DİLENMENİN SÜNNET VE EDEBLERİ
Birinci vâcib olan kendini dilenmekten alıkoymakdır. Çünki dilenmek kazanç yollarının en sonuncusudur. Bilhassa 1 gecelik yiyeceği veya sabah ya da akşam yemeği olursa dilenmemek lâzımdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «İhtiyacı olmadığı halde dilenen kimse Cehennem ateşinin çoğalmasını istemiş olur» buyurdu. Bir rivâyette: «1 gün ve gecelik yiyeceği olanın dilenmesi Cehennem ateşinin çoğalmasını istemektir» buyurdu. 1 günlük yiyeceği olan kimsenin o gün dilenmesi câiz değildir.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ancak 1 günlük yiyeceği olmayan kimse, zor durumda kaldığı için dilenebilir» buyurdu. Böyle zor durumdaki fakirler, nâfile sadakadan isterler, yerler fakat biriktiremezler. Zekât almağa hakkı olan kimse ise kendisinin ve çoluk çocuğunun yiyecek ve giyeceğine 1 sene yetecek kadar farz olan zekâttan istiyebilir. Çünki zekât senede 1 kere verilmektedir (Şerhi Mesâbîh).
Güçlü, kuvvetli kimseler ve âzaları tamam olup çalışabilecek kimseler de dilenemez. Muhtâc olduğu halde durumunu kimseye bildirmeyip hâcetini Allahü teâlâ’dan isterse, Allahü teâlâ ona helâlinden 1 senelik rızık kapısı açar. Bu mâna Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfden alınmıştır. Hadîs-i şerîfde: «Aç ve muhtâc olan kimse, durumunu başkalarına değil de yalnız Allahü teâlâ’ya açarsa, Hak teâlâ ona helâlinden 1 senelik rızık kapısı açar» buyurulmuştur.
Bir âfet gelip malı mülkü helâk olan kimseler için dilenmeye ruhsat vardır. Yiyecek, giyecek, barınacak, örtünecek hiç bir şeyi olmayan çok fakir kimselere de izin vardır. İki kabile arasında çıkan bir harbde sulh sağlamak için bâzı maktullerin diyetini üzerine alıp da ödeyemez hâle gelen borçlu olan kimseye de izin vardır. Acı veren bir diyeti üzerine alıp, kendisi ve velilerinin ödeyemediği, Beytü’l-mâlin de ödemediği durumda halktan toplayıp maktulün velilerine verir. Kâtil ile maktulün velileri arasındaki anlaşmazlığı gidermek için, gerektiği kadar, halktan para toplanabilir. Zekât olsun, başka hayırlar olsun fazla alınmaz (Şerh-i Mesâbih).
İnsan hâcetini sultâna, sâlih kimseye, hâmil-i Kur’ân’a veya ihsân sâhibi kimseye söylemelidir. Başa kakarak verenler olduğu gibi, gönül hoşluğu ile verenler de vardır. Çok zengin olmasa da cömert olup verdiğini başa kakmayacak olan kimselere ihtiyaçlarını arz etmelidir. İstenmeden verilen şeyi ve cimri olmayan kimselerin verdiğini almalıdır. Hakîm bin Hızâm (radıyallahü anh) anlatıyor: Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir şey istedim, verdi. Bir daha istedim, yine verdi. Sonra bir daha istedim. Buyurdu ki: «Yâ Hakîm! Bu mal yeşil ve tatlıdır. Kim bunu, kanâati sebebiyle alırsa ona mübârek olur. Kim doymak bilmiyerek alırsa hayır ve bereket olmaz. Yeyip de doymayan insan gibi olur. Yukarıdaki el, aşağıdaki elden hayırlıdır.» Bunun üzerine yâ Resûlâllah! Seni hak ile gönderen Allahü teâlâ’ya yemîn ederim ki, senden sonra ölünceye kadar kimseden bir şey istemiyeceğim dedim. Hakîm (radıyallahü anh) bu sözünde durmuştur. İstemeden verilen şey alınır. Çünki o Allahü teâlâ’nın kendisine gönderdiği bir rızıkdır, geri çevirmemelidir. Atâ bin Yesâr (radıyallahü anh)’den bildiriliyor: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’a bir hediye gönderdi. Ömer (radıyallahü anh) geri çevirdi. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) niçin almadın? diye sordu. Ömer (radıyallahü anh), yâ Resûlâllah! Sen bize kimseden bir şey almamamızı bildirmedin mi? dedi. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ben size istiyerek dilenerek almayın dedim. Siz istemeden gelen şeyi alın. Çünki o Allahü teâlâ’nın size verdiği bir rızktır» buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer (radıyallahü anh), nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kimseden bir şey istemem, fakat istemeden verileni alırım, dedi.
Bir şey isterken ısrar etmemeli, usandırmamalıdır. Israr etmek ve usandırmanın ikisi de nehy edilmiştir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir şey isterken ısrar etmeyiniz! Allah’a yemîn ederim ki, biriniz benden ısrarla bir şey ister, ben de ona istemiyerek verirsem, o şey onun için bereketli olmaz» buyurmuştur. İsterken kaba, sert değil elden geldiği kadar yumuşak bir tarzda istemeli, livechillâh yâni Allah rızâsı için diyerek bir şey istememelidir. Çâbir (radıyallahü anh)’ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde: «Cennetten başka hiç bir şeyi, bivechillâh diyerek istemeyiniz» buyuruldu. Yanî insanlardan hiçbir şeyi Allah’ın vechi ile istemeyiniz. Meselâ, yâ falan! Bana, bi vechillâhi teâlâ bir şey ver veya billâh bana bir şey ver demek doğru değildir. Çünki Allahü teâlâ’- nın ismi dünya malından bir şeyi istemekte vasıta edilmez. Ancak yâ Rabbî vech-i kerîmin hürmetine senden Cenneti isteriz denebilir (Tenvîrü’l-mesâbîh).
Rivâyet olundu ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) 2 kere tekrar ederek: «Allahü teâlâ’nın vechi için isteyen mel’undur» buyurdular. Bir de, şunu unutmamalıdır ki, kendisinden, kötü, çirkin, günah sayılabilen bir şey istemeyip, normal istek ve dilekte bulundukları zaman, bu yasaklamayı beyân etmiştir.
Ebû Ümâme (radıyallahü anh) rivâyet ediyor: Bir gün Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), «Size Hızır’dan bahsedeyim mi?» buyurdular. Evet dedik. Buyurdular ki: «Benî İsrâil’in çarşısında yürürken bir fakir ona: Senin yüzünde cömertlik görüyorum, yanında bereket ümmîd ediyorum. Allahü teâlâ’nın vechi hürmetine bana sadaka ver, dedi. Hızır (aleyhisselâm), Allahü teâlâ’ya îman ettim. Sana verecek bir şeyim yok. Bari beni al ve sat dedi. Fakir, bu doğru olur mu? dedi. Hızır (aleyhisselâm); Evet, sen benden büyük bir iş istedin. Allahü teâlâ’nın adını ortaya koydun. Rabbimin vechine (o isme) ihâneî edemem dedi. Fakir Hızır aleyhisselâmı çarşıda 400 dirheme sattı. Satın alan kimse bir zaman Hızır aleyhisselâma iş vermedi. Hızır (aleyhisselâm) beni satın aldın, hiç bir iş göstermedin dedi. Sana meşakkat vermek istemiyorum. Sen zaîf ve yaşlısın dedi. Hızır (aleyhisselâm), benim için meşakkat olmaz dedi. Adam da, öyle ise şu taşı şuraya götür dedi. Halbuki o taşı aıtı kişi ancak bir günde dediği yere götürebilirdi. Adam bir İş için dışarı çıktı. Döndüğünde taşın yerine nakl edilmiş olduğunu gördü. Güzel yapmışsın, çok beğendim, fakat senin bu kadar güçlü olacağını tahmin etmemiştim dedi. Sonra satın alan yolculuğa çıkarken, ben seni emîn bir kimse buluyorum. Ben dönünciye kadar, benîm yerimde evde kal dedi. Hızır (aleyhisselâm) bana bir iş buyur, yapayım dedi. Adam, sana meşakkat vermek istemiyorum dedi. Hızır aleyhisselâm, benim için bir eziyet olmaz, dediğini yaparım dedi. Bunun üzerine adam, evim için biraz kerpiç yap dedi. Adam sefere çıktı. Döndüğünde binayı yapılmış buldu. Artık adam dayanamayıp, bivechillâhi teâlâ, söyle sen kimsin, ne iş yaparsın diye sordu. Hızır aleyhisselâm, benden bivechillâhi teâlâ istedin. Beni de köleliğe sevk eden bu bivechillâhi teâlâ sözü oldu. Benim kim olduğu soruyorsun. Ben Hızır’ım. Bir fakir, benden sadaka istedi. Yanımda ona verecek bir şeyim yoktu. Benden bivechillâh istediği için beni köle yapmasını istedim. Beni sattı. Şimdi sana haber veriyorum. Muhtâç olmadığı halde bivechillâh birşey isteyen, Kıyâmet günü, hiç eti olmadığı halde kemikleri gıcırdıyarak durur, dedi. Bunun üzerine adam, ey Allah’ın Peygamberi, Allahü teâlâ’ya îmân ettim. Sana çok meşakkat verdim. Fakat bunları, bilmediğim için yaptım dedi. Hızır aleyhisselâm, zararı yok sen en doğrusunu yaptın dedi. Adam, anam-babam sana fedâ olsun. Malım mülküm senin olsun. İstediğin gibi hükmet. İstersen seni serbest bırakayım dedi. Hızır aleyhisselâm, ben serbest kalıp Rabbime ibâdet etmeği severim dedi. Adam serbest bıraktı. Hızır aleyhisselâm, beni Önce köle yapıp sonra ondan kurtaran Allahü teâlâ’ya hamdolsun, dedi» (Et-tergîb vet-terhîb).
Kadının kocasının evinden bir şeyi israf etmeksizin sadaka vermesinde mahzur yoktur. Tenvîr’de de böyledir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir kadın, evinin yiyeceğinden ifsad etmeden infak ederse sadaka verdiği için kendisi bir sevab alır, infak ettiği malı kazandığı için de kocası bir sevab alır. Malı koruyan da böyle ecir alır» buyurdu. Böyle ecir alır buyurmakla, ecirde, sevab almada benzerlik bulunduğunu, eşitlik bulunmadığını beyan ediyor. Yoksa malı kazanan, verenden ve koruyandan çok sevab alır. Âlimler, bu hadîs-i şerîfi Hicaz ehlinin âdetini göz önüne alarak açıklamışlardır. Onların âdetine göre erkekler, hanımlarına ve hizmetçilerine, müsâfirleri ağırlamak, fakirleri doyurmak için umumî izin verirlerdi. [Bizler de böyle yapmalıyız], Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) yukarıdaki hadîs-i şerîfi ile ümmetini buna teşvîk etmiştir. Erkeğin izni olmadan kadın, sâhibinin izni olmadan bekçi intâk ederlerse zulm etmiş, günâha girmiş olurlar. Kadın kocasının küçük çocuklarına, kocasından izinsiz masraf yapabilir.
Müttakî olanlar zekât, fıtra ve adak gibi farz ve vâcib olan sadakaları almaktan kaçınırlar. Çünki onlar insanların kirleridir. Her takvâ sâhibi Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) âli, akrabâsı sayılır. Nitekim bir hadîs-i şerîfde: «Her takî ve nakî benim âlimdir» buyurulmuştur. Bilindiği gibi Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) âline sadaka verilmez. Musannif (rahimehullah) takvâ sâhibi kimselerin Resûlullah’ın âli olduğunu bildirmektedir. Halbuki fıkıh ve hadîs kitablarında, âl-i Resûl, yalnız benî Hâşim’den olan akrabalarıdır. Bunlar da Alî, Abbâs, Ca’fer, Ukayl ve Hâris bin Abdülmuttalib (radıyallahü anhüm) ve mevlel- müvâlâtı olanlardır. Bunlar ve bunların nesli, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) akrabâsı, âlidir. Yoksa her akrabası âl-i Resûl değildir. Nerde kaldı ki, ümmetinden akrabâsı olmayanlar âl-i Resûl olsun. Benî Hâşim’den yalnız yukarıda bildirilenler Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) âli sayılmıştır. Ebû Leheb’in oğulları gibi bâzı Hâşim oğullarına zekât verilebilir. Bunlar âl-i Resûl sayılmaz. Zekât ve sadakanın Resûlullah’ın âline verilmeyişi, onların kerâmetindendir. İkrâm ve ihtirâma lâyık olmalarındandır. Onlar bu kerâmete, câhiliyyet devrinde Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) yardım ettikleri için kavuşmuşlardır. Sonra bu kerâmet ve hürmet, çocuklarına da sirâyet etmiştir. Ebû Leheb ise, Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) eziyet etmiştir. Bu kerâmete nasıl müstehak olabilir. Âl-i Resûle, farz ve vâcib olan sadaka verilmediği gibi, nâfile sadaka da verilmez, helâl değildir. Kati keffâreti, yemin keffâreti ve uşur da verilmez. Vakıf geliri de onlara halâl olmaz. Ancak vakf eden, Hâşim oğullarına verilecek diye bir şart koymuşsa verilir Vakf eden kimsenin yalnız zenginlere verilmesini şart koyması gibi.
Bâzı âlimler Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem), âline, nâfile sadakanın verilmesini câiz gördüler. Çünki kir, farz olan sadakayı vermekle gitmiş olur. Musannifin sözü buna yakındır.
(El-âsâr) kitâbında Ebû Hanîfe’nin (rahmetullahi aleyh), âl-i Resûle her çeşit sadakanın verilebileceği bildirilmektedir. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) zamanında ganîmet malının beşde biri onlara verilirdi. Asr-ı seâdetten sonra bu hak düşmüş ve her türlü sadakayı almaları halâl olmuştur. Tahâvî ve Şerh-i mecma’da da, biz cevaz yolunu kabûl ederiz denilmektedir. Takvâ yönünden, zekât almaktan sakınmak âl-i Resûl sayılmaktan ve malın kirine sâhib olmak korkusundandır. Fetvâ yönünden zekât almanın zararı yoktur.
Fakir aldığı sadakayı başkasına hediyye ederse, bundan yemenin mahzuru yoktur. Bir gün Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) evine geldiğinde, tencerede et kaynadığını gördü. Ekmek ile etten yemek isteyince, bu et Büreyr’e sadaka olarak verilmiştir, sadakadan yemiş olursunuz dediklerinde: «O Büreyre’ye sadakadır, bizim için hediyedir» buyurdular. Yanî malın, mülkün tebeddülü, aynın tebeddülü menzilesindedir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hediye edileni yer, sadaka olan şeyi yemezlerdi. Çünki hediye ile dünyâ mükâfatı murâd olunur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hediyeyi kabûl eder, karşılığını da verirdi. Minnet altında kalmazdı. Sadaka ile âhiret sevabı murâd olunmaktadır. Bunu kabûl etmezdi. Çünki âhiret işlerinde kendi eli üstünde kimsenin elinin olmasını istemezlerdi.