İnsanlara, muhtaç olmayacak kadar helâl ve tayyib rızk talebinde olmak, dilenmek zilletine düşmeden iffet içinde yaşamak farzlardan sonra bir farzdır. Helâl ile tayyib arasındaki fark daha önce de açıklandığı gibi şöyledir: Helâl, tehlikesi olmayan, tayyib ise mahzûru olmayan şey demektir. Helâl, âlimlerin «helâl değildir» demediği şeydir. Tayyib, hukemânın «helâl değildir» demediği şeydir denildi. Bâzıları da, müftînin «helâldir» diye fetvâ verdiği şeye helâl, kalbinin «günâhı yokdur» diye fetvâ verdiği şeye tayyib denir dediler.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) «İffet içinde halâlinden dünyalık taleb eden, şehîdlerin derecesinde olur» buyurmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Helâl rızk talebinde bulunmak her müslümana farzdır» buyurulmuştur. İhyâ’da diyor ki: «İlim talebinde bulunmak her müslümana farzdır» hadîs-i şerifindeki ilim, helâl ve haram ilmidir. İki hadîs-i şerîf de aynı mânadadır. Helâl rızık istemenin bir çok yolu vardır. Ancak meşru kazanç yolu, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve selef-i sâlihînin (rahimehümullah) sünneti, yoludur. Helâl kazanma yolunda bir çok fâideler sağlanmaktadır: Birincisi, sermâye artmaktadır. Ticâret, zirâat ve ağaç dikmek böyledir. Zirâat ve ağaç dikmekte, ayrıca kuşlara ve diğer hayvanlara yiyecek sağlandığı için sadaka sevabı da vardır. İkincisi, kazanç için uğraşıldığından boş ve bâtıl işlerle, oyun ile meşgûl olunmamaktadır. Üçüncüsü, nefsi kırıldığı için isyân ve tuğyânı az olmaktadır. Dördüncüsü, çalışıp kazanmak, fakirlikten emîn olmaya bir vasıtadır. Fakirlik iki cihanda yüz karalığıdır. Ancak îtikad etmelidir ki kazanmak, rızıkda etkili değildir. Rızıkları takdîr eden, Rezzâk olan Allahü teâlâ’dır. İnsanda yemekle doyma hâsıl olmaz, Allahü teâlâ’nın yaratması ile olur. Allahü teâlâ doymayı takdîr etmedikçe, çok yemekle doyulmaz.
Kişinin yediği şeylerin en tayyibi kendi kazancından yediğidir. Âişe (radıyallahü anhâj’nın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde de bu mâna vardır. İbni Mes’ud (radıyallahü anh)’in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir kimse 40 gün helâl lokma yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nurlandırır ve kalbinden diline hikmet pınarları akıtır» buyurmuştur. Bir rivâyette ise: «…Allahü teâlâ onu dünyâda zâhid yapar» buyurmuştur (Hâlisa).
Yine bir hadîs-i şerîfde: «Halâl rızk için çalışarak yorulup geceleyen kimseye Cennet vâcib olur. Allahü teâlâ ondan râzı olduğu halde gecelemiş olur» buyurulmuştur. Bir hadîs-i şerîfde: «Sizin için tazmin olunmuş şeyden uzak durunuz» buyurulmuştur. Ya’nî sizin için takdîr olunmuş rızık için hırsa kapılmayınız. Hırs, insanı haram kazanca götürür. Nitekim Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Rûhü’l-kuds (Cebrâil aleyhisselâm) kalbime üfledi: Hiç kimse rızkını tamamlamadıkça ölmez. O halde Allahü teâlâ’dan korkunuz. Rızkı güzel yollardan arayınız. Rızkdan bir şeyin gecikmesi, sizi, günâh işlemekle onu elde etmeğe sevk etmesin. Çünki Allahü teâlâ’nın takdîr ettiği rızk, ne haris kimsenin çekmesi ile gelir, ne de istemeyenin itmesi, istememesi ile geri çevrilebilir» hadîs-i şerîfi bu hususa çok açık bir delildir.
Peygamberler (aleyhimüsselâm) bir san’at, ticâret veya başka yollarla bir kazanç sağlarlardı. Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini yerdi. Zırh yapıp satardı. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kazanç yolları ileride anlatılacaktır. Âmir bin Kays, her Peygamberin bir san’atı ve bir kazanç yolu vardı. Bizim peygamberimiz Muhammed Mustafâ (aleyhissalâtü vesselâm)ın kazanç yolu ise gazâ ve ganîmet idi demiştir. Hadîs-i şerîfde zikredilmiştir. (Ravda ve Hâlisa)’da da böyledir. Halâl kazanmada, dilenmekten kurtulmak ve kimseye muhtaç olmamağa niyyet etmelidir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) «Dilenmemek, âilesini geçindirmek ve komşularına iyilikte bulunmak gayesiyle kazanç sağlayan kimsenin yüzü, Allahü teâlâ’ya kavuştuğu gün ayın 14’ü gibi olur» buyurmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Kendisine dilenmekten bir kapı açana Allahü teâlâ fakirlikten 70 kapı açar» buyurmuştur. Lokman hakîm oğluna: «Ey oğlum, fakirlikten halâl kazançla kurtul. Çünki fakir duruma düşen şu 3 haslet ile karşılaşır. Dini incelir, aklı zayıflar, bir de mürüvveti gider. Bu üçünden daha kötüsü de, insanlar tarafından hor ve aşağı görülmesidir.»
Ömer (radıyallahü anh), hiç biriniz rızık talebinde oturup da Allahım bana rızık ver demesin. Biliyorsunuz ki gökten altun ve gümüş yağmaz buyurmuştur. Yezid bin Seleme (radıyallahü anh) ağaç dikiyordu. Ömer (radıyallahü anh), isabetli bir iş yapıyorsun. İnsanlara muhtaç olma, böylece hem dînini korur, hem de kavminde ikrâm görürsün dedi. Rivâyet olundu ki, denizde bir fırtına koptu. Gemi halkı İbrâhim bin Edhem’e (kuddise sirruh) bu ne şiddet dediler. İbrâhim bin Edhem (kuddise sirruh), bu şiddet değildir. Asıl şiddet insanlara muhtaç olmaktır.
Yine rivâyet edilir ki, İsâ aleyhisselâm bir adamı görüp, ne yapıyorsun? diye sordu. Adam, ibâdet ediyorum dedi. Senin yiyeceğini kim
veriyor? diye sorunca kardeşim bakıyor dedi. İsâ aleyhisselâm, öyleyse kardeşin senden daha iyi ibâdet ediyor dedi (İhyâ).
Allahü teâlâ’yı zikr etmekten alıkoyan, âhiret işlerini yapmayı engelleyen kazanç yollarına, girmemelidir. En efdal kazanç yolu cihâddır. Cihâd, Allah yolunda i’lâ-i kelimetullah için yapılan harbe denir.
Rızık talebinde bulunmak üzere, sabahleyin erkenden işe başlamalıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Rızık talebinde erken davranın. Çünki sabahda bereket ve muvaffakiyet vardır» buyurmuştur. Cihâddan sonra en faziletli kazanç yolu ticârettir. Ancak ticâret yapan kimsede emânet, nasîhat ve sıdk bulunmalıdır. Bir buğday dönesi bile olsa emanete hıyânet etmemelidir.
İhyâ’da nasîhat, kendisi için râzı olmadığı bir şeyi din kardeşi için de istememektir denilmektedir. Bâzıları dedi ki: Kendisinin ancak beş dank’a satın alabileceği bir şeyi başkasına bir dirheme (1 dirhem 6 dank’dır) satmak nasîhatı terketmektir. Yanî muâmelede emrolunduğumuz vâcib olan nasîhati terk etmektir. Kendisi için sevdiği, istediği bir şeyi, din kardeşi için istememek nasîhati terk etmek olmaktadır. Sıdk için Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Doğruluktan hiç ayrılmayan tâcir, Kıyâmet günü sıddîklar ve şehîdler ile birlikte haşr olunacaktır» buyurmuştur.
Tâcir’in ticârette cesur olması da sünnettir. Bir işde kazanç sağladığı zaman o işe devam etmelidir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir işte bereket gören kimse o işe devam etmelidir» buyurmuştur. Ticaret maksadı ile bir işe 3 kere başlayıp kazanç elde edemezse, o işi bırakmalıdır. Ticâretde Allahü teâlâya güvenmelidir. Rızkı ve kârı ancak Allahü teâlâ’dan beklemelidir. Takvâ nûrunu söndürecek kadar harîs olmamalıdır. Çünki Allahü teâlâ’nın ezelde takdîr ettiği rızık hırs ile artmaz. Üstüne düşmemekle de azalmaz. O halde tüccar âhiret işlerinden geri kalacak kadar geçim derdi ile uğraşmamalıdır. Yoksa ömrü boşa geçmiş, kazancı ziyân olmuş olur. Âhiret kazancından kaçırdığını, dünyâlıktan kazandığı karşılayamaz. Böylece âyet-i kerîmede bildirildiği gibi âhiretini satıp dünyâyı alanlardan olur.
Müsliman satın aldığını aşağılamaz, satacağını da medhetmez. Çünki sattığı malda söylediği sıfatlar yoksa sözü yalan olur. Onun sözü üzerine müşteri kabûl edince, yalan yanında aldatma ve zulm de işe karışır. Kabûl etmezse yalan olarak kalır ve mürüvvetten düşer. Malını, bulunan sıfatları ile överse gereksiz ve boş konuşmuş olur. Halbuki insan ağzından çıkan her sözden hesaba çekilecektir. Kaf sûresinde: «Ağzından çıkardığı her sözü gözetliyen, duyan, muhakkak bir gözcü vardır» buyurulmuştur. Ancak malını, hâiz olduğu sıfatlarla medhetmek, söylenmedikçe müşterinin bunları bilemiyeceği zaman câizdir. Kölenin ve hayvanın
bâzı gizli taraflarını mübâlâğa etmeden, fazla uzatmadan, olduğu kadarı ile söylemekde bir mahzur yoktur. Bunları anlatırken de maksadı, müslüman kardeşine tanıtmak, onu teşvîk etmek ve bunlar sebebi ile hâcetinin görülmesi olmalıdır.
İlmi çok olanlar dışında hiç kimse çarşıda şerîate uygun alışveriş yapamaz. Çünki çarşı ve pazar gibi yerler Allahü teâlâ’yı unutturan yerlerdir. Aynı zamanda çok alışveriş yapıldığı için namazın unutulmasına bile sebeb olur. Buralar çok boş ve çirkin sözlerin konuşulduğu ve malını kıymetli göstermek için yalan yere çok yemin yapıldığı yerlerdir. O halde ilmi çok olmayan kimseler, alışverişlerinde, bu sayılan zararlardan pek az kurtulabilirler.
Doğru olsun, yalan olsun malını satarken yeminle övmemelidir. Zîra yemini yalan ise, bu gâmus yeminine girer. Böyle yemin büyük günahlardan olup evlerin harâb olmasına sebeb olur. Yemininde doğru ise, dünyâlık için Allahü teâlâ’nın ismini âlet etmiş olur. Bu da kötü bir iştir. Çünki dünyâ, zarûret olmadan, Allahü teâlâ’nın ismini anarak kıymetlendirilmekten aşağıdır. Bakara sûresinde: «Allahü teâlâ’yı, yeminleriniz sebebiyle, ileri sürmeyin» buyurulmuştur. Haberde geldi ki; «Vallahi böyledir, vallahi böyle değildir diyen tüccarlara yazıklar, korkular olsun».
Bostan’da yazıyor: Malını müşteriye arz ederken salevât-ı şerîfe, yani sallâllahü alâ Muhammedin, bundan iyisi yok demek mekruhtur.
Arkadaşına mal satarken kârı düşünmez; bu mürüvvetsizlik sayılır.
Malının ayıbını müşteriden gizlemez. Aksine bütün gizli ve âşikâr ayıblarını belirtir. Bu vâcibdir. Kumaşın iyi yüzünü gösterip öbür tarafını saklamak hîle ve zulüm olur. Elbise ve kumaşı karanlık yerde göstermek, mest ve ayakkabı gibi şeylerin iyi olan teklerini göstermek de böyledir.
Alışverişte hıyânet etmez. Hîle ve aldatma ile rızık artmaz, bereketi gider. Hîle ile tane tane kazanılanı Allahü teâlâ tomar tomar heiâk eder. Herbirinin günâhı zerre zerre üzerine kalır. Nitekim adamın biri çok olsun diye süte su katardı. Günün birinde bir sel gelip bütün ineklerini götürdü. Bunun üzerine çocuğu: Babacığım, süte karıştırdığın sular toplandı ve inekleri boğdu dedi.
Gaben-i fâhiş ile mal satmaz, aldığı fiattan çok pahalıya satmaz. Normal kâr ile satar. Bir alışveriş yapılırken, almaya niyeti olmayan bir başkasının, araya girip fiatı artırması câiz olmaz. Böyle yapanın rızkının bereketini Allahü teâlâ kaldırır. İmâm Gâzâlî (rahmetullahi ajeyh) İhyâ’da yazıyor: Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu yasak etmiştir. İki müsliman alışverişte râzı olmuş, satış akdi yapacakları sırada bir başkasının o malı satın almak ve birinci müşterinin elinden, anlaştıkları fiattan ziyâde vererek malı kapmak istemesi mekruhdur; böyle satış sahîhdir.
Alışveriş esnasında yemin, boş söz ve şer’î hükümleri gözetmedeki gevşekliğine keffâret olarak bir şeyler sadaka verir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ alışveriş esnasında ve borç ödemede kolaylık gösterene merhamet etsin» buyurdu.
Alışverişten sonra satıcıyı muhayyer kılar, ikale (satıştan vazgeçme) isterse ikalesini kabûl edip, satışı fesh eder. Çünki satışın feshini isteyen, ancak pişman olan veya zarar göreceğine kanâat getirendir. O halde kendi isteği için din kardeşinin zararına rıza göstermemelidir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Alışverişin feshini isteyen müslüman kardeşinin teklifini kabûl edenin, Allahü teâlâ Kıyâmet gününde hatâlarını afv eder» buyurdu.
Veresiye satmalıdır. Müşteri fakir ise, hâlini araştırmalı, mâlî durumunun iyileştiği, iyice belli oluncaya kadar beklemelidir.
Mümkin ise mal satın alırken peşin almalıdır. Bir şeyi satarken, «hîle, aldatma yok!» demelidir.
Şerh-i Mesâbîh’de anlatıyor: Habbân bin Münkız isminde bir şahıs, yaşlılığı dolayısıyla alışveriş bilgisi azalmıştı. Ailesi bunu Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) satışlarında çok aldanacağını ileri sürerek alışverişden hicr etmesini istedi. Peygamber efendimiz de onu alışverişden hicr etti, yasakladı. Fakat o şahıs, yâ Resûlâllah! Ben bu işi yapmadan sabr edemem dedi. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hicri kaldırdı. Yalnız, o şahsa «Bir şey satacağın zaman müşteriye, hîle, aldatma yok de!» buyurdu. O şahıs bir şey satarken müşteriye, «hîle yok!» derdi. Ya’nî aldandığım meydana çıkarsa parayı verir, malı geri alırım demek isterdi. Sonra alışverişde böyle söyleme hususunda ihtilâf olundu. Bâzıları, bu yalnız o şahıs içindi dedi. Bazıları ise alışverişinde bu şartı söyleyen herkes, aldandığı zaman malı geri alabilir dedi. Bu, İmam Ahmed’in (rahmetullahi aleyh) sözüdür. Ona göre bu hıyâr-ı şart gibidir. Fukahânın çoğu, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı A’zam (rahmetullahi aleyhim) dediler ki: Eğer alışveriş, mahcur olmayan ve ehil kişiden sâdır olmuşsa, zorlama da olmamışsa, «hîle yok» sözünü desin, demesin, aldanmışsa malı geri vermek hakkı yoktur. Bu hadîs-i şerîfden maksad, arkadaşına durumunu bildirmektir. Alışveriş hakkında bilgisi olmadığını, hîle ve aldatma yapmamasını, kendisi için uygun gördüğünü onun için de uygun görmesi gerektiğini anlatmaktır.
Zengin olduğu, gücü yettiği halde borcunu geciktirmemelidir. Çünki alıcıya bir nevi eziyettir. Havâleyi de kabûl etmelidir, bir çeşit iyiliktir. Alacağını alırken, borçluya mühlet vermeli, zor durumda olan borçlusuna çok kolaylık göstermelidir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Güç durumda olan borçlusunu bekleyen veya hiç almayan kimsenin hesabını, Allahü teâlâ kolay görür» buyurmuştur. Diğer bir rivâyette : «…Allahü teâlâ o kimseyi Arşın gölgesinden başka gölge olmadığı zamanda gölgelendirir» şeklinde gelmiştir. Yine bir hadîs-i şerîfde : «Satışta, belli bir zaman için borç veren kimse, o müddet doluncaya kadar her gün bir sadaka sevabı alır. Günü geldiği halde yine beklerse, her gün alacağı kadar sadaka sevâbı alır» buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîf sebebi ile selef-i sâlihîn (rahimehümullah) borçlusunun borcunu zamanında ödemesini istemezlerdi. Zira ondan sonra geçen her gün için o kadar sadaka vermiş gibi sevab almayı daya iyi görürlerdi (İhyâ).
İşçinin ücretini teri kurumadan ödemelidir. Borcunu, alacaklının istediğinden daha iyi bir şekilde ödemelidir. Alacaklı kendisine gelmeden, o borcunu yürüyerek gidip ödemelidir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «En iyiniz, borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir. Borcunuzu mümkün olduğu kadar çabuk, hattâ vaktinden önce bile ödemeye çalışınız» buyurmuştur. Zor durumda olan borçlunun borcunu bağışlamalı veya az bir kısmını almalıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «İnsanlara ödünç verip, yardımcısına da, zor durumda olanlardan para alma; ümmîd olunur ki Allahü teâlâ da bizim günahlarımızı bağışlar diyen birisi ölüp Allahü teâlâya kavuştu. Allahü teâlâ da onun günahlarını bağışladı» buyurmuştur. Tartı ile aldığı borcu verirken fazlasıyla vermelidir. Başkasının hakkını noksan vermemek için ihtiyaten tartı ile olan her işte fazla tartıp vermelidir. Alışverişde fiat hususunda münâkaşa edip, ileri geri konuşmamalıdır. İki taraftan birinin hatâya düşmesine sebeb olur.
Gaben-i fâhiş, fazla fiatla satmamalı, aldatmamalıdır. Alırken de pahalı almamalı, aldanmamalıdır. Çünki aldanan kimse, ahmak olduğundan, dünyada insanlar arasında beğenilir olmadığı gibi, âhirette de se- vâba kavuşamaz, dünyada ve âhirette zararda olur. İmam Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: «Bir misâfirden yiyecek veya bir fakirden bir şey satın alırken ona kolaylık, iyilik olsun diye aldanma ihtimâli olsa da almalı, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ satmakta ve almakta kolaylık gösterene rahmet etsin» hadîs-i şerifindeki düâya dâhil olmalıdır. Zengin tüccardan mal alırken, asla aldanmamalıdır. Böyle bir hareket beğenilemez, malı ziyân etmek olur, sevab da alamaz. Nitekim hadîs-i şerîfde: «Aldanan övülmez ve sevab alamaz» buyurulmuştur. Kemâl, olgunluk, aldanmamak ve aldatmamaktadır. Ömer’i (radıyallahü anh), «kimseyi aldatmayacak kadar kerîm, kimseye aldanmayacak kadar da akıllı idi» diye vasfederlerdi. Hazret-i Haşan, Hüseyin ve selefden başkaları (rahimehümullah) birşey satın alırken çok pazarlık ederler, aldanmamaya çalışırlar, fakat hediye ederken (sadaka verirken) çok mal bağışlarlardı. Bunun sebebini soran birine şöyle cevab verdiler: Hibe eden Allahü teâlâ’nın rızâsı için, onun fadlından vermektedir. Bir şey satın alırken aldanan ise, akılsızlığı ve basiretsizliğinden aldanmış olur».
İhtiyacı olduğu zaman, borç istediğinde ödeme niyyeti ile ister. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ödemek niyeti ile borç isteyen kimse için melekler vazifelendirilir. Borcu ödeyinceye kadar onu korurlar ve düâ ederler» buyurmuştur. Selef-i sâlihîn (rahimehümullah) ihtiyaçları olmadığı halde, bu hadîs-i şerîfden bereketlenmeleri için borç alırlardı (İhyâ).
Muhtaç olanlara borç vermelidir. Çünki dînimizin hukukundandır. Aşağıdaki 3 halde borç istenir:
1) Allah yolunda kuvvetinin zayıfladığı zaman,
2) Yokluk içinde ölen fakîri kefenlemek için,
3) Bekârlığın fitnesinden korunmak, iffet sâhibi olmak niyyetiyle evlenmek için.
Bu üç halde Allahü teâlâya tevekkül ederek borç para alana, Allahü teâlâ ödemede kolaylık kapılarını açar. Çok borç almamalıdır. Sıkıntıya düşer, ödemesi zor olur.
Ticârette fâizden çok sakınmalı, ödünç verirken de menfaat getirecek, fâize düşecek şekilde vermemelidir. Ebül Hasen Zencânî, sermayesi takvâ olan kimsenin kazancını diller anlatamaz demiştir. Ebû Bekr (rahimehullah) anlatıyor: Ebû Hanîfe (rahimehullah)’a birisinin kapısında rastladım. Kapıyı çaldı ve geri çekilip güneşde bekledi. Sebebini sordum. «Ondan alacağım vardır. Alacağı olan bir kimseden menfaatlenmek olmaz. Onun için duvarının gölgesinden fâidelenmiyorum» buyurdu.
Rehin bırakılan şeyi kullanmaktan da kaçınmalıdır. Hülâsa fâize sebeb olacak her şeyden sakınmalıdır. Çünki fâizin en aşağı derecesi annesi ile zinâ yapmak gibidir. Abdullah bin Selâm (radıyallahü anh)’ın fâiz hakkında «faizin yetmiş 2 günâhı vardır. En küçüğü annesi ile zinâ yapmak gibidir» dediği Tenbîhü’l-gâfilîn’de yazılıdır.
Bizâziyye’de diyor ki: «Kâr sağlıyacak şekilde bir kimse bir başkasından borç istiyor. Borç isteyen borç verecek olana bir malı on liraya satıyor, teslim ediyor. İstediği kadar ödünç alıyor. Daha sonra borç veren bu malı borç isteyene 12 liraya satarsa, bu muamele câiz olur». Mal borç verenin olup, borç isteyene, ödünç verdiği para ile birlikte malın asıl fiatından % 15’kadar fazla fiat ile malı satabilir. Buna muâmele ile ödünç vermek denir (*). [(*) Muamele ile ödünç vermek için, bak: Tam ilmihâl, Sahife 739 – 740. Zamanımızda köylüye selem yolu ile kredi vermek, muameleden daha kötüdür.]
Nikâye’de diyor ki: Faizden kurtulmak için zarara sebeb olmayan her hîle câizdir, günah değildir. Başkasının zararına sebeb oluyorsa, fetvâ olarak câiz ise de diyâneten câiz değildir. Bu konuda bir de hadîs-i şerîf mevcuddur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir sar iyi hurma karşılığında, 2 sa’ kötü hurma satın alan kimseye: «Hurmanı bir mal karşılığında satıp, o mal ile öteki hurmayı satın alamaz miydin!» buyurmuştur.
Fâiz yememeli, fâize şâhid olmamalıdır. Câbir (radıyallahü anh), Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) fâiz yiyene, yedirene, yazanına ve şâhidine lâ’net ettiğini haber vermiştir Mesâbîh. Kimse kimseye bir menfaat şart koşarak ödünç vermemelidir.
Şerh-i Nikâye’de bildirildiği gibi bakkala ödünç verip, bunun karşılığında parça parça mal almayı şart koşmak mekrûhdur (*). Ödünç verdiği kimseden, az da olsa, hiç bir şey kabûl etmemelidir. Borcu olduğu için değil de yakınlığı, dostluğu veya cömerdliği sebebiyle verirse alınabilir. Verilen hediyeyi kabûl etmek, müslümanın müslüman üzerindeki hakkıdır. Özürsüz hediyeyi kabûlden geri durmamalıdır. Verilen hediyenin borcu için olmadığını yakîn ile bilmedikçe yine sakınmalıdır. (Tetimme)’de yazılıdır.
Zâlim, hırsız ve hâinden (ganimet malına veya başka mallara hıyânet eden) bir şey satın almamalıdır. Habîs kazançlardan sakınmalıdır. Habîs, çirkin, kötü, aşağı, âdi olduğundan harâm için kullanılır. Şerîatin sâhibi bunları kerih görmüştür. Ancak Musannif (rahimehullah) habîs kazanç ile, daha genel olarak haram ve mekruh kazançlara işâret etmiştir. Bu kazançlar şunlardır:
1. Pazarlıkla yapılan hacamat (kan alma) işi mekruhdur.
2. Zinâ karşılığında kadının aldığı ücret olup zinâ gibi haramdır.
3. Kâhinin aldığı ücret olup haramdır.
4. Köpek parası mekrûhdur.
5. Erkeğin dişi hayvan üzerine para karşılığı katılması mekruhdur.
6. İltimas karşılığında alınan hediye mekrûhdur.
7. Bülûğ çağına ermemiş çocuğun kazancı.
Muhaysa (radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) hacamat ücreti almak için izin istedi. Peygamber efendimiz nehy buyurdu. Muhaysa (radıyallahü anh)’ın izin isteğinin gitmediğini sezen Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona hitâben: «Hacamat parası ile devene yiyecek ai ve kölene yedir!» buyurdu.
4 mezheb imamı dâhil olmak üzere âlimlerin büyük bir kısmı kan alma parası için halâldir dediler. Nehyin nehy-i tenzihî olduğunu söylediler. Yanî âdî kazançları bırakıp daha temiz ve güzel kazançlar ile (*) Bakkala, ödünç almadan para bırakıp, karşılığında mal alınabilir.
uğraşmağa teşvik buyurdular. Nitekim ısrardan sonra, hayvanlara ve kölelere yedirmesini emir buyurdular. Resûl-i Ekrem (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ebû Tayyibe’yi (radıyallahü anh) kendisinden kan almasını emir buyurdu ve ücretini verdi. Eğer kan alma parası haram olsaydı, ücretini, vermezdi. Şerhü’l-Mesâbîh’de böyledir. Musannifin «şart ile yapılan hacamat» sözünden ilk akla gelen de budur. Yanî kan alan önceden şart koşar, pazarlık ederse aldığı para habistir. Bir şart ileri sürmeden kendi isteği ile verirse habîs olmaz. Ancak bu işte şart olsun, olmasın kerahet vardır. Çünki debbâğ ve çöpçü gibi necs ile uğraşmaktadırlar.
Kâhin, gelecekte olacak veya geçmişte olan işlerden haber veren, insanın mes’ud veya bedbaht olacağını söyleyen, ni’met ve mihnetten ve benzeri şeylerden bahseden kimselerdir. Kâhin ile arrâf arasında fark vardır. Arrâf (falcı), çalınmış veya kaybolmuş şeyleri haber verir. Bunların hepsi haramdır. Çünki gaybden haber vermektir. Avâmdan bâzı kimseler ve müneccimler, Allahü teâlâ’nın her bir yıldıza bâzı özellikler verdiğini iddia ederler. Yıldızların doğup batmasında veya buna benzer şeylerde, insanların mes’ud veya bedbaht, zengin veya fakir, hasta veya sağlam olmalarına deliller gösterirler. Nitekim Allahü teâlâ, bâzı ilâç ve bitkilerde fâide ve zarar yaratmıştır demektedirler. Cevab olarak deriz ki: Onların bu kıyâsı bozuktur. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ilâçlar ile tedâvi etmeği, bâzı bitkilerle ilâç yapmağı, bitkilerin özelliklerini açıklamıştır. Kendisi ve âilesi ilâç kullanmıştır. Peygamberimizin bu söz ve fiilleri ile, tedâvi olmanın câiz olduğu bilinmiştir. Halbuki yıldızlara bakarak eşya hakkında hiçbirşey söylememiş, aksine yasaklamıştır. Mazhar’da da böyle diyor.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Köpek satışından alınan para habistir» buyurdular. Hanefî mezhebinde, köpek satmak sahihdir. Hadîs-i şerîf, köpek satma işinin aşağılığına, parasının kerahetine işârettir. Şâfiî mezhebinde köpek satışı sahih değildir, haramdır. Bu se- beble köpeği öldüren hanefî, sâhibine değerini öder, şâfiî ödemez. (Şerh-î Mesâbîh)’den alındı.
Erkek hayvanın dişi üzerine parayla, ücretle katılması da yasaktır. Çünki erkeğin dişi üzerine katması, sâhibi tarafından çoğu zaman mümkin olmaz. Çok kere erkek hayvan dişinin üzerine çekilemez. Çekilse bile meni gelmez, gelse bile çok kere dişi ile istenen neticeyi vermez. Bütün bunlar böyle bir akdin bâtıl olduğunu göstermektedir.
Şefâat, iltimas karşılığında verilen hediyyeyi almak da doğru değildir. Hediyye, şefâat karşılığı olmadığı takdirde Nâtıfî (rahimehullah) şöyle demektedir: Hediyyenin çoğu haramdan ise, halâl olduğunu haber vermedikçe hediyyeyi kabûl etmemeli ve yemeğini yememelidir. Hediyyenin çoğu halâlden ise, kabûl etmekte bir mahzûr yoktur. Haram olduğu açığa çıkmadıkça yemeğini yemelidir. Zîra insanların malları haramdan hâlî olmaz. Çok olmasına itibar edilir (Künye).
Bülûğ çağına ermemiş çocuğun kazancına gelince: Muhtâr şerhi İsâr’da, Zahîre’den naklen bildirir: Bir köle veya çocuk, kimsenin mülkü olmayan bir havuzdan testiyi doldurup, sonra testideki suyun bir kısmını havuza boşaltsa, bu havuzdaki sudan kimsenin içmesi halâl olmaz. Çünki, o suya mubah olan mülkünü karıştırmıştır ve ayrılması da imkânsızdır. Bunun gibi, çocuk mubah olan bir testi suyu eve getirse, babası ve anası zengin iseler, bu sudan içmeleri —izinsiz— mubâh olmaz. Çünki aldıktan sonra su onun mülkü olmuştur. İhtiyaçları olmadan onun malından yemeleri helâl olmaz.
Hiç bir kimsenin malını, sâhibini râzı etmeden, fiatında uyuşmadan almamalıdır. Çünki gasb etmiş olur. İnsanlara merhamet ve nasîhat ile muâmelede bulunmak da sünnettendir. Nasîhat, daha önce geçtiği gibi kendisi için istediğini din kardeşi için de istemektir.
İhtikâr: İnsanların ihtiyâcı olan şeyleri alıp, bekletip, pahalılandığı zaman satmamalıdır. İnsan ve hayvan gıda maddelerini biriktirip fiatların artmasını beklemeğe ihtikâr denir. Böyle yapan kişiye muhtekir denir. Muhtekir mel’undur. Ya’nî ebrârın, iyilerin derecesinden uzaklaştırılmıştır. Yoksa Gaffâr olan Allahü teâlâ’nın rahmetinden tard edilmemiştir. Tenvîr’de böyle yazılıdır.
Selef-i sâlihînden (rahimehümullah) biri Vâsıftan bir gemi buğday yükleyerek Basra’ya gönderdi. Oradaki vekiline bir mektûb yazıp, gemi gelir gelmez ertesi güne bırakmadan buğdayları satmasını söyledi. Ve- kîli oradaki tüccarların tavsiyesine uyarak, daha fazla kâr etmesi için satışı cum’a gününe te’hîr etti. Sâhibine de çok fazla kazandığını yazdı. O da vekiline şöyle yazdı: Biz dînimizin selâmeti için az kâra kanâat ederiz. Sen bu prensibimize aykırı hareket ettin. Dînimizden az bir şeyin gitmesi ile kat kat fazla kazanmayı sevmeyiz. Sen bir cinâyet işledin. Mektûbum sana geldiği zaman, kazandığın paranın hepsini Basra’nın fakirlerine dağıt ki bu ihtikâr günâhından başa başa kurtulalım.
Devamlı yiyecek üzerine ticâret yapmamalıdır. Çünki çok kere ihtikâra düşülebilir. Başka çeşit ticârete de yönelmelidir.
Hükümdar gıda maddelerine narh koyamaz. Ancak tüccar fâhiş fiat iie satıyorsa, yanî 50 kuruşluk şeyi 100 kuruşa satıyorsa, fıkıh kitablarında bildirildiği gibi hâkim basîret ehli kimselerle meşveret ederek narh koyabilir. Şehir dışında yaşayanlara fazla fiatla yiyecek maddelerini sat- mamalıdır. Burada şehir halkını o yiyecekten mahrum etmek vardır. Bu da mekruhdur ve yasaklanmıştır. Şehire yiyecek getiren kafileyi şehir dışında karşılayıp, henüz şehirdeki fiatları öğrenmeden ucuz fiat ile satın almamalıdır. Mal sahibi şehre gelip fiatları öğrendikten sonra muhayyerdir. Yanî isterse sattığı malın parasını verip malı geri alabilir. Alışveriş akdi yapılmıştır, fakat kafileye karşı gelen, yalan söyleyip malı ucuz almıştır. İmam Şâfiî (rahimehullah) da böyle söylemiştir.
Ticaretten ticarete gitmemelidir. Birinci ticaretten sonra vatanına dönüp sonra İkinciye gitmelidir. Veya kara ticaretinden deniz ticaretine çıkmamalıdır, mekruhdur. Bu, dinde kötü sayılan hırsa delâlet eder. İmâm Gazâlî (rahmetullahi aleyh), ticaret için denize açılan tam mânasıyla rızık peşinde koşmuş olur demiştir. Haberde gelmiştir: «Kişi denize ancak hac, umre ve harb için açılabilir.»
Çarşıya herkesten önce girmemeli ve herkesten sonra çıkmamalıdır. Haberde gelmiştir ki, yerlerin en kötüsü çarşılardır. Çarşı ahalisinin en kötüsü de çarşıya en önce girip en sonra çıkanlardır. Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) dan rivâyet edilmiştir: «İblis (aleyhillâ’ne) çocuğuna bir takım fesad şeyleri vasıyyet ettikten sonra, çarşıya erken gelip geç çıkan kimse ile beraber ol» demiştir. İhyâ’da böyledir.
Çarşıya girerken, oranın fitnesinden ve oradakilerin şerrinden Allahü teâlâ’ya sığınmalıdır. Bu mânada: «Allahümme innî eûzü bike min şerri hâzessûkı ve minel küfri vel-füsûk» demelidir. Çarşıda Allahü teâlayı tehlîl, tahmîd ve temcîd ile çok zikretmeli, hatırlamalıdır. Böyle yapmakta çok sevab olduğu vârid olmuşdur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Gafiller arasında Allahü teâlâ’yı zikreden, gâzîler arasında savaşçı, ölüler arasında diri gibidir». Diğer bir lâfız ile: «… çürük odunlar arasında yeşil ağaç gibidir» buyurmuştur. Yine Resûl-i Ekrem (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Çarşıya giren kimse, lâ ilâhe illâllahü vahdehu lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümrt ve hüve hayyün lâ yemût biyedihil hayr. Ve hüve alâ külli şey’in kadîr derse, Allahü teâlâ o kimseye milyonlarca sevab yazar» buyurmuştur. İbni Ömer, Sâlim bin Abdullah, Muhammed bin Vâsi’ (radıyallahü teâlâ anhüm) ve başkaları bu fazîlete kavuşmak için çarşıya girerlerdi. Hasan-ı Basrî (rahimehullah): «Çarşıda Allahü teâlâ’yı zikreden, Kıyâmet günü, ay ışığı gibi parlaklığa ve güneşin nuru gibi açıklığa, nûra sâhib olarak gelir. Çarşıda Allahü teâlâ’ya istiğfar eden kimsenin çarşıda bulunanların sayısınca günâhı mağfiret olunur» demiştir.
Kâr sağlamak için satın aldığı yiyecek maddelerini, başka bir yere nakl etmeden aynı yerde satmamalıdır. Bu hususta Ömer (radıyallahü anh)’dan şöyle rivâyet olunmuştur: Çarşının bir tarafında yiyecek maddesi satın alıyorlardı. Henüz teslim almadan (kabz etmeden) aynı yerde satıyorlardı. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) başka yere nakletmeden aynı yerde satmalarını yasakladı. İbni Abbâs (radıyallahü anhümâ) dedi ki: Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) yasakladığı, yiyecek maddelerini kabz etmeden (teslim almadan) satmak idi. Kabz etmeden önce satmanın harâm olmasının, yalnız yiyecek maddelerinde olacağını sanmıyorum. Bütün menkul, taşınabilen mallar da kabz edilmeden, teslim alınmadan satılamazlar. Ancak gayr-i menkul, taşınmaz mallar İmâm-ı Muhammed’in (rahimehullah) ihtilâfı ile kabz edilmeden yerinde satılabilirler. Akar’ın teslim alınması, kabz edilmesi satıcının akar’daki mallarını boşaltıp müşteriye, sana teslim ettim demesi ile olmaktadır. Menkul, taşınabilen mallar ise satıldığı yerden başka bir yere nakledilmekle teslim alınmış olmaktadırlar. (Şerh-i Mesâbîh)’den alındı.
Yanında bulunan yiyeceğe bereketlenmek için, fakir müslimanları da ortak etmek sünnettendir. Mesâbîh’de bildirildiği gibi Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu hususta bereketle duâ etmiştir.
Cihad ve ticâretten sonra en efdal kazanç yolu meşru’ san’atlardır. Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) her biri bu meşru’ san’atlardan biri ile meşgul olmuştur. İdris aleyhisselâm terzi idi. Elbise dikerdi. Dâvud aleyhisselâm demirden zırh yapardı. Allahü teâlâ, demiri Dâvud aleyhisselâmın elinde çamur veya hamur gibi yumuşak kılmıştı. Demiri ateşe tutmadan, çekiçle dövmeden istediği şekle sokardı. Çok kuvvetli olduğu için demire istediği şekli verirdi diyenler de olmuştur. Dâvud aleyhisselâm bunu yapanların ilkidir. Demiri levha hâline gelmeden, böyle kullanırdı. Denildi ki, Dâvud aleyhisselâm demirden yaptığı zırhları 4.000’e satardı. Kendisine, âilesine harcar ve fakirlere sadaka verirdi. Denildi ki, Benî İsrail’in meliki iken tebdîl-i kıyâfet edip çıkar, kendisini halktan sorardı. Dâvud hakkında ne dersiniz? derdi. Onlar da kendisini överlerdi. Allahü teâlâ insan şeklinde iki melek gönderdi. Dâvud aleyhisselâm onlara da kendisini sordu. Melekler, çoluk çocuğunu Beytü’l- mal’den geçindirmese çok iyi insan olacak dediler. Bunun üzerine Dâvud aleyhisselâm Rabbinden Beytü’l-male dokunmadan geçimini sağlayacak bir sebeb istedi. Allahü teâlâ da ona zırh yapma san’atını tâlîm etti, öğretti. Keşşâf tefsirinden alındı.
İbrâhim aleyhisselâm çiftçilik yapardı ve başkalarını kendi tarlasında çalıştırırdı. Bez ticareti de yapardı. Sa’îd bin Müseyyeb (radıyallahü anh), bez ticaretinden daha çok sevdiğim ticaret yoktur. Ancak yemîn edilmemelidir. Bir rivâyette: «Ticâretinizin hayırlısı bez, sanatlarınızın hayırlısı dikmektir» buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfde: «Eğer Cennet ehli ticâret yapsaydı bez ticâreti, Nâr ehli ticâret yapsaydı sarf (kuyumculuk) yapardı» buyurulmuştur. İhyâ’da böyledir.
İlk dokuma yapan babamız Âdem aleyhisselâmdır. Dokuma yapanlara eziyet eden veya dil uzatan Âdem aleyhisselâma cefâ etmiş olur. İsâ aleyhisselâm ayakkabıcılık yapardı. Yırtık ayakkabıları tâmir ederdi,, onarırdı. Nûh aleyhisselâm marangozdu. Sâlih aleyhisselâm eli ile kilim dokurdu.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) kefen satıcısı olmayı kerîh gördü. Bir kişi oğluna kefen işini öğrettiğini söyleyince hoş karşılamadı. Çünki bu iş, insanların ölümünü beklemeğe yol açmaktadır. İhtikâr eden buğday satıcısı ve hayvan kesip derisini yüzen kasab olmayı da kalbin katılaşmasına sebeb olacağı için beğenmemişlerdir. Bâzı hakîkata ermiş âlimler bu işlerin mekruh olmasına rağmen şiirden evlâdır demişlerdir. Rivâyet olundu ki, şiir ve edebiyat ehlinden biri, Mekkede kasaplık yapmağa başladı. Etrafında toplanan köpeklere et ve kemik parçaları atıyordu. Buna, şiir ve edebiyatı bıraktın, kasaplığa başladın dediler. Şöyle cevab verdi: Şiir ve edeb ile köpeklerden bir şey bekliyordum. Şimdi ise köpekler benden birşey bekliyorlar. Dünya süslerinden olduğu için kuyumculuk, badana ve boyacılık da hoş görülmemiştir. Daha önce geçtiği gibi kan alma, debbağlık ve çöpçülük necâsete bulaşma bakımından hoş görülmemiştir. Köle veya câriye alıp satmak, dellâllık yapmak da iyi değildir. Dellâllıkda başkasının malını satarken yalan söylenebilir, aşırı övülebilir.
Selef-i sâlihîn (radıyallahü anhüm) en çok yaptıkları on iş vardı. Ticâret, dikiş, taşımacılık, terzilik, ayakkabıcılık, kâğıdçılık, çamaşırcılık, mestçilik, demircilik ve dokumacılık yaparlardı. Bunların hepsi İhyâ’dan alındı. Koyun gütmek de Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) âdetlerin- dendi. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) vahy gelmeden önce Mekkelilerin koyunlarım ücretle güderdi.
Cihad, ticâret ve san’attan sonra efdal olan meslek ziraattır. Bizâziyye fetvâlarında diyor ki: Bâzılarına göre ticaret zirâattan efdaldir. Âlimlerin çoğuna göre zirâat efdaldir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Rızkınızı toprağın derinliklerinde arayınız» buyurmuştur. Zirâatın fâidesi bütün hayvanlara ulaşır. Zirâatte ölü arâziyi diriltmek vardır.
Zirâate ticâretten çok tevekkül girmiştir. Bu bakımdan ticâretten efdaldir. Muhtâr’da diyor ki: En efdal kesb, kazanç yolu cihâd, sonra zirâat, sonra sanâattır. Tuhfe’de de böyledir. Musannif (rahimehullah)’ın zirâati san’attan sonra bildirmesi, vâkıf olduğu bir rivâyete binâen olabilir. Yâhud İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye (rahimehullah) göre müzâreanın fâsid oluşundandır veya zirâatte gizli şirkten kurtulmanın zor olmasındandır.
Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) ganîmet malından tarlaları vardı. Zirâatle uğraşıp yiyeceklerini te’mîn ederlerdi. Dînin emirlerini yerine getirerek zirâatle elde edilen mal en iyi maldır. Bu da, tarlada uğraşırken bir farzı kaçırmamakla olur. Dünya işi için dînî vazifeleri elden kaçırmamalıdır. Cimrinin parayı elinde tuttuğu gibi dînî emirleri elde tutmalıdır. Çiftçilikle uğraşırken Rabbine tam bir tevekkül etmelidir. Ektiği ve diktiği şeylerle Allahü teâlâ’nın onu rızıklandırdığına inanmalıdır. Elde ettiği mahsulü yalnız kendi çalışmasından olduğunu zanneden gizli şirkten kurtulamaz. Zahirde muvahhid görünse de, rızkı Allahü teâlâ’dan ve kendi kesbinden gören mânada gizli şirkten kurtulamaz. (Çünki rızık, yalnız Allahü teâlâ’dandır). Gizli şirkten kurtulmuş, sağlam tevekkül sâhibi kimse için zirâat en efdai kazançtır. Çünki zirâat, insanoğlunun bir geçim vâsıtasıdır.
Tohumu toprağa ekerken müstehab olarak 2 rek’at namaz kıldıktan sonra: «İlâhî! Ben senin zaîf bir kulunum. Bunu sana teslim ettim. Hakkımda bereketli kıl» diye düâ etmeli ve Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) salevât-ı şerîfe getirmelidir. Zîra böyle yapan kimsenin ekinini Aliahü teâlâ her türlü âfetlerden korur. İmam Zâhidî (rahimehullah) böyle bildirmiştir. Ekin ekerken, ağaç dikerken bütün insanların, hattâ hayvanların, kuşların da fâidelenmesini niyyet etmelidir. Mahsûlü kaldırırken fakirlere tasadduk etmelidir. Kimseye sadaka vermemek için mahsûlü gece kaldırmamalıdır. Allahü teâlâ o mahsûlün bereketini kaldırır veya yok eder. Nitekim Kalem sûresi, 17. âyet-i kerîmesinde: «Biz o bağ sâhiblerine belâ verdiğimiz gibi onlara da belâ verdik» buyurulmuştur. Beydâvî (rahmetullahi aleyh) âyet-i kerîmedeki «… onlara da belâ verdik» buyurulmasından murad, Mekke halkına verilen kıtlıktır demiştir. Bahçe sâhiblerine verilen belâ da şöyle anlatılmaktadır: Yemen’- de San’a şehrine iki fersah (oniki kilometre) mesafede sâlih bir müsliman vardı. Mahsûl zamanı fakirleri çağırır, onlara meyvelerden uzağa düşenleri, rüzgârın döktüklerini veya hurma ağacının altına serdiği yaygıdan dışına çıkan meyveleri verirdi. Böylece fakirler çok şey toplarlardı. Bu sâlih zat vefât edince üç oğlu biz babamız gibi yaparsak sıkıntıya düşeriz dediler. «… Bostanlarmın, meyve ve diğer hâsılatını sabaha kadar fakirlerin haberleri olmadan toplamak için aralarında yemin ettiler» 18. âyet-i kerîmeden 27. âyet-i kerîmeye kadar bu kıssa şöyle anlatılmaktadır: «Bu yeminlerinde inşâallah demediler. Allahü teâlâ bostana bir belâ veya yangın gönderdi. Sabahleyin fakirler gelmeden meyveleri toplamak üzere bostana sür’atle gittiler. Fakat bostanda hiç bir şeyin olmadığını görünce, herhalde biz yolumuzu şaşırdık dediler. İyice düşündüklerinde orasının kendi bostanları olduğunu anladılar. Biz mahrüm olanlardanız dediler».
Sığıra binmemeli, eşek ile çift sürmemelidir. Eşeğe binmeli, sığır ile çift sürmelidir. Çünki her hayvan bir iş için yaratılmıştır. Allahü teâ- lânın bu emrine aykırı hareket etmemelidir. Tarlayı gübrelemek, ağacı da aşılamak sûretiyle verimi arttırmalıdır. Ağaçların aşılanması, bilindiği gibi ilkbaharda, meyve vermeyen veya uzun zaman geçtiği için az meyve veren ağacın bir dalı kesilir. Kesim yeri bıçakla yarılıp içine meyve veren, taze bir ağacın dalı sokulur, çamurla sıvanıp bir bez ile bağlanır. Musannif (rahimehullah) umumî aşılamayı kasdetmiştir. Aşı, insanların âdet edindiği şekilde ve mubah şeylerle yapılmalıdır. Zirâatte suyun fazlasını komşusundan esirgememelidir. Aksi takdirde Allahü teâlâ da her iki cihanda lûtfunu ondan eksik eder.
Etinden, sütünden, yününden ve yumurtasından fâidelenmek ve neslini devam ettirip üretmek için koyun ve tavuk beslemek de temiz kazançlardandır. Rızkın onda biri kırda, çayırda otlayan hayvanlardadır. Nitekim haberde gelmiştir ki, rızkın 10’da 9’u ticâret ve zirâatte, geri kalanı kırda otlayan hayvanlardadır. Bu hayvanlar 4 ayaklı olan koyun ve sığırdır. Şârih (rahimehullah) bunlara tavuk ve kaz gibi hayvanları katmak da iyi olur demektedir. Bu hayvanları üretmekde sünnet, beyaz ve siyah her cinsten karışık olarak beslemektir. Yalnız siyah veya yalnız beyaz olmamalıdır. Deveyi neslini çoğaltmak için beslememelidir. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), devenin şeytan ahlâkında olduğunu açıklamıştır. Ayrıca deveye sol taraftan binilir ve sol taraftan sağılır. Resûlullah efendimiz koyun çobanlığını deve çobanlığından üstün tutmuştur.
Çobanların, koyun veya develeri, kolay yürümeleri için sert arazide otlatmaları sünnettendir. Kumlu, taşlı ve yumuşak yerlerde gütmemelidir. Ayakları batıp yürümeleri zorlaşır. Çok sıcak olduğu zamanda da hayvanları otlatmamak sünnettendir.
İlkbaharda yeryüzünün yeşillenmesine, süslenmesine, canlanmasına, herkesin evlerinden çıkıp kırlara gitmelerine bakıldığında; kabirlerden çıkıp mahşer yerine gitmeği hatırlamalıdır. Zira bahardaki canlanma ile Kıyâmet gününde Allahü teâlâ’nın kudreti ile ölülerin dirilip mahşer yerine gitmeleri arasında büyük bir benzerlik vardır. Baharın yeşilliğini ve güzel kokulu çiçeklerini görünce: «Kullara ölümü ve yokluğu veren, kudret ve bekâ sâhibi aziz olan Allahü teâlâ bütün noksan sıfatlardan münezzehidir» demelidir.