârisî dilinde parmağa engüşt denir. fakat bu istiâreyi acemler âdet edinmemişlerdir. Mecâz ve istiâreye arablar, acemlerden dahâ geniş yer vermişlerdir. Hattâ bu konuda arabların genişliği ile acemlerin donukluğu arasında nisbet bile yokdur. Müsteâr ma’nâ, arab dilinde güzelleşir, acem dilinde ise kulağın ona meyl etmeyeceği, kalbin de nefret edeceği şeklde çirkinleşir. İki kelime arasında farklılık olduğunda, birinin yerine diğerini almak, benzeri ile değişdirerek tefsîr etmek olmayıp, muhâlifi ile değişdirerek tefsîr etmek olur. Hâlbuki bir kelimeyi ancak misli, ya’nî benzeri ile değişdirmek câizdir.
Tefsîr için 3. misâl: (Ayn), göz kelimesidir. Bu kelimeyi tefsîr etmek isteyen, ma’nâlarının en açığı ile fârisîde karşılığı (çeşm)dir der. (Ayn) kelimesi arabîde, bilinen görme uzvu ile birlikde, su kaynağı, altın ve gümüş ma’nâlarında da kullanılan bir müşterek isimdir. Çeşm lafzı ise sâdece gören uzv ma’nâsına gelip, diğer ma’nâlarla ortaklığı yokdur. (Cenb) ya’nî yan ve (vech) ya’nî yüz kelimeleri de bunun gibidir. Bunun için müteşâbih kelimelerin değişdirilmesine karşı çıkıyor, arabî olarak geldiği şekilde bırakılmasını lüzûmlu görüyoruz.
Suâl: Ayn ile çeşm arasındaki farklılığın bütün lafzlarda olduğunu iddiâ etmek doğru değildir. Zîrâ ekmek ma’nâsına gelen arabî (hubz) ve fârisî (nân) kelimeleri arasında ve et ma’nâsına gelen arabî (lahm) ve fârisî (gûşt) kelimeleri arasında da fark yokdur. Ba’zı lafzların ma’nâlarında farklılık var denirse, bunları değişdirmeği men’ etmeli, benzer olanlara mâni’ olunmamalıdır.
Cevâb: Gerçekden bu farklılık bütün kelimelerde değil, ba’zılarındadır. Arabî (yed) el kelimesi ile fârisî (dest) el kelimesi her iki lügatde, iştirâkde, istiârede ve diğer işlerde müsâvî olabilir. Ancak iş, bir kelimeyi diğeri ile değişdirmenin câiz olup olmadığına gelince, bu iki kelime arasındaki ayırımı anlıyabilmek, aralarındaki farklılıkların inceliklerine vâkıf olmak herkes için kolay ve açık değildir. Hattâ bu konuda müşkiller çoğalır. İki kelimedeki farklılık ve benzerlik mahalleri birbirinden ayrılamaz olur. Bu durumda önümüzde iki durum vardır. Yâ müteşâbih lafzı başka lafz ile değişdirmede kapıyı kapatarak ihtiyâtlı davranacağız ki, bu değişdirmeğe, tebdîle zarûret ve ihtiyâc da yokdur. Veyâ kapıyı açacağız. Halkı oraya süreceğiz. O zamân herkes istediği gibi bir lafzı diğeri ile değiştirerek tehlikeye düşecekdir.
Acabâ bu iki yoldan hangisi dahâ ihtiyâtlı, dahâ sağlamdır? Üstelik konumuz Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıdır. Bana göre bu işin çok tehlikeli bir iş olduğunu kabûl ve ikrâr etmeyen hiçbir akıllı ve dindâr kimse yokdur. tehlike, Allahü teâlânın sıfatlarında tebdîl ve tefsîr yapmakdadır. Bundan kaçınmak lâzımdır. Nasıl kaçınılmasın ki, şerî’at, boşanmış olan kadına, rahminin berâeti ve nesebin karışmaması için, velâyet ve verâset hükmü ve nesebin terettübü için ihtiyâten iddet beklemeği vâcib kılmışdır. Bununla berâber âlimler, boşanmış olan kısır kadının, âdetden kesilmiş kadının, bülûğa ermemiş nikâhlı kız çocuğunun ve ma’zûle kadının [çocuğu olmaması için hep azl olunmuş kadının] da iddet beklemesi vâcibdir dediler. Çünki rahmin içinde olanı ancak mübâlağa ile gâibleri bilen Allahü azîmüşşân bilir. Nitekim Allahü teâlâ, Lokman sûresi 34. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahimlerde olanı O bilir) buyurmakdadır.
Eğer biz iddet konusunda tafsîlâta girerek akıl yürütme kapısını açarsak [kısır kadın, âdetden kesilen kadın, bülûğa ermemiş nikâhlı kız ve ma’zûle kadının, boşandıkları zamân çocukları olamayacağı için iddet beklemeleri îcâb etmez sonucu çıkar. Bu ise doğru değildir. Allahü teâlânın sıfatları ve müteşâbih kelimelerde değişdirme, tefsîr ve te’vîl yolunu açarsak] o zamân tehlikeli bir işe girmiş oluruz. Hâmile kalmadıkları hâlde yukarıdaki dört kadının iddet beklemesinin vâcib olduğunu kabûl etmek, kabûl etmeyerek tehlikeli bir işe girmekden dahâ kolaydır. Bu üç kadına, iddetin vâcib olması nasıl şer’î bir hüküm ise, arabî lafzların tebdîlinin de harâm olduğu ictihâd ile sâbit olan şer’î hükümdür. Burada tercîh olunan yol, dahâ önce geçdiği gibi, arabî lafzların değişdirilmesine kapalı olan birinci yoldur.
Allahü teâlâ ve sıfatları hakkında vârid olan haberlerde ve Kur’ân-ı kerîmdeki lafzlardan murâd olunan ma’nâlarda ihtiyâtlı davranmak, elbette ki iddetdeki ihtiyâtdan ve fukehâ-ı kirâmın bu kabîlden olan ihtiyâtlarından dahâ mühim ve evlâdır.
II– Te’vîl yolu ile tasarrufda bulunmak: Bir kelimenin zâhirî ma’nâsını bir tarafa bırakıp, onun başka bir ma’nâsını beyân etmekdir. Bu da ya avâmın kendisinden vâki’ olur. Veyâ avâm ile berâber ârifden vâki’ olur. Veyâ ârifin kendisi ile Rabbi arasında kendisinden vâki’ olmak üzere üç yerdedir:
1. Avâmın te’vîli:
Avâmdan birinin [âmînin] kendi kendine uğraşarak yapdığı te’vîl olup harâmdır. Yüzmeyi iyi bilmeyen birinin denize dalması gibidir. Bunun harâmlığında şübhe yokdur. Ma’rifetullah denizi, su denizinden dahâ derin ve dahâ tehlikelidir. Bu denizde helâk olana, ondan sonra hayât yokdur. Dünyâ denizinde helâk olanın ancak fânî hayâtı izâle olur. Bu denizde helâk olanın ebedî hayâtı zâil olur. İki helâk arasında ne büyük fark vardır.
2. Avâm ile âlim arasındaki te’vîl:
Bu da birinci gibi yasak ve tehlikelidir. Bunun misâli, çok iyi yüzen ve denize dalıp çıkabilen birinin, yüzmekden âciz, kalbi ve bedeni hasta olan birisini yanına alarak denize açılması gibidir. Bu da harâmdır. Çünki bu hareket acemi ve hasta adamı helâk olmak tehlikesi ile karşı karşıya getirir. Belki kıyıya yakın yerlerde onu koruyabilir. Ama dalgalı yerlerde muhâfaza edemez. Eğer ona, sâhile yakın yerlerde kalmasını emr etse, itâ’at etmez. Ona, dalgaların çarpışması esnâsında ve yutmak için ağızlarını açmış timsâhlarla karşılaşdığı zamân sâkin olmasını emr etse de o, bedeni ve kalbi râhatsız olduğu, tâkatinde kusûr olduğu [gücü az olduğu] için, dalgıcın sâkin ol emrini istenildiği şeklde yerine getiremez. Bu misâl, âlimin avâma, zâhirin hilâfında tasarruf etme ve te’vîl yapma kapısını açmasına en uygun misâldir.
Edîb, nahv âlimi, muhaddis, müfessir, fakîh, mütekellim, dahâ doğrusu ma’rifetullah deryâsında yüzmesini bilmeyen bütün âlimler avâmdır. Ma’rifetullah deryâsında yüzme öğrenmek için ömürlerini harcayanlar, yüzlerini dünyâdan ve şehvetlerden çevirenler, maldan, mevki’den, halkdan ve diğer lezzetlerden yüz çevirenler, ilimde ve amelde Allahü teâlâ için muhlis olanlar, tâ’at yapmakda ve münkerâtı terk etmekde şerî’atin hudûdu ve âdâbını gözeterek amel edenler, Allahü teâlâdan başka her şeyi kalblerinden çıkaranlar, Allahü teâlânın muhabbeti yanında dünyâyı, âhıreti ve Firdevs-i a’lâyı bile bir tarafa atanlar avâm değildir, ma’rifet denizinin hakîkî dalgıçlarıdır. Bununla berâber onlar da büyük tehlikededir. Onda dokuzu helâk olur. Saklı inci ve gizli hazîneye ancak biri kavuşur. Nitekim Allahü teâlâ Enbiyâ sûresi, 101. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bunlar, Allahü teâlâ tarafından kendilerine en güzel bir âkıbet takdîr ve ihsân edilmiş olanlardır. Bu sebeble fevz-ü necâta kavuşmuşlardır) ve Neml sûresi, 74. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbin hakîkaten onların gizlediğini de, açığa vurduklarını da bilir) buyurmuşdur.
3. Arifin te’vîli:
Ârifin kendi kendine, kalbinin sırrında, kendisi ve Rabbi arasında yapdığı te’vîldir. Bu da üç vech iledir:
3) Meselâ istivâ ve fevk kelimelerinden murâdın ne olduğunun içine doğması, ya kat’î veyâ şübheli veyâ zann-ı gâlib ile olur. Kat’î ise, ona i’tikâd etmesi lâzımdır. Şübheli ise, ondan sakınması lâzımdır. Allahü teâlânın ve Resûlünün kendi kelâmlarında murâdı budur diyerek, aralarında tercîh yapamadığı mu’ârızı bulunan şübheli ma’nâ ile hükmetmemelidir. Ona vâcib olan şübheli durumda tevakkuf etmesidir. Te’vîl zann-ı gâlib ile olursa, zannın tealluk etdiği iki şey vardır. Birisi, içine doğan o ma’nâ Allahü teâlâ hakkında câiz midir, muhal midir? İkincisi kat’î olarak câiz olduğunu bilir, ancak murâd olan bu mudur, değil midir tereddüdü vardır.
Birinciye misâl, fevk lafzının te’vîli, “Sultân vezîrin fevkındedir” kavline benzer bir ma’nevî yükseklik şeklinde ise, Allahü teâlâ için bu ma’nânın sâbit olduğunda şübhe etmeyiz. Ancak biz meâl-i şerîfi (Çünki onlar fevklerindeki Rablerinden korkarlar) olan, Nahl sûresi 50. âyet-i kerîmesindeki (fevk) kelimesinde tereddüd edebiliriz. Acabâ fevk kelimesi ile ma’nevî yükseklik mi irâde edildi, yoksa Allahü teâlânın celâline yakışır başka bir ma’nâ mı irâde edildi. Bu ma’nâ, Allahü teâlâ için muhâl olan mekânda yükseklik olmayıp, cisim ve cisimde sıfat da değildir.
İkinciye misâl, Arş üzerine istivâ lafzının te’vîlindedir. İstivâ lafzı ile Arşa mahsûs bir nisbet irâde olunmuşdur. Allahü teâlâ, Arş vâsıtasıyla gökden yere bütün âlemde tasarruf eder, işleri idâre eder. Zîrâ Arşda ihdâs edilmedikce, âlemde hiç bir sûret yaratmaz. Nitekim ressam veyâ kâtib, kâğıd üzerine bir resm veyâ yazı yazacakları zamân, önce zihnlerinde yapacakları işin plânını yaparlar, sonra kâğıda dökerler. Mühendis de aynı şeklde binânın şeklini, zihninde canlandırmadan veremez. Kalb de, âlemi olan bedeninin işlerini dimağ, zihn vâsıtasıyla idâre eder. Arşın Allahü teâlâya nisbetinin isbâtı câiz midir, değil midir diye belki tereddüd ederiz. Yâ nefsinde bulunan vücûbiyyeti ile veyâ hilâfı Allahü teâlâya muhâl olmamakla berâber onunla sünnetini ve âdetini icrâ etmesidir. Nitekim âdetini şöyle icrâ etmekdedir ki, insanın kalbinin idâresi dimağsız mümkün değildir. Gerçi Allahü teâlânın kudretinde kalbi dimağsız idâre etmesi vardır. Eğer bunu ezelde irâde etseydi ve ilmi ona tealluk etseydi, kalbe dimağ olmadan idâre etmeğe verirdi. Ancak ezelde takdîr etmediği için bu mümkün değildir. Bu, kudretinde olan bir kusûrdan değildir. Ezelde irâde etdiği ve ezelî ilminin ihâtasında olduğu için aksi mümkün değildir. Bunun için Ahzâb sûresi, 62. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahın kanûnunu değişdirmeğe aslâ imkân bulamazsın) buyurulmuştur. Ezelde irâde olunan şey değişmez. İrâde olunan şeyin meydâna gelmesi vâcibdir. Zâtında muhâl olmasa da, irâde olunanın tersi muhâldir. Ama (muhâlin ligayrihî), ya’nî başka sebeble muhâldir. O da ilm-i ezelînin cehle gitmesi, ezelî irâdenin yerine getirilmemesidir.
O hâlde Arşın Allahü teâlâya nisbetini, Arşın vâsıtası ile memleketin idâresinin sâbit olması, aklen câiz ise de, acabâ vâki’ midir? İşte burada tedkîk edenler tereddüde düşer. Belki de bunun vâki’ olduğunu zan eder. Bu, bizzat ma’nânın Allahü teâlâ hakkında câiz olup olmadığını zan etmeğe misâldir.
Birincisi, Allahü teâlâ hakkında sahîh ve câiz olup, fakat bu ma’nânın lafzdan kasd edilip edilmediği hakkındaki zandır. İki zan arasında iki fark vardır. Lâkin iki zandan herbiri, eğer kalbe doğar, göğüsde yerleşirse, kalbden onu isteği ile def’ edemez ve zan etmemesi mümkün olmaz. Çünki zannın, def’i mümkün olmayan zarûrî sebebleri vardır. Nitekim Bakara sûresi, 286. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah her şahsa ancak gücü yetdiği kadar mes’ûliyyet yükler) buyurulmuşdur. Ama onun üzerine iki vazîfe vardır. Birincisi, onda yanlışlık ihtimâli olmadığını düşünüp, kat’î bir şeklde kalbinin ona mutma’in olmasına mâni’ olmasıdır.
İkincisi, istivâ’dan murâd böyledir, fevkden murâd şöyledir diye kesin hükümler vermemelidir. Çünki, o zamân bilmediği şey hakkında hüküm vermiş olur. Hâlbuki Allahü teâlâ İsrâ sûresi, 36. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme) buyurmakdadır. Ancak, zan ediyorum ki, bu böyledir demelidir. O zamân kendinden ve vicdânından verdiği haberde sâdık olur. Söylediği söz ile Allahü teâlânın sıfatı ve murâdı üzerine hüküm etmiş olmaz. Ancak kendinden hüküm vermiş, içindeki kanâ’atini haber vermiş olur.
Suâl: Bu zan sâhibi âlimin, zannını halka anlatması, onlarla konuşması, içindekileri dökmesi, zannı kat’î olarak doğru ise câiz midir?
Cevâb: O zannı hakkında konuşması, anlatması dört vech ile olur.
Kendi kendine veyâ kendisi gibi araşdırıcı ve basîret sâhibi olan birisi ile veyâ sâdece ma’rifetullahı taleb eden, zekâsı ve fıtratı ile basîret ehli olmağa isti’dâdı olan ile veyâ avâm ile.
Eğer zannı kat’i ise kendisi buna inanır ve basîretde dengi olana anlatır veyâ sâdece ma’rifetullahı düşünen, ma’rifeti almağa müsâid, mezheb taassûbundan, dünyâya meylden ve şehvetlerden arınmış, ma’rifetlerle övünmekden uzak duran, avâm ile bulunduğu zamân ma’rifetini anlatarak gösteriş yapmakdan çekinen zekî ve kâbiliyyetli kimselere anlatır. Bu sıfatlarla muttasıf olanlarla konuşmakda bir beis yokdur. Çünki ma’rifete susamış olan fıtnet sâhibi zekî kimse, başka gâye için değil, sâdece ma’rifet için kalbine müteşâbih sözlerin zâhirinden müşkiller gelir. Bu müşkiller onu, zâhirî ma’nânın muktezâsından şiddetle kaçma arzûsunda olduğu için, bozuk te’vîllere götürür. [Bunun için ma’rifete susamış zekî kimselere ârifin kat’î te’vîllerini anlatması iyi olur. Büyükler ne güzel söylemişlerdir]: İlmi ehlinden men’ etmek, ehli olmayana vermek gibi zulmdür.
Avâm ile böyle mes’eleleri konuşmamak lâzımdır. Avâm, yukarıda bildirilen iyi vasflarla muttasıf olmayan kimsedir. Hattâ buna misâl, dahâ önce geçdiği gibi süt çocuğuna, bünyesinin kaldıramadığı kuvvetli yemekleri vermek gibidir.
Ârifin te’vîli (maznûn) zanlı, zan ile olursa, o te’vîli, kendi kendine iyice düşünmesi, tartması zarûrî olur. Zan olsun, şek olsun, kat’î olsun, zihni hep o te’vîl ile meşgûl olur. Ondan kurtulamaz, ona mâni’ olunamaz. Şübhesiz bunları avâma anlatmamalıdır. Maktû’dan men’ olunması, bir derece maznûn ve meşkûk te’vîller hakkında avâm ile konuşmaması dahâ evlâdır. Ama ma’rifetde kendi derecesinde olana veyâ o bilgileri kabûl etmeğe isti’dâdı olana anlatılmasının câiz olup olmamasında tereddüd vardır. Câizdir denilebilir. O zamân te’vîli doğru olsa da, “ben öyle zan ediyorum” demekden ileri gitmemelidir. Mâni’ de olunabilir. Çünki Allahü teâlânın sıfatları hakkında ve Kelâm-ı ilâhîdeki murâdın zan ile tasarrufunda serbest ise de, o zannını anlatmağı terk edebilir. Bunda tehlike vardır. Ârifin te’vîlini açıklamasının mubâh olması, nass, icmâ’ veyâ nass üzere kıyâs ile bilinir. Bu müteşâbih lafzların te’vîli ile alâkalı nass, icmâ’ ve kıyâs vârid olmamışdır. Hattâ İsrâ sûresi, 36. âyet-i celîlesinde meâlen, (Bilmediğin şeyin arkasına düşme) buyurulmuşdur.
Suâl: Ârifin zan ile yapdığı te’vîlini, avâmdan olmayan müsâid kimselere açıklaması, aşağıdaki üç delîl ile câiz olmaz mı?
1. Sâdık olan birinin doğru bildiklerini açıklaması mubâhdır. Hiç kimse doğru bildiği zannı için cezâ görmez. O zannını açıklamakdadır.
2. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edenlerin sözleri zan ve tahmîn iledir. Çünki bütün söyledikleri Peygamber Efendimizden duyulmuş değildir. İctihâd edilerek çıkarılmışdır. Dolayısıyla sözler çoğalmış, hattâ birbirini nakz edenler de olmuşdur.
3. Tek bir Sahâbîden naklolunan, tevâtür etmeyen, sahîh hadîs kitâblarında bulunmayan, âdil kimselerden âdil kimselere nakl olunan müteşâbih haberlerin nakli üzerine, tâbi’înin icmâ’ı vardır. Tâbi’în bu rivâyeti, âdil kimsenin sözünün, ancak zan olarak alınacağı için câiz görmüşlerdir.
Cevâb: 1. Mubâh olması, sözün doğru olmasındadır. Onun zararından korkulmaz. Ancak bu zanların yayılması, zarardan hâlî değildir. Çünki onu işitenin içi ona ısınabilir. Onu kat’î olarak doğru i’tikâd edebilir. O zamân Allahü teâlânın sıfatlarında ilmi olmadan hüküm etmiş olur. Bu da tehlikelidir. İnsanlar, görünen ma’nâlardan kaçınırlar. Kendilerini râhatlatan bir ma’nâ duyduklarında, zannî olsa da, içi ona ısınıp, ona kesin i’tikâd eder. Ama belki de yanlışdır. O zamân Allahü teâlânın sıfatları hakkında yanlış ve bâtıl düşünmüş olur. Veyâ bir âyet-i kerîmede Allahü teâlânın murâdı olmayan bir ma’nâya inanmış olur.
2. Müfessirlerin zan ile olan sözleri, istivâ, fevk gibi Allahü teâlânın sıfatları ile alâkalı olursa kabûl etmeyiz. Ancak o açıklamalar fıkh hükümlerinde, Peygamberlerin hâllerini anlatan hikâyelerde, kâfirlerin hikâyele- rinde, va’z, mesel anlatmada ve yanlışlık tehlikesi büyük olmayan yerlerde yapılabilir.
3. Âlimler, bu konuda Kur’ân-ı kerîmde vârid olmayan veyâ Resûlullahdan ilmi ifâde eden bir tevâtür ile gelmeyen hadîs-i şerîflerin dışında bir şeye güvenmenin câiz olmadığını söylemişlerdir. Bir Sahâbînin bildirdiği haber ise, kabûl edilmez. Te’vîle meyl edenlerin yapdıkları te’vîl ile ve sâdece rivâyet üzerinde duranların rivâyetiyle meşgûl olmayacağız. Çünki o zamân zan edilene (maznûn)a i’timâd edip, onunla hüküm vermiş oluruz. Zikr etdikleri [dinden ve akıldan] uzak değildir, ama Selefin bir araya getirdiği zâhirî bilgilere muhâlifdir. Selef-i sâlihîn bu haberleri âdil kimselerden alıp, kabûl etmişler, onları rivâyet etmişler ve inceliyerek sahîh olduklarını açıklamışlardır.
Buna iki şekilde cevâb verilebilir:
1. Tâbi’în, adli, ya’nî özü sözü doğru, âdil kimseleri, bilhassa Allahü teâlânın sıfatları hakkında, yalanla ithâm etmenin câiz olmadığını, edille-i şer’ıyyeden biliyorlardı. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” bir haber rivâyet etdiğinde, “Ben Resûlullahdan şöyle duydum” dediğinde, bu sözü red etmek, onu tekzîb etmek, ona hadîs uydurma ve yanılma nisbet etmek demekdir. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, “Resûlullah buyurdu …” ve Enes “radıyallahü anh” dedi ki, “Resûlullah buyurdu …” şeklindeki rivâyetleri tâbi’în [hadîs olarak] kabûl etdi. Tebe-i tâbi’în de böyle rivâyetleri kabûl etdiler. Âdil ve müttekî olan Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’înin edille-i şer’ıyye ile sâbit gördükleri rivâyetlerini ithâm etmeğe yol yokdur. O hâlde bir zâtın kendi zanlarının ithâm olmaması nereden vâcib kılındı ve o zanların bu âdillerin nakıllerinin seviyesine nasıl vardırıldı ki, ba’zı zanlar günâhdır. Nitekim Şâri’ “sallallahü aleyhi ve sellem” (Âdil olanlardan size gelen haberlere inanınız, kabûl ediniz, nakıl ediniz ve ortaya çıkarınız) buyurursa, bundan “kendi düşünce ve zanlarınızı, içinize doğan ma’nâları kabûl edip, meydâna çıkarınız ve rivâyet ediniz” ma’nâsı çıkarılamaz. Bunlar (nass), ilâhî ve nebevî kanûnlar ma’nâsında değildir. Bunun için deriz ki, âdil olmayanın bu cinsden rivâyetlerinden yüz çevirmek ve rivâyet etmemek lâzımdır. Bu mevzu’daki ihtiyât, va’z ve meseller ve benzerlerindeki ihtiyâtdan dahâ çok olmalıdır.
2. Bu haberleri Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” yakînen Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitmişler ve kendilerinde yakîn hâsıl oldukdan sonra, Tâbi’îne nakl etmişlerdir. Onlar da bunu kabûl edip, rivâyet etmişlerdir. “Resûlullah aleyhisselâm böyle buyurdu”, demediler. “Falan Sahâbî Resûlullahın şöyle buyurduğunu haber verdi” dediler. Rivâyetlerinde doğru idiler.
Tâbi’în, rivâyet etdikleri hadîs-i şerîflerde geçen kelimeleri aynen almışlar, sonra gelen âriflerin, her kelimenin hakîkî ma’nâsından başka vehm etdirdiği ma’nâsı da olacağı, hadîs-i şerîfin ba’zı fâideleri olacağını düşünerek rivâyetlerinde hiç bir şeyi ihmâl etmediler. Allahü teâlâ hakkında Sahâbîlerin Resûlullahdan rivâyet etdiği haberler zannî değildir. Meselâ, (Her gece Allahü teâlâ, dünyâ semâsına nüzûl edip, düâ eden yok mu, kabûl edeyim, istigfâr eden yok mu, magfiret edeyim) hadîs-i şerîfini bir Sahâbî rivâyet etmişdir. Bu hadîs-i şerîf, geceyi ihyâ etmeğe son derece teşvîk için bildirilmişdir. İbâdetlerin en fazîletlisi olan teheccüdde düâ etmekde büyük te’sîri vardır. Bu hadîs-i şerîf terk edilse idi, bu büyük fâide ibtâl edilmiş olurdu. Bu hadîs-i şerîfin ihmâl edilmesine yol yokdur.
Bu hadîs-i şerîfde ancak çocuğun ve çocuk gibi olan avâmın nüzûl lafzından, cisimdeki inmeyi hâtırlatan tehlikeli ma’nâ çıkarması vardır. Bir basîret ehli için, nüzûlün bilinen şeklinden Allahü teâlânın münezzeh ve mukaddes olduğunu avâmın kalbine yerleşdirmekden kolay ne vardır. Meselâ, avâma şöyle der: Allahü teâlânın dünyâ semâsına nüzûlünden gâye, nidâsını bize işitdirmek ise ki, bize işitdirmedi. O hâlde nüzûlünden fâide nedir? Arşda veyâ yüksek semâlarda olduğunda da bize nidâ edebilirdi. Bu kadar anlatmakla avâm, zâhirdeki nüzûlün bâtıl olduğunu anlar. Hattâ başka bir misâl olarak şöyle söylenebilir: Şarkda olan birinin garbdaki birine nidâ edip, sesini işitdirmek için garba doğru bir kaç adım ilerleyip, onun işitmeyeceğini bile bile çağırmaya koyulur. Bir kaç adım atması, bâtıl bir hareket ve aklı olmıyanın yapacağı bir işdir. akıllı bir kimsenin kalbinde böyle bir şey nasıl yerleşir? Bu kadar anlatmakla da her âmî [avâmdan biri] nüzûlün şeklini nefy edip, kalbinde yakîn hâsıl eder. Nasıl yakîn hâsıl olmaz ki, Allahü teâlânın cisim olması mümkün değildir. İntikâl olmadan nüzûl m hâl olduğu gibi, cisim olmayan şeyin intikâli de muhâldir. O hâlde bu gibihaberlerin nakl edilmesinde büyük fâideler vardır. Zararı ise azdır.
Âdil kimselerden nakl yolu ile gelen bu haberlerle, insanın içine doğan zanları anlatmak müsâvî tutulabilir mi? Bu anlatılanlar, zan ile yapılan te’vîlin başkalarına anlatılmasının mubâh kılınması veyâ men’ olunması husûsundaki ictihâdlardır. Burada bir üçüncü vechi zikr etmek de mümkündir. O da suâl edenin ve dinliyenin hâllerinin karînelerine bakmakdır. Eğer onlara bir menfe’at sağlayacağı görülüyor ise, zan ile yapdığı te’vîlini açıklar. Yok eğer onlara bir zarar vereceğini kesdirirse, terk eder. Bu ikisinden birini zan etmesi, anlatmanın mubâh olmasında ilim gibidir.
Bir çok kimseler vardır ki, bu ma’nâları bilmeğe gönülden istekleri olmaz. Zihinlerinde zâhirî ma’nâlar sebebi ile şübhe ve tereddüd hâsıl olmaz. O zamân bu kimselere te’vîlden bahs etmek zihnlerini karışdırır. Yine bir çok kimseler vardır ki, zâhirî ma’nâlardan şübhe ve tereddüde kapılır. Hattâ nerede ise Resûl aleyhisselâm hakkında i’tikâdını kötüleşdirir ve bu ma’nâları ifâde eden hadîs-i şerîfleri inkâr eder. Bunun gibilerine zan edilen ihtimâl anlatılır, hattâ yalnız lafzın delâlet etdiği ihtimâl açıklanırsa, ona fâidesi dokunur. Bunu açıklamakda bir beis yokdur. Çünki bu konuşma başkası için zararlı olsa da, onun hastalığı için bir ilâcdır.
Ancak bu konuşulanların minberlerden, kürsîlerden konuşulması uygun değildir. Çünki dinleyenlerin çoğu bu konulardan habersiz ve bunları düşünmüyor iken, içlerinde sâkin olan istek ve kanâ’atler harekete getirilmiş olur. Selef-i sâlihînin zamânı, kalblerin sükûn zamânı olduğu için, selef te’vîlden mübâlağalı şeklde kaçınmışlardı. Dinleyenlerin gönlünde sâkin olan isteklerini uyandırmakdan ve kalbleri teşvîş etmekden korkarlardı. Selef-i sâlihîn, kendilerine muhâlefet edenleri, fitne çıkardığı ve hiç lüzûm yok iken şek ve şübhe uyandırdığı için, günâha girmiş sayarlardı. Ama şimdi, islâm ülkelerinin bir kısmında bu fikirler yayılmakdadır. Kalblerden bâtıl vehmleri yok etmek ümîdi ile bu konuda açıklama yapan ma’zûrdur. Bu beldelerde böyle konuşanları kınamak dahâ azdır.
Suâl: Maktû’ [kat’î] te’vîl ile maznûn [zanlı] te’vîli ayırdınız. Te’vîlin sıhhatli olması için kat’î te’vîl ne ile hâsıl olur?
Cevâb: İki şeyle hâsıl olur.
Biri, yapılan te’vîlin ma’nâsının, Allahü teâlâ için sübûtu maktû’ olmasıdır. Mertebe cihetinden fevkıyyetde [üstde] olmak böyledir.
İkincisi, lafzın iki şeye ihtimâli varsa, biri iptâl olup, diğerinin kalmasıdır. Meselâ, meâl-i şerîfi, (O, kullarının fevkınde her türlü tasarrufa sâhibdir) olan En’âm sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesindeki fevk kelimesi, arabî lisanında iki ma’nâda vaz’ olunmuşdur. Birincisi mekânın, ikincisi rütbenin üstün olmasıdır. Burada tenzîh yönünden mekânın üstü ma’nâsı bâtıldır. Rütbe bakımından üstün olmak ma’nâsı bâkî kalır. Nitekim, “Efendi kulun fevkındedir”, “Koca, hanımın fevkındedir”, “Sultân, vezîrin fevkındedir” denildiği gibi, âyet-i kerîmede, (Allah, kullarının fevkındedir) buyurulmuşdur. Bunların hepsinde rütbe bakımından üstde olmak ma’nâsı alınmakdadır. Böylece fevk lafzı için ma’nâ kat’îleşmiş, maktû’ olmuş olur. Arabî lisanında fevk lafzı, ancak bu iki ma’nâda kullanılır.
Semâya ve Arşa olan istivâ lafzı, fevk kelimesinde olduğu gibi, mefhûm ve ma’nâ i’tibârı ile, lügatde iki ma’nâya münhasır değildir. İstivâ lafzı üç ma’nâya delâlet etse, Allahü teâlâ hakkında biri bâtıl olup, iki ma’nâ câiz olabilir. Bu iki câiz olan ma’nânın birini vermek, zan ve ihtimâl ile olur. Bu anlatılanlar, te’vîlden el çekmek hakkındaki incelemenin tamâmıdır.
III. (Tasrif). Kelimenin yapısını bozarak tasarrufda bulunmak: Müteşâbih kelimenin yapısını ve ma’nâsını değişdirmekden imsâk etmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmde, (İstevâ alel arş) âyet-i celîlesindeki istevâ kelimesini (müstevin) veyâ (yestevî) gibi değişdirerek okumamak lâzımdır. Çünki ma’nâ değişebilir. (Müstevin alel arş) ifâdesi, Ra’d sûresi, 2. âyet-i kerîmesindeki (Allah, görmekde olduğunuz gökleri direksiz olarak yükseltdi, sonra Arş üzerine istivâ etdi) buyurulan, (İstevâ alel Arş) ifâdesinden, istikrâr yönünden dahâ açıkdır. Bakara sûresi, 29. âyet-i kerîmesi, (O, yerde ne varsa hepsini sizin için yaratdı. Sonra semâya istivâ etdi)de onun gibidir. Çünki bu âyet-i kerîmeler, mahlûkâtı yaratdıkdan sonra semâya istivâ etdiği veyâ Arş vâsıtası ile mülk ve melekûtu idâre etdiği anlaşılmakdadır. Tasrîfdeki, kelimenin yapısındaki değişiklik, delâlet ve ihtimâllerin de değişmesine sebeb olur. Müteşâbih kelimeye bir harf bile olsa ziyâde etmekden kaçınmak lâzım geldiği gibi, kelimenin tasrîfini, yapısını da değişdirmemek lâzımdır. Çünki tasrîfin altında ziyâde ve noksanlık vardır.
IV. (Tefri’). Teferruâta girmek yolu ile tasarrufda bulunmak: Müteşâbih kelimede kıyâs yapmakdan, teferru’âtına girmekden, kısımlara ayırmaktan sakınmak lâzımdır. Meselâ yed (el) lafzı geçince, elin kısımlarından olan el ayası, bilek ve kolu da berâber düşünmek, bunları elin îcâblarından saymak câiz değildir. Parmak denildiğinde parmak ucu [boğum veyâ tırnakları] hâtıra getirmek aslâ câiz değildir. Her ne kadar meşhûr olan el, et, cisim ve damardan ayrı tutulmasa da, bunların zikr edilmesi câiz değildir. Bundan dahâ sonra akla geleni, ziyâde etmekdir. Meselâ el deyince, ayağı da düşünmek, gülmek veyâ göz deyince ağzı var bilmek, işitme ve görme deyince, gözün ve kulağın varlığını düşünmekdir. Bunların hepsi muhaldir, yalandır ve ziyâdelikdir. Müşebbihe ve haşeviyye fırkalarından olan ba’zı ahmaklar bu cesâreti gösterdikleri için bunları bildirdik.
V. (Cem’). Toplama yolu ile tasarrufda bulunmak: Farklı haberleri bir araya toplamakdır. Bu haberleri bir araya toplayıp başın isbâtı için bir bâb, elin isbâtı için bir bâb ve benzeri bâblar hâlinde bir kitâb hâzırlayan ve bu kitâbın adını (Sıfatlar kitâbı) koyan bir musannif, tevfîk-i ilâhîden uzakdır. Çünki bu haberler, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrı ayrı vakitlerde, işitenlere doğru ma’nâlar anlatan, çeşidli karînelere dayanan farklı kelimelerdir. İnsanın yaratılması üzerine bir misâl verildiğinde, el, ayak, baş, … gibi farklı uzvlar zihnde teşbîh uyandıran ve zâhirî kuvvetlendiren büyük karîneler hâlinde kulakda bir araya geldiğinde, zihnde insan şekli canlandırılır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” acabâ niçin hakîkatin hilâfını vehm etdirecek şeklde söylemişdir diye bir suâl akla gelebilir. Hattâ bu düşünce gitdikce büyür. Bir kelime, ihtimâle yol açar. Sonra aynı cinsden ikinci, üçüncü, dördüncü kelimeler arka arkaya bir araya gelir ve bütününe izâfetle ihtimâli kat kat artar. Bunun için iki, üç kişinin haber vermesiyle hâsıl olan zan, bir kişinin haber vermesiyle hâsıl olmaz. Hattâ tevâtür haberle hâsıl olan kat’î ilim, bir kişinin haberiyle hâsıl olmaz. Yine tek kişinin haberi ile hâsıl olmayan, tevâtürün ictimâı ile kat’î ilimden hâsıl olur. Bütün bunlar, haber verenlerin çok ve toplu olmasının netîcesidir. Çün- ki insanda vicdânî kanâ’at hâsıl eden ihtimâl, her (adl) kimsenin sözüne ve netîceye te’sîr eden karînelerin kuvvetine bağlıdır. İhtimâl kesilir veyâ za’îflerse bu netîce doğmaz. Bunun için (cem’i müteferrikât), parçaların toplanması câiz değildir.
VI. (Tefrîk). Ayırma yolu ile tasarruf: Toplu hâlde zikr edilenleri birbirinden ayırmakdır. Ayrılmış olanlar toplanmadığı gibi, toplanmış olanların arası da ayrılmaz. Bir kelimeden evvel geçen veyâ ona eklenen her kelimenin esâs kelimenin ma’nâsının anlaşılmasında bir te’sîri vardır ve esâs kelimedeki za’îf ma’nâyı kuvvetlendirir. Birbirinden ayrıldığı takdîrde, delâlete düşer. En’âm sûresi, 18. âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkınde her türlü tasarrufa sâhibdir) buyurulmuşdur ki, buna misâldir. Bir kimsenin “O fevkdir” demesinde bir beis yokdur. Çünki kâhirin fevkden önce zikr edilmesi, kâhir ile makhûrun fevkıyyet üzerine fevkın delâletini gösterir. O da rütbe fevkıyyetidir. Kâhir lafzı fevka delâletdir. Hattâ, “O kullarından başkası üzerine kâhirdir” demek, (fevka gayrihi) câiz değildir. (Fevka ibâdihi) ya’nî kullarının fevkınde demek lâzımdır. Allahü teâlânın vasfında, “kullarının fevkındedir” diye zikr etmek, “efendilik üstünlüğü” ihtimâlini kuvvetlendirir. Zîrâ Zeyd Amrın fevkındedir demek, aralarında üstünlük ma’nâsındaki farklılığı açıklamadan önce söylemek yerinde olur. Efendilik-kölelik, tasarrufda gâlib olma, saltanât yolu ile nüfûz kullanma, babalık ve zevciyyet gibi üstünlüklerden, bırak avâmı, âlimler bile gâfildir. O hâlde cem’, tefrîk, te’vîl, tefsîr ve çeşidli tagyîrlerde tasarrufda bulunmak, avâma nasıl bırakılır? Bunun için, Selef-i sâlihîn bu inceliklerde çok titiz davrandılar. Vârid olan haberleri, vârid ol- duğu şeklde, aynı lafz üzere iktisâr edip, dondurdular. Hak da dedikleri gibidir. Doğrusu da onların gördüğüdür.
İhtiyât edilmesi lâzım gelen konuların en önemlisi, Allahü teâlânın zât ve sıfatlarında tasarrufdur. Dilin tutulması ve konuşulmamasına en çok lâyık olan, tehlikesi büyük olan şeylerdir. Küfrden büyük hangi tehlike vardır. [Yanî en büyük tehlike küfürdür.]
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız