6-1 Rivayetu’l-akran, Mudebbec
Ravi ile kendisinden hadis rivayet ettiği kimse, yaş ve mülakat gibi rivayete müteallık meselelerde birleşirlerse, bu kısma rivayetu’l-akran (aynı yaşta olan kimselerin rivayeti) denir. Akran olan ravi ile şeyhi birbirinden rivayet ederlerse, bu da mudebbec ismini alır. Mudebbec akrana nisbetle daha has bir manaya sahiptir. Bu bakımdan her mudebbec akran olduğu halde, her akran mudebbec değildir. Ed-Darekutni mudebbecle, Ebu’ş-Şeyh el-lsbahani de akranla ilgili birer kitap tasnif etmişlerdir.
Ancak şeyh, talebesinden hadis rivayet ettiği zaman -ki bu durumda her ikisi de birbirinden hadis almış olmaktadır- buna mudebbec denilip denilmeyeceği münakaşa edilebilir; fakat zahir olan şudur ki, bu kısım mudebbec değil, bü yüklerin küçüklerden rivayeti kısmına girer.
“Tedlic” kelimesi, yüzün iki yanı manasında dibace’den alınmıştır. Buna göre, ravi ve şeyhin iki yönden birbirine eşit olması iktiza eder. Bu husus gözönünde bulundurulursa, yaşça büyük olan şeyhin, küçük olan talebesinden rivayeti bu kısma girmez.
6-2 Rivayetu’l-ekabir ani’s-sağa’ir:
Ravi, yaşça yahut mülakat veya miktar yönünden kendinden aşağı olan bir kimseden hadis rivayet ederse, bu rivaye tu’l-ekabir ani’ s-sağa’ ir (büyüklerin küçüklerden rivayeti) denilen kısmı teşkil eder.
6-3 Rivayetu’l-aba ani’l-abna:
“Babaların oğlullardan rivayeti” denilen bu kısım da “büyüklerin küçüklerden rivayeti” denilen kısım cümlesindendir. Ancak gerek bu kısım ve gerekse sahabenin tabi’undan ve şeyhin talebesinden rivayeti büyüklerin küçüklerden rivayetlerine nisbetle daha hususi bir mahiyet arzeder. Bu çeşit rivayetlerin aksi, yani küçüklerin büyüklerden rivayeti hadis rivayetinde asıl yol olması dolayısıyle diğerlerinden daha çoktur.
Zikrettğimiz bu kısımların bilinmesindeki fayda, ravilerin derecelerini birbirinden ayırmak ve her birini kendi derecesine indirmektir. El-Hatibu’l-Bağdadi, babalarin oğullarından rivayetiyle ilgili bir kitap tasnif ve sahabenin tabi’undan rivayetine de ayrıca küçük bir cüz tahsis etmiştir. Müteahhirundan Hafız Salahu’d-Din el-Ala’i ise, babası ve ceddi vasıtasıyle Peygamberden rivayet edenleri büyük bir cild içinde toplamış ve bunları kısımlara ayırmıştır. Bu kısımlardan biri, isnadda geçen “an ceddihi ibaresindeki zamirin raviye raci olduğu kimselere aittir. Diğer bir kısımda ise, mezkur zamirin ravinin babasına raci olduğu kimseleri zikretmiş, bunları beyanla her birini tahkik etmiş, tercemesini verdiği kimselerin rivayetlerinden örnek olarak birer hadis vermiştir. Biz, bu kitabı hülasa ile daha bir çok ravi tercemesi ilave ettik. Mezkur kitapta yer alan rivayetlerin çoğu, babadan on dört batın ecdada kadar teselsül etmektedir.
6-4 Sabık ve Lahık
İki ravi bir şeyhten rivayet etmek hususunda birleşir ve sonra ikisinden birinin ölümü diğerinden önce olursa, bu kısma da sabık ve lahık adı verilmiştir. Bizim bildiğimize göre, ölümün vaki olduğu iki ravi arasındaki en uzun müddet 150 senedir. Bu da: Hafızes-Silefi’den, şeyhlerinden biri olan Ebu Ali el-Burd büyüklerin küçülderden rivayeti kabilinde hadis işitmiş ve rivayet etmiş. Hicretin 500. senesı başlarında da ölmüştür. Es-Silefi’nin hadis sema’ındaki son talebesi, torunu Ebu’l-Kasım Abdurrahman ibn Mekki olmuştur. Bunun vefatı ise 650 senesine tesadüf eder. Bu sutetle, Es-Silefi’den rivayet eden iki ravinin vefatları arasında 150 senelik bir zaman farkı meydana gelmiş olur.
Bunun daha eski bir misali de şudur: El-Buhârî talebesi [ Abbas es-Senac’tan tarih ve diğer bazı şeyler rivayet etmiş ve 256 senesinde ölmüştür. Es-Serrac’tan sema ile rivayet edenlerin sonuncusu ise, Ebu’l-Hüseyn el-Haffaf’tır ve 393 senesinde vefat etmiştir.
Bir şeyhten rivayette iştirak eden iki ravinin vefatları arasında bu kadar uzun müddet bulunmasının sebebi, kendisinden hadis işitilen şeyhin, ravilerden birinin ölümünden sonra daha uzun müddet yaşamasıdır. Öyle ki, bazı küçük yaştaki kimseler de ondan hadis işitir ve uzun müddet yaşarlar. Bu suretle şeyhin, ilk ravinin vefatından sonra hayatta geçirdiği müddet ile ikinci ravinin ölümüne kadar geçen zamanın toplamından, iki ravinin vefatları arasındaki bu uzun müddet hasıl olur.
6-5 Muhmel
Bir ravi, yalnız ismi, yahut bu isimle birlikte baba veya ced isimleri, yahutta nisbetleri aynı olan iki şeyhten rivayet eder ve bu iki şeyh, kendilerine has bir sıfatla birbirinden ayırt edilemezse, ravinin iki şeyhien birine has olan yakınlığıyle muhmel anlaşılmış olur. Birbirinden ayırt edilemeyen iki şeyhin her ikisi de sika (güvenilir) kimselerden olursa, ayırt edılememeleri bir mahzur teşkil etmez; çünkü maksat kendisinden hadis alınan kimselerin sika olmalarıdır. Mesela el-Buhârî’nin, Ahmed tarikiyle İbn Vehb’ten rivayeti bu kabildendir. El-Buhârî Ahmed’i gayri mensup olarak zikretmiştir. Bu şahıs, ya Ahmed İbn Salih’tir; ya da Ahmed İbn İsa’dır. Keza, yine gayri mensub olarak Muhammed tarikiyle lraklılardan rivayeti de böyledir. Muhammed, ya Muhammed İbn Selam’dır; yahutta Muhammed İbn Yahya ez-Zuhli’dir. Bu çeşit isimleri, el-Buhârî üzerine yazdığimız şerhin mukaddimesinde zikrettik. Bunlar arasında tam bir ayırım yapmak isteyen kimselerin, ravisinin iki şeyhten birine olan yakınlığını bilmeleri gerekir. Bu, yakınlıkla da anlaşılmaz, veya şeyhler ayırt edilemez, yahut ravinin her iki şeyhle de yakınlıği bulunursa, müşkilin halli güç- leşir; bu takdirde ayırımı mümkün kılacak kuvvetli zan ve karinelere müracaat edilir.
Bir ravi şeyhten bir hadis rivayet eder, fakat şeyh bu hadisi “benim üzerime yalan söyledi” veya “bunu ben rivayet etmedim” diyerek, yahutta buna benzer sözler ileri sürerek kesin bir dille inkar ederse, bu hadis, şeyh ve raviden birinin bu meselede yalan söylemiş olması ihtimaliyle red- dedilir. Fakat bu hadise, aralanndaki bu ihtilaf ve zıddiyet dolayısıyle her hangi birinin kadhını gerektirmez.
Ancak, şeyhin hadisi inkarı, “bunu hatırlamıyorum” yahut “bilmiyorum” şeklinde ihtimal yoluyla olursa, sahih olan görüşe göre, bu hadis kabul edilir. Çünkü bu ihtimal, şeyhin hadisi rivayet ettiğini unuttuğuna delalet eder.
Bununla beraber bazi kimseler, bu hadisin kabul edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir; çünkü, bunlara göre, hadisin isbatında fer, asla tabidir. Eğer asıl, hadisi isbat ederse, fer’in rivayeti de isbat olunur. Bu, nefiyde de fer’in asla tabi olmasinı gerektirir. Ancak bu görüş, baziları tarafından itirazla takip olunmuştur. Bunlara göre fer’in adaleti onun doğruluğunu gerektirir. Aslın hadisi bilmemesi, fer’in doğruluğunu nefyetmez; aynı zamanda onu kesin dille isbat eden, ihtimal üzere nefyedenden önce gelir. Bu meselenin şehadetle kıyası fasiddir; çünkü fer’in şehadeti, aslın şehadeti üzerindeki kudretine rağmen dinlenmez. Halbuki rivayet bunun aksinedir ve aralarında fark vardır.
Ed-Darekutni, bu konu ile ilgili olarak Men haddese ve nesiye adlı bir kitap tasnif etmiştir. Bu kitapta, yukarıda mezkur sahih görüşü takviyeden deliller mevcuttur. Bu delillerden anlaşıldığına göre, hadis rivayet eden birçok kimse, rivayet ettikleri hadisler, kendilerine arzedilince bunları ha- tırlamamakta, fakat kendilerinden rivayet eden ravilere itimadları dolayısıyle, o hadisleri ravileri tarikiyle yine kendilerinden rivayet etmektedirler. Suheyl lbn Ebi Salih’in babasından, onun da Ebu Hureyre’den merfu olarak rivayet ettiği şahid ve yemin kıssasıyla ilgili hadisi bunlardandır. Abdu’l-Aziz İbn Muhammed ed-Diraverdi der ki: Bu hadisi bana Rabi’a İbn Ebi Ahdirrahman, Suheyl’den rivayet etmişti. Bir gün Suheyl’le karşılaştım ve ona bu hadisi sordum, bilemedi. Bunun üzerine ona “Rabi’a, hadisi senden bana bu şekilde rivayet etti” dedim. Bundan sonra Suheyl aynı hadisi rivayet ederken şöyle demeye başladı “Rabia, hadisi benden bana rivayet etti ona da ben babamdan rivayet ettim.” Bunun benzerleri pek çoktur.
6-6 Muselsel:
Raviler, her hangi bir isnadda semi’tu fulanan kale: Semi’tu fulanen yahut haddesana fulanun kale: Haddesena fulanun ve bunun gibi rivayet sigaları üzerinde, yahut semi’tu fulanen yakulu: Eşbedu bi’llahi lekad haddeseni fulanun gibi kavli, yahut dahalna ‘ala fulanun fe-et’amena temren gibi fiili, yahutta haddeseni fulanun ve ahizun bi-lihye tihi kale: amentt bi’l-kaderi… gibi hem kavli hem fiili hallerde ittifak ederlerse, bu çeşit rivayetlere muselsel adı verilir. Muselsel, isnada ait sıfatlardandır. Bu teselsül, çok defa isnadın başından sonuna kadar devam ettiği halde, bazen da isnadın büyük bir kısmında görülür. Mesela evveliyetle muselsel olan hadiste silsile, Süfyan İbn Uyeyne’de nihayet bulmuştur. Her kim mezkur hadisi sonuna kadar muselsel olarak rivayet ederse vehme düşmüş olur.
6-7 Rivayet sigaları
Yukarıda işaret olunan rivayet sigaları sekiz mertebeden ibarettir.
Birincisi semi’tu ve haddeseni’dir.
Sonra ahbarani ve kara’tu aleyhi sigaları gelir ki bunlar da ikinci mertebede yer alırlar.
Kuri’e aleyhi ve ene esma’u sigası üçüncü,
enbe’eni dördüncü,
naveleni beşinci,
şafehani (icazeti şifahi olarak beyan) altıncı,
ketebeli (icazeti yazıyla beyan) yedinci ve
nihayet an ve benzerleri ki kale, zekere, ve rava gibi sema’a ve icazete yahut adem-i sema’a muhtemel olan sigalar da sekizinci mertebeyi teşkil ederler
Bu rivayet sigalarından ilk ikisi, yani semi’tu ve hadde seni lafızihrı, şeyhin sözlerini tek başına işiten kimselere mahsustur ve bu şekilde alınan hadislerin rivayetinde bunların kullanılması daha doğru olur. Tahdisin, şeyhin sözlerini işiten kimselere tahsisi hadisçiler arasında şuyubulmuş bir ıstılahtır. Aslında tahdis ile ihbar arasında lügat yönünden hiç bir fark yoktur ve fark bulunduğunu iddia etmek rivayette güçlük çıkarmaktan başka bir manaya gelmez. Fakat ıstılah manasının yerleşmesinden sonra kelime, örf yönünden hakiki bir mana kazanmış ve lügattaki hakiki mana- sının önüne geçmiştir. Bununla beraber bu ıstılah, şarklı hadisçiler arasında şuyubulmuş, garplıların çoğu ise kullanmamışlardır. Onlara göre ihbar ve tahdis aynı manadadır.
Eğer ravi, ilk sigayı cemi sigasıyla kullanır ve haddesena fulanun yahut semi’na fulanen yakulu, derse bu, onun hadisi başkalarıyla birlikte işittiğine delalet eder. Bazan bu sigalardaki cemi nunu azamet ve büyüklük için kullanılır; ancak isnadlarda bu nadiren görülür.
Yukarıda zikrolunan mertebelerin ilki olan semi’tu lafzı onu ri’vayetinde kullanan ravinin şeyhinden sema’ına delalet etmesi bakımından, rivayet sigalarının en açığıdır; çünkü bu lafzın bilvasıta sema’a ihtimali yoktur. Halbuki haddeseni lafzı, bazan icazette tedlise de ıtlak olunmuştur. Yine mezkur sigalarm en yüksek ve en üstünü, rivayetin daha güvenilir bir şekilde tesbit ve muhafaza edildiği imlada vaki olanıdır.
Ahbarani olan üçüncü ve kara’tu aleyhi olan dördüncü mertebedeki sigalar, kendi başına şeyhe okuyan kimselere aittir. Eğer ravi bunları cemi sigasıyla kullanır ve ahbarana yahut kara’na aleyhi derse, bunlar aynen beşinci sırada yer alan kuri’e aleyhi ve ene esma’u gibi bir manaya sahip olur. Bundan da anlaşılıyor ki, şeyhe okuyan kimse için kara’tu tabirini kullanmak, ahbarani tabirini kullanmakta daha iyidir; çünkü bu tabir, hal şekline uyarı en açık tabirdir.
Şeyhe kıra’at, hadisçilerin ekseriyetine göre tahammül yollarından biridir; yani bir nevi hadis alma usulüdür. Bununla beraber İrak ehlinden bazıları bu usulü benimsememişler ve bu sebepten Malik ve diğer Medine imamlarının şiddetli muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Hatta bazıları daha lileri giderek şeyhe kıra’atı, şeyhin lafzından sema’a tercih etmişlerdir. Aralarında el-Buhârî’nin de bulunduğu büyük bir cemaat ise -Sahih’i Buhârî’nin başlarında nakledildiğine göre şeyhin lafzından sema ile şeyhe kıra’atın sıhhat ve kuvvet yönünden aynı olduğunu aralarında hiç bir fark bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Enbe’eni lafzının aslı olan inba kelimesi, lügat ve mütekaddimunun ıstılahı yönünden ihbar manasındadır. Ancak mütekaddimunun örfünde an lafzı gibi icazete aittir; çünkü ‘an onlara göre icazette kullanılır.
Mu’asırın an’anesi, yani ravini muasırı olan bir şeyhten an fulanin diyerek hadis rivayet etmesi, ravinin o hadisi şeyhinden işitiğine hamledilir. Fakat muasır olmayanın an’anesi bundan ayrıdır ve böyle bir rivayet ya mürsel, ya- but ta munkatı olur. Bu bakımdan an ‘anenin sema’a hamlin deki şart, nıuasaratın sabit olmasıdır.
Muasırın an’anesi, an’anesi sema’a hamledilmekle beraber, müdellis olan kimsenin an’anesi sema’a hamledilmez.
Bazıları ise, muasırın an’anesinin sema’a hamledilebilmesi için, şeyh ile ondan rivayet eden ravinin, bir defa da olsa birbirlerine mülaki olmalarının sübut bulmasını şart koşmuşlar ve bu şartı, ravinin mürseli hafi cinsinden olan diğer an’anelerinden emin olmak için ileri sürmüşlerdir. Ali İbnu’l-Medini, el-Buhârî ve diğer bazı imamların görüşlerine uygun seçkin mezheb budur.
Hadisçiler, yukarıda zikrolunan rivayet sigalarından şafeheni fulanu ibaresini şifahi olan icazete, ketebe ileyye fulanun ibaresini ise yazılı olarak verilen icazete tahsis etmişlerdir. Mukatebe, müteahhirundan çoğunun ibarelerinde mevcut olduğu halde, mütekaddimun, bu lafzı, şeyhin yal- nız icazet için değil, fakat rivayetine ister izin versin ister vermesin, talebeye yazdığı hadisleri için de kullanmışlardır.
Hadisçiler, munavele yolu ile hadis rivayetinin sıhhati için, münavelenin rivayet iznine bağlı olmasını şart koşmuşlardır. Bu şartın tahakkuku ile münavele, rivayet izni verilen şahsın tayin ve tesbitinden dolayı icazetin en yüksek çeşitlerinden biri sayılır. Münavelenin şekli şeyhin, aslını, yani hadislerini yazdığı kendi nüshasını, yahut bu aslın yerini tutacak başka bir nüshayı talebeye vermesi, veya talebenin şeyhe ait bir nüsha ile ona gelmesi ve bu iki şekilden hangisi olursa olsun, şeyhin talebeye “bu kitap, benim fulandan rivayetimdir, sen de onu benden rivayet et” demesidir.
Münavelenin bir şartı da, şeyhin, ya kitabı talebeye temlik etmek, yahutta talebenin onu istinsah veya kendi nüshasıyle mukabele edebilmesi için ona iareten vermek suretiyle faydalanmasını sağlamaktır. Fakat şeyh, kitabı verir ve hemen geri alırsa, munavelenin rivayet iznine bağlı en yüksek bu ıcazet şekli olduğu tebeyyün etmez. Bununla beraber bu munavelenin, şeyhin müayyen bir kitabın rivayeti için rivayet keyfiyetini de tayin ederek icazet vermesinden ibaret olan ımuayyen icazet (icazeti muayyene) üzerinde bir meziyyeti vardır.
Munavele izinden hali olduğu, yani şeyh talebeye bir kitap veripte “bu kitabı benden rivayet et; bunun için sana izin verdim” demediği zaman, ekseriyet nazarında bu münavele ile rivayet muteber değildir. Fakat bunun muteber olduğu görüşünde bulunan kimseler, şeyhin talebeye bu çeşit bir münavele ile kitap vermesinin, bu kitabın bir beldeden diğer beldeye gönderilmesi mahiyetinde olduğu kanaatındadırlar. Nitekim imamlardan bir cemaat, rivayeti ızne bağlı olmasa bile, bu çeşit münavelede mevcut bir karineyle iktifa ederek, mücerred kitabetle rivayetin sıhhatine zahib olmuşlardır. Bizim nazarımızda da, şeyhin, kitabı talebeye elden vermesiyle, ona, bir yerden diğer bir yere göndermesi arasında, her iki şekilde de izin bulunmadıkça, kuvvetli bir fark yoktur.
Hadisçiler, munavelede olduğu gibi vicade ile rivayette de izni şart koşmuşlardır. Vicade, bir kimsenin, yazarını tanıdığı hatla yazılmış bir kitap bulması ve bu kitabın içindekileri “fulanın hattıyle buldum” diyerek rivayet etmesidir. Ancak bu kitaptan rivayeti için izin olmadıkça rivayetinde ahbarani lafzının kullanılması doğru olmaz; izinsiz bu lafzın kullanılmasındaki hata meydandadir.
Keza kitapla vasiyette de, diğerlerinde olduğu gibi izin veya icazet şart koşulmuştur. Vasiyyet bir kimsenin, ölümü veya bir sefere çıkması halinde kitabını veya kitaplarını muayyen bir şahsa vasiyet etmesidir. Mütekaddimuna mensup imamlardan bir cemaat, kendisine vasıyyet edilen şahsın, bu mücerret vasıyyet ile kitaplan ondan rivayet etmesini caiz görmüşlerdir. Ekseriyet ise, bunun ancak, vasıyyet eden şahsın diğerine icazet vermesi halinde caiz olacağını ileri sürmüşlerdir.
İ’lamda rivayet için izin şart koşulmuştur. İ’lam, şeyhin, talebelerden birine “ben falan adlı kitabı fulan kimseden rivayet ediyorum” diye haber vermesidir. Eğer şeyhin talebeye rivayetle ilgili bir icazeti varsa bu i’lama itibar edilir; aksi halde icazetsiz i’lam ile rivayet muteber değildir. Nite- kim hakkında icazet verilen hadis değil de, kendileri için icazet verilen kimselerle ilgili olan icaze-i amme de muteber sayılmamıştır. İcaze-i amme, yani umumi icazet, şeyhin “bütün müslümalar için icazet verdim” yahut “hayatımı idrak edenler, yani yaşadığım devre yetişenler için”, yahut “fulan iklimin”, yahutta “fulan beldenin ahalisine icazet verdim” demesidir. Bu sonuncusu, bir beldeye tahdidi dolayısıyla sıhhate daha yakın sayılmıştır.
Mübhem ve mühmel olmaları dolayısıyle mechul kimselere ve henüz dünyaya gelmemiş olan ma’duma “fulanın doğacak çocuğuna icazet verdim” denilerek verilen icazetler de tıpkı icaze-i amme gibi muteber değildir. Ancak bazıları, şeyhin “sana, doğacak çocuğuna icazet verdim” demek suretiyle ma’dumu mevcuda atfetmesi halinde bu icazetin sahih olduğunu ileri sürmüşlerdir; fakat bu da diğerleri gibi sahih değildir.
Şeyhin “fulan kimse dilerse sana icazet verdim”, yahut “dilediğin takdirde sana icazet verdim” demeyip “fulanın dilediği kimse için icazet verdim” diyerek başkasının arzusuna bağlamak suretiyle mevcut veya ma’duma verdiği icazet de diğerleri gibi muteber değildir.
İcazetle ilgili olarak yukarıda zikrolunan bütün görüşler sahih mezheb üzerine menidir. Bununla beraber el-Hatibu’l-Bağdadi, kendisinden neyin murad edildiği anlaşılmayan mechul müstesna, diğerlerinin hepsinde rivayeti tecviz ve bunu kendi şeyhlerinden olan bir guruptan nakletmiştir.
Kudemadan Ebu Bekr İbn Ebi Davud ile Ebu Abdillah İbn Mende, ma’dum için verilen, yine onlardan Ebu Bekr lbn Ebi Hayseme arzuya bağlanan icazeti kullanmışlar, kalabalık bir cemaat de icaze-i amme ile hadis rivayet etmişlerdir. Hata bazı hafızlar, bu yolla rivayet edenleri bir kitapta toplayarak çoklukları dolayısıyla isimlerini alfabetik sıraya göre tertip etmişlerdir. Bunların hepsi de, İbnu’s-Salâh’ın dediği gibi, rıza gösterilmeyen bir genişlikten ibarettir. Çünkü normal olan ve hususi bir şahsa verilen muayyen icazetler bile, kudema arasında sıhhati üzerinde kuvvetli ihtilaf bulunan meselelerdendir. Fakat müteahhırun arasında, bunlarin muteber sayılarak onlarla amel edilmesi kesinleşmiş olsa bile, bil-ittifak sema’ın dunundadır. Normal icazet böyle olunca, yukarıda zikredilen durumlarda onun nasıl muteber sayılacağı düşünmeğe değer bir konudur. Maamafih, şu da var ki icazet, hadisi mu’dal olarak rivayet etmekten hayırlıdır
6-8 Muttefik ve Mufterik
Ravilerin şahısları ayrı olmakla beraber isimleri, baba isimleri ve daha fazlasıyle dede ve geriye doğru ced isimleri ittifak ederse, bu ittifak ister iki ravi arasında olsun, ister daha fazla ravi arasında olsun keza ister isimleri ittifak etsin, ister künyeleri, hadis ilminde bu kısma müttefik ve mufterik adı verilir. Bunun bilinmesindeki fayda, iki ayrı şahsı, isimlerinin aynı olması dolayısıyla tek bir şahıs zannetmemektir. El-Hatibu’l-Bağdadi, bu konuda büyük bir kitap tasnif etmiştir. Biz, onun bu kitabını hulasa ile ona daha birçok şeyler ilave ettik.
Bu kısım, daha önce zikri geçen ve muhmel denilen kısmın aksidir. Çünkü muhmelde, tek şahsın iki ayrı şahıs zannedilmesinden korkulur. Bunda ise, iki ayrı şahsın aynı şahıs zannedilmesi bahis konusudur.
6-9 Mu’telif ve Muhtelif
Ravilerin isimleri hat yönünden ittifak, fakat nutk veya telaffuz yönünden ihtilaf ederse, bu ihtilaf ister nokta ister şekil yönünden olsun bu kısma da, hadis ilminde mu‘telif ve muhtelif denilmiştir. Bu kısım, hadis ilminin en mühim konularından birini teşkil eder.
Ali İbnu’l-Medini, en şiddetli tashifin isimlerde vaki olduğunu söylemiş, bazıları da, böyle bir tashif vukuu halinde, o ismin ne makabilinin, ne de mabadinin onun doğrusuna delalet etmeyeceği itibarla, bu işte kıyasın dahli bulunmayacağını ileri sürerek Ali lbnu’l-Medini’nin sözünü teyid etmişlerdir.
Bu konu ile ilgili olarak Ebu Ahmed el-Askeri bir kitap tasnif ve bu kitabı, yine kendisine ait olan Kitabu’t-Tashif içinde zikretmiştir. Fakat Abdu’l-Gani İbn Sa’id, bu konuya müstekil iki kitap tahsis ederek, birisinde, isim diğerinde ise neseb yönünden benzer olanları biraraya getirmiştir. Keza Abdu’l-Gani’nin şeyhi olan ed-Darekutni, aynı konuda büyük bir kitap telif etmiş, el-Hatibu’l-Bağdadi de bu kitaba bir zeyl hazırlamıştır. Ebu Nasr İbn Makula ise el-İkmal adını verdiği kitabında yukarıda zikri geçen bütün kitapları toplamış, ayrı bir kitapta da, mezkur kitaplar üzerine istidrak yaparak müelliflerinin hatalarını beyan etmiştir. Bu bakımdan İbn Makula’nın, kitabı, bu konuda telif edilen kitapların en mufassalı ve kendisinden sonraki bütün muhaddislerin yegane dayanağı olmuştur.
Ebu Bekr İbn Nukta, İbn Makula’nın atladığı bazı noksanlıkları da ilave etmek suretiyle büyük bir cild meydana getirmiş; Mansur İbn Selim ve Ebu Hamid es-Selmani ise, aynı kitaba küçük bir cild halinde zeyl yazmışlardır.
Aynı konuda ez-Zehebi, cidden muhtasar bir kitap telif etmiş. ancak bu telifte kalemle zabta itimadı dolayısıyle pek çok hataya düşmüş ve kitabın konusuna aykırı olarak tashifatta bulunmuştur. Ancak Allahü teâlâ bize, mezkur kitabın hata ve tashiflerini Tabsiru‘l-Muntebeh bi-tahriri‘l-muştebeh adını verdiğimiz bir kitapta açıklamayı müyesser kılmıştır. Bu kitabı bir cilt halinde alfabetik sıraya göre tertip ve ez-Zehebi’nin ihmal ettiği, yahut üzerinde durmadığı bir çok şeyleri de ona ilave ettik. Bu sebepten Allah’a hamdederiz.
6-10 Müteşabih
İsimler, hat ve nokta yönünden ittifak, fakat baba isimleri hat yönünden aynı olsa bile nokta yönünden ihtilaf ederse -mesela Muhammed İbn Akil ve Muhammed İbn ‘Ukayl gibi birincisi Neysaburi, ikincisi ise Firyabi olup her ikisi de meşhurdur ve birbirlerine yakın devirlerde yaşamışlardır- yahut isimler, nokta yönünden muhtelif, hat yönünden muttefik, keza baba isimleri de nokta yönünden müttefik olmak suretiyle ilk şeklin aksi olursa -mesela Ali İbn Ebi Talib’ten rivayet eden tabi’i Şurayb İbnu’n-Nu’man ile el-Buhari’nin şeyhi Suraye İbnu’n-Nu’rnan gibi- bu kısma da müteşabih adı verilir.
El-Hatıb, bu konuda bir kitap tasnif etmiş ve ona Telhisu’l-Müteşabih adını vermiştir. Yine aynı müellif, mezkur kitaba atladığı bazı şeyleri de ilave etmek suretiyle bir zeyl yazııııştır. Bu kitap, faydası çok bir kitaptır. Eğer ittifak, ravi ismiyle baba isminde olur, fakat nisbetleri ihtilaf ederse, bu kısım da müteşabihten sayılır.
Yukarıda zikrolunan müteşabih ile, önceki kısımda zikrolunan mu’telif ve muhtelifin birleşmesi halinde başka kısımlar ortaya çıkar. Bunlardan biri, ittifak ve iştibahın, mesela ravi ismiyle baba isminde, bu isimlerden birinin veya her ikisinin bir harfinde, yahutta iki veya daha fazla harflerinde hasıl olmasıdır; bu da iki kısımdan ibarettir.
Birincisi, iki tarafta da harf sayısının sabit olmasına rağmen, ihtilafın tağyirle meydana gelmesi;
ikincisi ise, ihtilafın yine tağyirle olmasına rağmen, harf sayısı yönünden bazı isimlerin diğer bazılarından noksan olmasıdır.
Birinciye misal, aralarında el-Buhârî’nin şeyhi el-Avki’nin de bulunduğu bir cemaatı teşkil eden Muhammed İbn Sinan ismindeki kimselerle, yine aralarında Ömer İbn Yunus’un şeyhi el-Yemami’nin yer aldığı Muhammed İbn Seyyar ismindeki kimselerdir. Keza İbn Abbas’tan rivayet eden tabi’i Muhammed İbn Huneyn ismindeki kimselerle, yine meşhur tabi’i Muhammed İbn Cubeyr Kufe’li meşhur Mu’arrifİbn Vasıl ile Ebu Huzeyfe en-Nehdi’nin şeyhi Mutarrıflbn vasıl lbrahim İbn Sa’dın yakınlarından Ahmed İbnu’l-Huseyn ile Abdullah İbn Ahmed el-Bikendi’den rivayet eden ve el-Buhârî’nin şeyhi olan Ahyed İbnu’l-Huseyn “Malik İbn Enes’in tabakasından meşhur şeyh Hafs İbn Meysere ile Abdullah İbn Musa el-Kufi’nin şeyhlerinden Ca’fer lbn Meysere bunlardandır.
İkinciye misal, aralarında ezan sahibi Abdullah İbn Zeyd’in de bulunduğu aynı isimdeki bir cemaattir. Sahabi Abdullah İbn Zeyd’in ceddinin ismi Abdi Rabbih’tir. Keza vudu (abdest) hadisinin ravisi de aynı isimde olmakla beraber, ceddi Asım’dır ve her ikisi de ensardandır. Bu ismin benzeri, bir ya harfinin fazlasıyle Abdullah İbn Yezi olup bu isimde olanlar da bir grupu teşkil ederler. Sahabe arasında Ebu Musa olarak künyelenen el-Hatmi bunlardan olup hadisi Suahihan’da yer almıştır.
Yine bu kısma misal olarak Abdullah İbn Yahya ismindeki kimselerin teşkil ettiği bir gurupla Ali İbn Ebi Talib’ten rivayet eden maruf tabi Abdillah İbn Nuceyy zikredilebilir.
Müteşabih ile mu’telif ve muhtelifin birleşmesi neticesinde ortaya çıkan kısımlardan biri de, ittifakın hat ve nutk yönünden olduğu halde, ihtilaf yahut iştibahıfl ya her iki ismin tam olarak takdim ve tehiriyle, yahutta bu takdim ve tehirin yalnız bir isimde ve benzer olduğu isme nisbetle bazı harflerinde vaki olmasıdır.
Birinci şekle misal, el-Esved İbn Yezid ile Yezid İbnu’l-Esved, Abdullah İbn Yezid el-Hatmi ile Yezid İbn Abdillah ikinci şekli misal ise, Eyyüb İbn Seyyar ile Eyyüb İbn Yesar isimleridir. Bu sonuncudan ilki, hadiste kuvvetli olmayan Medine’li meşhur diğeri ise meçhul bir kimsedir.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız