Gıybet: Müslüman kardeşini, beğenmediği bir şeyle zikretmektir. Yanî gıybet, yanında yok iken, din kardeşinden, duyduğu zaman, hoşlanmıyacağı şekilde bahsetmendir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) der ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz?» Allah ve Resûlü daha iyi bilir dediler. «Din kardeşini, hoşlanmadığı bir şeyle anmandır» buyurdu. O din kardeşimde, söylediğim şey varsa, denildiğinde: «Eğer söylediğin onda varsa, onu gıybet etmiş olursun. Söylediğin onda yoksa, ona iftirâ etmiş olursun» buyurdu.
Bir kimse, bir din kardeşinin arkasından, açık, kapalı ve işâretle, yâhud bir başkasını onun ayıblarını anlatmağa teşvikle, yâhud din kardeşinin ırzına saldırmayı arttırması için gıybet eden kimseye hayranlık duymakla gıybet etmiş olur. Ya’nî gıybet, sadece dil ile açık söylemekle edilmiş olmaz. Belki bu konuda ta’rîz, örtülü ifâde, açık söz gibidir. Bunda hareket de söz gibidir. İmâ, kaş ve gözle işâret, remz, yazı, hareket ve maksadın anlaşıldığı herşey gıybete girmektedir ve haramdır. Hazret-i Aişe’den bir hikâye ile, böyle olduğunu bildirelim: Buyurur ki, bize bir kadın geldi. Dönüp çıkarken, elimle boyunun kısa olduğunu gösteren bir işâret ettim. Bunun üzerine Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Onu gıybet ettin» buyurdu. Bunun gibi, topal birisini, onun gibi yürüyerek bildirmek, yâhud birisi gibi yürümek de gıybet olur. Belki, gıybetten de şiddetlidir. Çünki tasvîr ve anlatmada, bu yolu tutmak daha büyük bir iştir.
Musannifin sözündeki, «kardeşini anması gıybete işarettir» ifâdesi, sağ veya ölü belirli bir şahsı göstermesindendir. Ama «bir takım kimseler böyle dedi» sözü gıybet değildir.
«Bize bugün birisi uğradı» veya «Biz birisini gördük» gibi ifâdelerden, dinliyen belirli bir kimseyi anlıyorsa, gıybet olur. Çünki bunda mahzurlu olan, anlatmak değil, bahsedilenin anlaşılmasıdır. Muayyen bir kimse anlaşılmıyorsa, gıybet olmaz. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir insanın bir şeyini beğenmediği zaman, bir şahıs belirtmeden: «Neden insanlar şöyle yapıyorlar?» buyururdu.
Bir kimseden bahsederken, «Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi hükümdârın yanına girmekle belâ ehli olanlardan eylemedi,» yâhud «Hayânın azlığından Allahü teâlâya sığınırız ve Allahü teâlâ’dan bizi ondan korumasını isteriz», yâhud «Filân kimsenin durumu ne güzeldi. İbâdetlerde hiç eksiklik etmezdi. Lâkin tembelliğe, gevşekliğe başladı ve bizim gibi, dünyalıklara sabrı azaldı» demek de gıybettir. Kendini ve maksadını bildirip, başkasını ayıblamak, aşağılamak, nefsini kötülemekle, kendini sâlihlere benzetmekle medh ediyor. Bu yüzden bu tür ifâdeler gıybete girmektedir. Ayrıca mürâîlik ve nefsini tezkiye ettiğini de bildirmiş olur. Üç çirkin hâli bir araya getirmiş olur: Bilgisizliğinden ötürü kendini, gıybetten uzak sâlihlerden, velîlerden zanneder.
İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah) bu kısımları bildirdikten sonra diyor ki: «İşte şeytan, ilimsiz ibâdetlerle meşgul oldukları zaman, câhillerle bu şekilde oynar. Onları yorar, hileleri ile amellerini boşa çıkarır ve sonra onlara güler ve onlarla alay eder.
İstihfâf yollu, arkadaşımızın başına gelen olaydan ötürü çok üzüldüm. Allah’dan, kalbini rahatlandırmasım dileriz» sözü de gıybettir. Çünki ona üzüldüm demesi ve açık duâ etmesi, onun kötü durumunu bildirmektir. Yoksa ona duâ niyetinde olsa, yalnız yerde namazdan sonra, ona gizli gizli duâ ederdi.
Aynı şekilde, «Şu zavallı, büyük bir âfete mübtelâ oldu. Allahü teâlâ bizim ve onun tevbelerimizi kabûl eylesin» sözü de gıybettir. Evet burada açıktan duâ ediyor, ama Allahü teâlâ içindeki pisliği, kötü niyeti bilmektedir. Bâzen, «zavallının başına gelene çok üzüldüm», yâhud «tutulduğu zarara pek üzüldüm» der ve gerçekten üzülür ve üzüntü ile meşgulken ismini söylemesinin mahzûrunu unutur ve söylerse, yine gıybet etmiş olur. Evet üzüntüsü ve ona acıması iyi bir şeydir. Hayreti de böyledir. Lâkin bu hal onu, bilinmiyen bir zarara götürmektedir. İsmini söylemeden, acımak ve üzülmek mümkündür. Böyle yaparsa, acımasının ve üzülmesinin sevabını alır.
Gıybet zlnâdan şiddetlidir: Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Gıybetten sakınınız! Çünki gıybet, zinâdan daha şiddetlidir. Zîra bir kimse zinâ eder ve sonra tevbe eder, Allahü teâlâ onu afveder. Ama gıybet edeni, gıybet ettiği kimse afvetmeyince, afvetmez» buyurdu. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Dünyâda din kardeşinin etini yiyenin eti kıyamette önüne getirilir ve diri iken bunu yediğin gibi, ölü iken de ye denir. Onu yer ve yüzünü buruşturur» buyuruldu. Sonra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hucürât sûresi, 12. : «Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?» âyet-i kerîmesini okudular. Hazret-i Alî’nin radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Gıybetten çok sakınınız! Onda üç âfet bulunmaktadır: Düâsı kabûl olunmaz; sevabları, iyilikleri kabûl olunmaz; günahları artırılır» buyuruldu. Yezîd-i Rakkaşî bildirir: İki kişi gelip, yanımda birisini gıybet ettiler. İkisini de men ettim. Sonra birisi yanıma gelip: Rü’yamda gördüm ki, yanıma bir zenci gelip içinde domuz eti bulunan bir tabak getirdi. Ondan daha yağlı bir et görmemiştim. Bana, hadi ye dedi. Domuz eti mi yiyeceğim dedim. Beni tehdîd etti. Zorla yedim. Sabah olunca, ağzımda değişik bir koku hissettim» dedi ve Allahü teâlâ’ya yemîn edip, o pis kokuyu, 2 ay ağzımda duydum dedi.
Câbir bin Abdullah (radıyallahü anh) anlatır: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ile beraberdik. Pis bir leş kokusu burnumuza geldi. Bunun üzerine Resûlullah: «Bu ne kokusudur biliyor musunuz?» buyurdu. Bilmiyoruz dediler. «İnsanları ve mü’minleri gıybet edenlerin kokusudur» buyurdu.
Bâzı yerlerde okudum. Gıybetin pis kokusu, Resûlullah’ın zamanında hissediliyordu da, bizim zamanımızda neden duyulmuyor. Bundaki nikmet nedir? Sorusuna, cevab olarak: «Zamanımızda gıybet pek çoğaldı. Bütün burunlar ondan doldu. Bunun için kokusu fark edilmiyor. Dabaghaneye giren, oranın pis kokusundan, orada duramaz. Halbuki orada çalışanlar, orada yemek yerler; kokuya alıştıklarından fark etmezler» diyor. Ravdatü’l-ulemâ’da böyle yazmaktadır.
Gıybet, sevabları, ateşin odunu yediği gibi yer: Denildi ki, insanları gıybet eden, mancinik kurup, sevablarını bununla, doğuya ve batıya atan kimseye benzer. Kıyâmet günü kişiye amel defteri verilir. İçinde, kendisinin işlemediği amellerin sevabını görür. Kendisine, bunlar, insanların seni gıybet etmeleri ile kazandığın sevablardır. Senin haberin yoktu.
Abdullah ibni Mübârek’in yanında, gıybetten bahsedildi. Gıybet etseydim, annemi – babamı gıybet ederdim. Çünki insanlar içinde sevabıma en müstehak olan onlardır dedi.
Hasan-ı Basrî’ye (rahimehullah), filân kişi seni gıybet etti denildiğinde, ona bir tabak şeker gönderdi ve: «Duyduğuma göre, sevablarını bana hediye etmişsin, ben de, karşılık olarak birşeyler vereyim dedim» buyurdu.
Süfyân hazretlerine (rahmetullahi aleyh), Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ, et yiyen evin halkına buğz eder» hadîs-i şerîfi sorulduğunda, «Onlar, insanları gıybet edip, etlerini yiyenlerdir» buyurdu. Hadâiku’i-hakâyık’da böyle yazıyor.
Ey insan ve ey bizler! İşlediğin makbûl tâat ve ibâdetlerdeki sevabların kıyâmette gıybet ettiğine verilir. Eğer sevabın yoksa, onun günahları sana yükletilir, bununla beraber, Allahü teâlâ’nın gazabına dûçar olur, o huzurda ölü eti yiyenlerden olacağını göz önüne getirirsen, bunun korkusundan, dilini gıybet için oynatamazsın.
Gıybet edeni de dinlememeiidir. Çünki gıybeti dinliyen de, gıybet günâhında gıybet edene ortaktır. Oruç bahsinde, söylemesi haram olan şeylerin dinlenmesinin de haram olduğunu bildirmiştik. Bunun için Allahü teâlâ, haram dinleyen ile haram yiyenin beraber olduğunu beyan etmekte, Mâide sûresi 42. âyetinde: «Onlar yalan sözü dinlerler, haram yerler» buyuruyor. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bu âyet-i kerimedeki dinleyici, gıybet eden iki kişinin birisidir demektir» buyurdu. Ebûbekir ve Ömer’den (radıyallahü anhümâ) anlatılır. Biri diğerine, filân kimse leîmdir dedi ve sonra Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) ekmekle yemek için katık istediler. Resûlullah: «Sizin katığınız var» buyurdu. Hayır, nerede var? dediklerinde, «Evet, kardeşinizin yediğiniz eti» buyurdu. Dikkat buyurun, Resûlullah, ikisini nasıl eşit tutmuştur. Halbuki sözü söyliyen onlardan biri idi. Öbürü ise sadece dinlemiş idi. Demek ki dinliyen, gıybet edeni, dili ile men etmeyince, gıybet günâhından kurtulamıyor. Dili ile men etmekten korkarsa, o zaman kalbi ile, bu günâhı, bu çirkin işi beğenmez. Oradan kalkması veyâ sözü bir başka sözle kesmesi mümkün ise, ve bunları yapmazsa, yine gıybet günâhına ortak oiur. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) İhyâ kitabında böyle buyurmaktadır.
Dinde sahîh olan bir maksadla, niyetle başkalarının beğenilmiyen iş ve sözlerini anlatmak ve onu bildirmek gerekiyorsa, bu durumda gıybet günâhı kalkmış olur. Bunu İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah) altı konuda zabtetmiştir:
1) Müslümanı, kötülükten, günahdan men etmektir. Dînini seven ve kayıran birinin, bid’at ehli veya fâsıkla dolaştığını, görüştüğünü, ona gidip geldiğini ve onun bid’at veya fışkının ona sirâyet edeceğini gördüğünde, ona, onun bid’at veya fışkını açmalı, bildirmelisin. Ama burada da, bunu söylemenin sebebi, ancak o korkun olmalıdır. Başka bir sebeb bulunmamalıdır. Burası incedir, çokları burada aldanabilir. Çünki seni böyle konuşturan sebeb, hased olduğu gibi, şeytanın aldatması da olabilir. Yanılmadığının alâmeti, insanlara karşı şefkat ve merhametli olduğunun açık olduğudur.
Musannif (rahmetullahi aleyh), «İnsanları, zararından sakındırmak için, fâsıkın ismini söyliyebilir» sözü ile buna işaret etmektedir. Nitekim kunut düasında, «Sana isyân edeni terk ederiz» buyuruluyor. Mugreb’de de böyledir. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Fâciri söylemekten vaz mı geçiyorsunuz. Onu duyurun, insanlar tanısın. Yaptıklarını söyleyin, insanlar ondan kaçınsın» buyurdu. İhyâ’da bildirilmektedir. Bunun gibi, kölenin hırsızlığı veya fışkı veya benzeri kötü tarafları varsa, bunları, onu satın alana bildirmelidir. Bunda susmak, alıcıya zarar vermektedir. Şâhid de doğruyu söylemelidir. Evlenme konusunda danışılan kimse de doğrusunu, yanî bildiğini söyler. Burada saklama, örtme, idâre etme yollarına baş vurmaz.
2) Zulme uğramak. Çünki mazlum, kadıya doğrusunu söylemelidir ki, kendisine zulm eden, hakkını yiyenden, malını alandan, hakkını olabilsin. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hak sâhiblnin, konuşma yetkisi vardır» buyurdu. Musannif de, «zulme uğradığı zaman hakikati söyler» sözü ile buna işâret etmektedir.
3) Günâha mâni’ ve isyân edeni doğru yola çevirmek için, yaptıklarını söylemede yarar düşünmek. Nitekim bildirilir ki, hazret-i Ömer, hazret-i Osman’ın -hazret-i Talha da denilmiştir- (radıyallahü anhüm) yanından geçerken selâm verdi. Selâm verdiği, selâmına cevab vermedi. Bunun üzerine hazret-i Ömer, hazret-i Ebûbekr’e (radıyallahü anhümâ) gidip, bu olayı nakletti. Ebûbekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) da bu durumu düzeltmesi için geldiğinden, bu onlara göre gıybet sayılmadı. Musannif, «yardım için söyler» sözü ile buna işâret eyledi.
4 — Âşikâre günâh işliyen, fısk meclisi kuran, yaptığı kötülük ve çirkin işleri dile getirmekten kaçınmıyan kimsenin yaptıklarını söylemek gıybet olmaz. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Yüzünden hayâ örtüsünü kaldıran için gıybet yoktur» buyurdu. 3 kimsenin gıybeti olmaz demişlerdir: Zulm eden hükümdâr; bid’at ehli ve kendi günâh ve kötülüklerini anlatan kimse. Musannif, «Hakdan ayrılıp, açıkça günâh işleyip, ayıblarının duyulmasından çekinmiyenin hâlini anlatmak gıybet olmaz» sözü ile buna işâret etmiştir.
5 — A’meş (gözü akan), yâhud A’rac (topal) gibi, kusurunun bilindiği bir lâkabla tanınan kimse için, bu isimleri kullanmak günah olmaz. A’rac, A’meşden rivâyet etti ve benzeri gibi ifâdeler böyledir. Âlimler, tanıtmak için, zarurî olarak böyle yapmışlardır. Böyle bir lâkabla meşhûr olan kimse, kendisi de bu isimle söylenmekte bir sakınca görmez. Evet, bu lâkabın yerine, onu tanıtmakta, bir başka ifâde bulabilirse, daha iyi olur. Bunun için kör bir kimseye kusurunu bildirmemek için, Basîr = gören denir. Musannif bunu bildirmedi.
6 — Fetvâ sormakta bildirilen kusurlar. Meselâ, müftîye, babam veya eşim bana zulm etti. Nasıl kurtulabilirim? demesi, gıybet olmaz. Ama burada daha sağlam yol, kapalı bir ifâde ile, «babası veya hanımından zulm gören kimse için ne dersin?» şekfinde sormasıdır. Lâkin kusurun bu kadarını anlatmak mübahdır. Musannif (rahimehullah) bunu ayrı bir kısım olarak belirtmedi. Herhalde, zulm gören, yâhud yardım istemek için kusurlarını söylemişse gıybet olmaz kısmında bunlara da işâret etmiş olduğundan ayrıca bildirmedi.
Gıybet etmenin keffâreti, gıybet ettiği kimse için istiğfar etmektir. Oturduğu yerden kalkmadan, şu düâyı 3 defa okur: «Aliahümmağfir lehü verhamhü ve tecâvez anhü vec’al mâ kulnâ fîhi keffâreten li-zünûbihî ve kurbeten ve zülfâ bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn» ya’nî, yâ Rabbi, onu mağfiret eyle, ona merhamet eyle, yaptıklarını bağışla, hakkında konuştuklarımızı günahlarına keffâret, kurbet ve zülfâ eyle. Rahmetinle, ey erhamer-râhimîn demektir.
Hasan-ı Basrî’ye (rahimehullah) göre, gıybet eden, gıybet ettiği kimseden halâllık dilemeden, onun için istiğfar etmesi yeterlidir. Herhalde, böyle buyurmasında delil şu olsa gerek: Enes (radıyallahü anh) Peygamber efendimizden (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirir. «Gıybet etmenin keffâreti, onun mağfireti için duâ etmendir» buyurdu. İmam Mücâhid buyurur ki: Din kardeşinin etini yemenin keffâreti, onu övmen ve ona hayır düâ etmendir».
Meşârık şerhinde yazıyor: Şeyh Gülâbâdî der ki. Peygamber efendimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sizden biriniz, din kardeşini gıybet edince, onun için Allahü teâlâdan mağfiret dilesin. Bu onun için keffârettir» hadîs-i şerifinin mânası, gıybet edenin gıybetinin, gıybet ettiği kimseye ulaşmadığı zamandır. Ama ona ulaşırsa, gönlünü almalı, onu râzı etmelidir.
Ravda sâhibi (rahimehullah) der ki: Ebû Muhammed’e sordum. Gıybet edenin ettiği gıybet, gıybet edilene ulaşmadı ise, tevbe etmenin fâidesi olur mu? «Evet olur. Çünki, söylediğin, ona ulaştığı zaman, günah olur» cevâbını verdi. Tevbesinden sonra ona ulaşırsa? dedim. «Tevbesi bozulmaz. Allahü teâlâ, ikisini de bağışlar. Gıybet edeni tevbesi sebebiyle, gıybet edileni, kendine gelen sıkıntıdan ötürü» buyurdu.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: «En doğrusu, mümkünse gıybet ettiği kimseden özür dileyip hakkını helâl etmesini istemektir. Nerede olduğu bilinmez, yâhud ölmüş ise, onun için çok istiğfâr ve düâ eder ve çok sevab işler, özür dilemenin yolu, onu çok övmek,, sevdiğini söylemek ve gönlünü alıncaya kadar bunlara devam etmektir. Bunları yaptığı halde gönlünü hoş edemediyse, özrü ve muhabbeti, âhıretteki gıybet günahına karşılık, kendisine yazılan sevâb olur.»