Allahü teâlânın sıfatlarından insanlara benzetme tehlikesi olanlar (el, ayak, yüz, istivâ, fevk, …) hakkında konuşmamakdan başka, üzerinde düşünmekden keff etmek, kendini alıkoymaktır. Dili suâl sormaktan, bu mevzu’da tasarruf etmekten tutmak vâcib olduğu gibi, bâtını, kalbi de bu mevzu’ ile meşgûl olmakdan geri çekmek vâcibdir. Bu, vazîfelerin en ağırı ve en şiddetlisidir. Aynı zamânda vâcibdir. Âciz, kötürüm kimsenin, her ne kadar tabî’ati denize dalıp, inci ve cevherleri çıkarma isteği olsa da, bunlara kavuşmakdan âciz olduğunu bilmekle berâber, cevherlerin güzelliğine kapılmadan, aczine bakmalı, tehlikelerini göz önünde tutarak denize dalmamalıdır. Ayrıca o cevherleri kaçmış bilmeli, ancak dünyâ ma’îşetindeki genişlik ve bolluğu kaçıracağını, hâlbuki bu cevherler olmadan da yaşanacağını düşünmelidir. Yok eğer cevherlere kavuşayım derken boğulur veyâ timsâhlara lokma olursa, aslolan hayâtını kaybetmiş olur.
Suâl: Bir kimse, kalbini bu düşünceden geri çekemiyor ve kendisini, bu konuya muttali’ olmakdan, incelemekden alıkoyamıyorsa, bunun yolu nedir?
Cevâb: Bunun yolu, kendisini Allahü teâlâya ibâdetle, nemâzla, Kur’ân-ı kerîm okumakla ve zikr ile meşgûl etmekdir. Bunları yapamazsa, lügat, nahv, hat, tıb, fıkh gibi, bu konularla münâsebeti olmayan ilimler ile meşgûl olmalıdır. Bunları da yapamazsa, çiftcilik, dokumacılık gibi bir san’at veyâ meslek ile meşgûl olmalıdır. Hattâ oyun ve eğlence ile meşgûl olmalıdır. Bunların hepsi, o uçsuz, bucaksız, derin, tehlikesi ve zararı büyük denize dalmakdan hayrlıdır. Avâmın beden ile alâkalı bir günâh ile meşgûl olması, belki de ma’rifetullaha âid bir konuya dalmakdan dahâ az zararlı olur. Çünki günâh işlemenin sonu nihâyet fısk olur. Hâlbuki bu konulara dalmanın sonu şirkdir. Elbette Allahü teâlâ şirki affetmez. Ama şirkden başkasını dilediği kimse için afv eder.
Suâl: Avâmdan biri, dînî i’tikâdlarda nefsini ancak delîllerle teskîn ediyorsa, delîlleri bildirmek câiz midir? Eğer câiz ise, o zamân bu konuda düşünmeğe ve incelemeğe ruhsat verilmiş olur. Bu durumda âmî, ya’nî âlim olmıyan ile âlim arasında ne fark vardır?
Cevâb: Allahü teâlâyı tanımasına, birliğine, Resûlullahın sıdkına ve âhıret gününe âid olmak üzere dört konudaki delîlleri dinlemesine izin verilir. Ancak iki şartla:
1. Kur’ân-ı kerîmdeki delîllerden başka delîl getirmemek,
2. Ancak görünen, zâhirî ma’nâlar üzerinde durmak, mücâdele etmemek, sathî olarak tefekkür etmek. Çok geniş ve derin tefekkür etmemek. Bu bahsde çok derinliklere girmemek.
Avâmın dört konuda Kur’ân-ı kerîmden delîl dinlemesine izin verilmişdi. Bu dört konuya âit Kur’ân-ı kerîmdeki delîller:
1– Allahü teâlâyı tanımak hakkındaki delîller:
a) Yûnüs sûresi, 31. âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Ey habîbim, de ki: Sizlere gökden ve yerden kim rızk veriyor? Veyâ gözlere ve kulaklara [onları yaratmağa] kim kâdir olabilir? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? [Yaratma] işini kim idâre ediyor? [Onlara bu suâlleri sorduğunda “bütün bunları] Allah [yapıyor]” diyecekler) buyurulmakdadır.
b) Kaf sûresi, 6. âyet-i kerîmeden 10. âyet-i kerîmesine kadar. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen, (Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl binâ etmiş ve nasıl donatmışız? Onda hiç bir çatlak yoktur. [Gök yükseltilmiş ve yıldızlarla donatılmışdır.] Yeryüzünü döşedik ve ona sâbit dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden [bitkiler] yetişdirdik. Allaha yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için [bütün bunları yapdık]. Gökden bereketli bir su indirdik. Onunla bağçeler ve biçilecek dâneler bitirdik. [Yağmurla bahçeleri ve ekinleri yetişdirdik.] Kula rızık olması için birbirine girmiş küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetişdirdik) buyurulmakdadır.
c) Abese sûresi, 24. âyet-i kerîmeden 31. âyet-i kerîmesine kadar. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen, (İnsan, aldığı besinlere bir baksın! Biz suyu [gökden] bol bol nasıl boşaltdık. Sonra toprağı bir yarışla nasıl yardık. Kendinize ve hayvanlarınıza bir besin ve fâide olması için [yeryüzünde] ekinler, üzüm bağları, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik) bu- yurulmakdadır.
d) Nebe’ sûresi, 6. âyet-i kerîmeden 16. âyet-i kerîmeye kadar olan âyet-i kerîmeler. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen, (Yeryüzünü beşik, dağları direk kılmadık mı? Sizleri çift çift yaratdık. Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi örtü olarak, gündüzü [ma’îşetinizi te’mîn etmeniz için] kazanma zamânı yapdık. Üstünüzde yedi kat sağlam gökyüzü binâ etdik. [Oraya] parlak kandiller asdık. Size tohumlar, bitkiler, ağaçları sarmaş dolaş olmuş bağlar ve bağçeler yetişdirmek için üst üste yığılıp sıkışan bulutlardan şarıl şarıl akan sular indirdik) buyurulmakdadır.
(Cevâhirü’l Kur’ân) kitâbımızda buna benzer 500’e yakın âyet-i kerîme topladık. İnsanlar, yaratıcı olan Allahü teâlânın celâl ve azametini kelâmcıların sözü ile değil, yukarıdaki âyet-i kerîmelerin delâleti ile bilmeleri lâzım gelir. Kelâmcılar şöyle diyorlar: Sıfatlar hâdisdir. Ya’nî sonradan yaratılmışdır. Cevherler de hâdis olan sıfatlardan hâlî olmadıkları için, onlar da hâdisdir. Sonra hâdis bir ihdâs ediciye muhtâcdır. Bu taksîmât, mukaddimeler ve bunların resmî delîllerle isbâtı, avâmın kalblerini karışdırmakdadır. Ama Kur’ân-ı kerîmde, ma’nâsı, maksadı kolayca anlaşılan zâhirî delîller onları iknâ’ etdirir, nefslerini sâkin kılar ve kalblerinde kat’î i’tikâdları yerleşdirir.
2– Allahü teâlânın birliğine delîller: Avâmın iknâ’ olacağı Kur’ân-ı kerîmdeki delîller şunlardır:
a) Enbiyâ sûresi, 22. âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Eğer gökde ve yerde ilâhlar olsaydı, yer ile gök [bunların nizâmı] kesinlikle bozulurdu) buyurulmakdadır. Zîrâ bir işin idâresi için iki veyâ dahâ fazla idârecinin olması, o işin bozulmasına sebebdir.
b) İsrâ sûresi, 42. âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (De ki: Eğer dedikleri gibi Onunla [yanî Allahü teâlâ ile] birlikde başka ilâhlar da olsaydı, o takdîrde bu ilâhlar, Arşın sâhibi olan Allaha ulaşmak için çâreler arayacaklardı) buyurulmakdadır.
c) Mü’minûn sûresi, 91. âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîme- de meâlen, (Allah evlâd edinmemişdir. Onunla berâber hiçbir ilâh da yokdur. Eğer olsaydı, her ilâh kendi yaratdığını sevk-ü idâre eder. Bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı) buyurulmakdadır.
3– Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sıdkı ile alâkalı delîller:
a) İsrâ sûresi, 88. âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (De ki: And olsun, bu Kur’ânın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinnîler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler) buyurulmakdadır.
b) Yûnüs sûresi, 38. âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (… Onun benzeri bir sûre getirin) buyurulmakdadır.
c) Hûd sûresi, 13. âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Yoksa, “Onu [Kur’ânı] kendisi uydurdu”mu diyorlar? De ki: Eğer doğru [söyliyor] iseniz, Allahdan başka çağırabildiklerinizi [yardıma] çağırın da, siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin) buyurulmakdadır.
4– Âhıret günü ile alâkalı delîller:
a) Yasîn sûresinin 78 ve 79. âyet-i kerîmelerinde meâlen, buyuruldu ki: (Şu çürümüş, un olmuş kemikleri kim diriltecek, diyor. Sen de ona de ki: Yine onları evvelce yaratmış olan diriltecekdir).
b) Kıyâmet sûresinin 36. âyet-i kerîmeden 42. âyet-i kerîmeye kadar olan âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: (İnsan kendisini başıboş bırakılmış mı sanıyor? O dahâ önce ileri fırlatılan bir parça menîden değil midir? Sonra kan pıhtısı oldu. İşte insanı bundan yaratdı ve a’zâsını düzenledi. Ondan erkek, dişi çiftler yaratdı. Bunları yapanın ölüyü diriltmeğe gücü yetmez mi?)
c) Hac sûresi, 5. ve 6. âyet-i kerîmeleri. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: (Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekden şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi toprakdan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra hilkati belli belirsiz bir lokma et parçasından yaratdık. Sonra [kudretimizi] açıkca gösterelim diye dilediğimizi bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için [sizi büyütürüz]. İçinizden kimi vefât eder, yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; tâ ki her şeyi bilen bir kimse oldukdan sonra bir şey bilmez hâle gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten iç açıcı bitkiler verir.) ve (Çünki; Allah, hakkın tâ kendisidir. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kâdirdir).
Kur’ân-ı kerîmde buna benzer âyet-i kerîmeler çokdur. Bunun üzerine ziyâde etmeğe lüzûm yokdur.
Suâl: Mütekellimînin [kelâmcıların] i’timâd etdikleri, dayandıkları ve nasıl delâlet etdiğini açıkladıkları delîller de işte bunlardır. Kelâmcıların delîllerinin avâma açıklanmasına mâni’ olunuyor da, Kur’ân-ı kerîmdeki delîllerin açıklanmasına mâni’ olunmamasının sebebi nedir? Hâlbuki bu delîllerin her biri akıl ile bulunacak, dikkatli düşünerek idrâk olunacak şeylerdir. Eğer avâma inceleme, düşünme kapısı açılacaksa, şartsız olarak açılsın veyâ nazar ve istidlâl yolu başdan kapatılsın, onlar da delîllere dayanmadan taklîdcilik ile mükellef tutulsun, denilirse:
Cevâb: Delîller, avâmın gücünün dışında olan tedkîk ve tefekküre ihtiyâc olmasına ve açık olup re’y sâhibinin ilk bakışda hemen anlamasına göre ikiye ayrılır. Bütün insanlar açık olan delîlleri kolayca anlarlar ve bunlarda tehlike yokdur. Tedkîke ihtiyâcı olanlar ise, avâmın kapasitesi dışındadır. Kur’ân-ı kerîmdeki delîller gıdâ gibidir. Bu delîllerden herkes fâidelenir. Mütekellimînin [kelâmcıların] delîlleri ise, ilâc gibidir. Ba’zı insanlar fâide görür, çoğunluğu zarar görür. Dahâ doğrusu Kur’ân-ı kerîmin delîlleri su gibi olup, süt çocuğu da, kuvvetli insanlar da fâidelenir. Diğer delîller ise, kuvvetli kimselere ba’zan fâide veren yemek gibidir. Bununla ba’zı insanlar hastalanabilirler. Bu yemekden süt çocukları hiç fâidelenemezler. Bunun için diyoruz ki, Kur’ân-ı kerîmin delîllerini, sâdece açık kelâm gibi dinlemeli, sathî olarak münâzara müstesnâ, tartışmaya girmemeli, incelemeye, araşdırma yapmağa lüzûm görmemelidir.
Herkes tarafından açıkca bilinmekdedir ki, bir şeyi ilk def’a yapan, onu tekrâr bir dahâ yapabilir. Nitekim Rûm sûresinin, 27. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Önce mahlûkunu yaratıp, [ölümden] sonra bunu [yaratmağı] tekrarlayan Odur ki, bu Onun için pek kolaydır) buyurulmakdadır. Bir evde iki idâreci olursa düzen bozulur. Nerede kaldı ki, bütün âlem iki idârecinin elinde bozulmasın.
Yaratan yaratdıklarını bilir. Nitekim Mülk sûresinin, 14. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp, bilmekdedir ve her işden haberdârdır) buyurulmakdadır.
Kur’ân-ı kerîmin delîlleri avâma, her canlı şeyi yaratdığı su mesâbesindedir. Ama kelâmcıların delîlleri avâmın zihninde istifhâm bırakan, araşdırma gerekdiren, şübhe ve tereddüde sevk eden şeylerdir. Sonra bunları hâl etmekle meşgûl olurlar. Bu da bid’atdir. Zararı, halkın çoğunda görülmekdedir. Sakınılması lâzım olan bunlardır. İnsanların, kelâmcıların sözleriyle zarara düşdükleri görülmekde ve tecribe ile sâbit olmaktadır. Kelâmcıların sözlerinin yayılmadığı Eshâb-ı kirâm asrı olan birinci asırdan sonra, kelâm san’atı yayılmağa başladı. Kelâmcıların delîllerini ortaya koydukdan sonra şerlerin yayılması, insanların gördüğü zararın delîlidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” taksîmât ve tedkîkâtda, huccet bulmakda, mütekellimlerin gitdiği yoldan gitmediler. Bu âcizlikden değildi. Bu yol fâideli bir yol olsa idi, bu mevzu’ üzerinde ferâiz mes’elelerinden dahâ çok durup, delîller kayd ederlerdi.
Suâl: Eshâb-ı kirâm zamânında böyle bir ilme ihtiyâc az olduğundan, bu ilimle meşgûl olmakdan kendilerini alıkoydular. Çünki bid’atler, onlardan sonra zuhûr edince, sonra gelen âlimlerde bu ihtiyâc büyüdü. Kelâm ilmi bid’at hastalarına mahsûs bir ilâcdır. Eshâb-ı kirâm zamânında bid’at hastalığı az olduğundan, bu ilâcı bulmakda Eshâb-ı kirâmın yardımları az olmuşdur.
Cevâb: İki cihetden cevâb verilir.
Birincisi, ferâiz [mîrâs taksîmi] mes’elelerinde, sâdece vâki’ olan mîrâs hükümlerini açıklamakla kalmayıp, dünyâ durdukca ihtiyâc duyulacak, vâki’ olabilecek bütün mes’eleleri vaz’ edip, çözümler getirdiler. İleride vâki’ olması mümkün olan mes’eleleri vâki’ olmadan önce tasnîf ve tertîb etdiler. Bu mes’elelere dalmakda zarar olmadığını ve hâdiselerin meydâna gelmesinden önce hükmünü beyân etmekde bir zarar olmadığını gördüler. Bid’atlerin yok edilmesine gayret göstermek ve nefslerden silmek dahâ önemlidir. Kelâm ilmini kendilerine san’at edinmediler. Çünki ona dalmakla gelecek zarar, fâidesinden dahâ çokdur. Eğer onlar bu ilimden sakındırmasalardı, ona dalmanın yasak olduğunu anlatmasalardı, onlardan sonra gelenlerden bu işe dalanlar çok olurdu.
2.cevâb: Eshâb-ı kirâmın, yehûdî ve hıristiyanlara karşı, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğinin isbâtında ve öldükden sonra dirilmenin isbâtında, inkâr edenlere karşı delîl getirmeğe ihtiyâcları vardı. Akâidin temel kâideleri olan Kur’ân-ı kerîmin delîlleri üzerine bir kâide ziyâde etmediler. Bunlarla iknâ’ olanı kabûl etdiler, iknâ’ olmayanları Kur’ân-ı kerîmin delîllerinin yayılmasından sonra, kılıç ve mızrak ile adâleti sağladılar.
Aklî mikyâsların vaz’ında ve mukaddimelerin tertîbinde mücâdele yollarının kayd edilmesi ve o yolların ve programların aşılmasında tehlikeye girmediler. Bunların hepsinin fitne eseri ve karışıklık kaynağı olduğunu bildikleri için, Kur’ân-ı kerîmin delîlleriyle iknâ’ olmayanlar, ancak kılıç ve mızrak ile iknâ’ edilebilir, dediler. Allahü teâlânın beyânından sonra beyân mı olur? Biz insâf ederek, hastalığın artması ile ilâca ihtiyâcın da artacağını inkâr etmiyoruz. Asr-ı se’âdetden sonra uzun yıllar geçmiş olmasının, problemlerin meydâna gelmesinde te’sîri vardır diyoruz.
Tedâvî için iki yol vardır:
Birinci yol: Delîl ve açıklamalara dalmakdır. Bu yolla bir kişi ıslâh olurken, iki kişi de ifsâd olur. Islâh olanlar akıllı kimselerdir. İfsâd olan da eblehler, ahmaklardır. Zekî, akllı kimselerin az, ahmakların çok olduğu meydândadır. Bunun için çok olanlara yardım etmek evlâdır.
İkinci yol: Selef-i sâlihînin yoludur. İ’tikâda âid ince ve müteşâbih mes’elelerde sükût etmek, yorum yapmakdan el çekmek ve gerekdiğinde kırbac, sopa ve kılıca başvurmakdır. Buna az kimse kâni’ olmasa da çoğunluk bu yol ile iknâ’ olur. Bu yol ile iknâ’ olmanın alâmeti şudur: Savaşlarda kâfir köle veyâ câriye esîr alınınca, kılıç gölgesi altında müslimân oldukları görülmekdedir. Başda kerîh gördükleri bu teslîmiyyet hâli, zemânla, istiyerek kabûl etme hâlini alır. Başlangıçda şek, şübhe ve riyâ ile kabûl eder göründükleri müslimânlıkları, mütedeyyin kimseleri görerek, onlarla ünsiyet kurarak, Allahü teâlânın kelâmını işiterek, sâlihlerin yüzünü görerek ve haberlerini duyarak, kat’î i’tikâd hâlini alır. Onların tabî’atlerine uygun bu cins münâsebetler, mücâdele ederek, delîl getirerek yapılan münâsebetden dahâ te’sîrlidir. İki ilâcdan biri, bir kavme münâsib, diğer kavme münâsib değil ise, sayısı çok olan kavme en fâidelisinin tercîh edilmesi vâcib olur.
Kullarının sırlarına vâkıf, bâtınlarını en doğru ve en sâlih şeklde kat’î olarak bilen, habîr ve basîr olan Allahü teâlâ tarafından kendisine vahy olunan, keşfler verilen, Ruhulkuds [Cebrâîl aleyhisselâm] ile kuvvetlendirilmiş, kalblerin birinci tabîbi olan Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’âsırlarının yolunda yürümek, muhakkak ki en evlâdır.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız