Ma’rifet ehline ve açıklamalarına teslîm olmakdır. Avâmın, müteşâbih sözlerin iç ve dış ma’nâlarının kendisine kapalı, dürülmüş olduğuna inanması vâcibdir. Ancak bu ma’nâların Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîkdan, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” büyüklerinden, velîlerden ve râsih ilimli âlimlerden gizli kalmadığına inanması lâzımdır. Bunun sebebi, avâmın kendi âcizliği ve ma’rifetinde kusûrlu olmasıdır. Kendisini başkası ile kıyâs etmesi uygun değildir. Melekler demircilerle kıyâs edilmez. Kocakarıların çıkınlarında bulunmayan şeylerin, Pâdişâhların hazînelerinde de olmaması lâzım gelmez. Ma’denler, altın, gümüş ve diğer cevherler olarak farklı farklı oldukları gibi, insanlar da farklı farklı yaratılmışlardır. şekil, renk, özellik, nefâset bakımından altın ve gümüş ile diğer ma’denlerin arasında büyük farklılık vardır. İnsanların kalbleri de bunun gibi, ma’rifet cevherlerinin ma’denidir. Bir kısmı nübüvvet, vilâyet, ilim, ma’rifetullah ma’denidir. Bir kısmı da hayvânî şehvetler ve şeytânî ahlâklar ma’denidir. Hattâ insanlar farklı meslek ve san’at dallarında çalışmalarına rağmen, birisinin gösterdiği el becerisi ve san’atındaki mahâretini bir başkası, ömrünü o işi öğrenmeğe ve yapmağa harcasa bile, mâhir olanın, değil san’atındaki ustalık hâline, başlangıcındaki durumuna bile ulaşamaz.
(Ma’rifetullah), Allahü teâlâyı tanımak konusunda da insanlar birbirinden farklıdır. Bunu bir misâl ile açıklayalım: Bir kısım insanlar korkak ve âciz olup, denizin dalgalarının çarpışmalarına kıyıdan bile bakamazlar. Bir kısmı da bunu yapar ama, denizin ayakda durabileceği sığ yerlerine bile giremezler. Bir kısmı da sığ yerde durur ama, yüzmesine güvenmediği için, ayağını yerden kesmeği göze alamaz. Bir kısmı da yüzmeyi bilmesine rağmen kıyıya yakın yerlerde yüzüp, tehlikeli ve boğulma ihtimâli olan yerlere açılamaz. Bir kısmı tehlikeli yerlere açılabildiği hâlde, denizin dibindeki kıymetli şeyleri ve cevherleri almak için denize dalamaz. Ma’rifet denizi ve insanların bu ma’rifet denizine girmedeki farklılıkları da aynen bu misâldeki gibidir.
Suâl: Ârifler, Allahü teâlâyı mükemmel şekilde tanıyıp, kendilerine gizli bir nokta kalmamak sûretiyle ihâta edebilirler mi, denilirse:
Cevâb: Hâyır, buna imkân yokdur. Biz bunu kat’î delîllerle (El mak- sad-ul aksâ fî meânî esmâ-illâhil hüsnâ) isimli kitâbımızda açıklamışdık ki, Allahü teâlânın zât ve sıfatlarının künhünü, hakîkatini, mahlûkâtın ma’rifetleri ne kadar geniş ve ilimleri ne kadar derin ve çok olursa olsun, bilemezler, ancak kendisi bilir. Mahlûkâtın bu ilmi, Allahü teâlânın ilmi yanında pek azdır. Nitekim İsrâ sûresi, 85. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Size ancak az bir ilim verilmiştir) buyurulmakdadır. fakat bilinmesi gerekir ki, Allahü teâlâ, varlıkda olan herşeyi kaplamışdır. Zîrâ varlıkda olan Allahü teâlâ ve Onun fi’lleridir. Her şey Allahü teâlânın huzûrundadır. Nitekim bir ordugâhda en yüksek kumândanından en küçük rütbelisi bekçi ve nöbetciye kadar hepsi, sultânın ma’iyyetinde ve emre hâzır durumdadırlar.
İlâhî huzûrun anlaşılabilmesi için, sultânlık dîvânını misâl veriyorum. Nasıl ki, sultânın, ülkesinde bir serâyı ve bu serâyın avlusunda geniş bir meydânı ve o meydânın bir atabesi [umûmî girişi] vardır. Sultânın teba’ası burada toplanır. Dahâ ileri gidemezler ve meydânın diğer taraflarına geçemezler. Sonra ülkenin havâssına, atabeyi geçme ve meydâna girip, pâdişâha yakınlık ve uzaklığın derecelerine göre makâmlarına uygun yerlerde oturma ve gezme izni verilir. Sultânın husûsî serâyına ancak vezîr girebilir. Sultân o vezîre memleketin gizli işlerinden istediğini anlatır.
Kendisinde kalmasını uygun gördüğü bilgileri vezîre vermez.
Bu misâlden, kulların, Allahü teâlânın dîvânında yakınlık ve uzaklıkta farklı derecelerde oldukları anlaşılmakdadır. Meydânın sonundaki atabe [umûmî giriş] denilen yer, bütün avâmın duracağı yerdir. Burayı geçmeye izin yokdur. Sınırı geçenler azarlanır ve men’ olunurlar.
Ârifler ise, atabeyi geçip, meydâna girerler. Bunlar her ne kadar atabede bulunan avâmdan mevki’ olarak ileride iseler de, uzaklık ve yakınlık derecelerine göre farklı mevki’leri olup, farklı sâhalarda dolaşırlar.
fakat kudsî makâm-ı ilâhî, âriflerin erişemiyeceği ve bakanın gözlerinin ulaşamıyacağı derecede yüksekdir. Hattâ küçük büyük o yüksek makâma hiç kimse bir an bile bakamaz. Ancak hayret ve dehşetden göz hiç bir şey görmeden, âciz ve bitkin olarak bakmağı bırakır ve kapanır.
İşte avâma vâcib olan, etrâflı ve mufassal şeklde ihâta edemiyeceği ma’rifetullahı, Rabbânî huzûru, dîvân misâli ile bu kadarcık olsun bilmek ve kısaca îmân etmekdir.
Hülâsâ, bana sormuş olduğun müteşâbih haberler hakkında avâmın yapacağı yedi vazîfe, buraya kadar anlatdıklarımızdır. Bunlar da selef mezhebinin hakîkatidir.
Şimdi de bu selef mezhebinin hak olduğunu gösteren delîlleri getirelim.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız
1 Yorum