KONUŞMANIN EDEB VE İNCELİKLERİ: Konuşurken, konuşmanın edeblerini, inceliklerini gözetmelidir. Nitekim Peygamberimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzûrunda, bir kimse: «Allahü teâlâ’ya ve Resûlüne itâat eden doğru yoldadır. Onlara isyân eden hatâ eder ya’nî sapıktır» dedi Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle diyene: «Allahü teâlâya ve Resûlüne isyân eden söyle» buyurdu. Kadî der ki. sözünü beğenmemesi, bir nevi eşitliği gerektiren zamirde ortak olmasındandır. Bunun için önce Aiiahü teâlâ’nın ismini söylemesini ve ardından kendisinin ona affedilmesini emretti. İmam Nevevî, bu söz zaifdir dedi. Çünki ortak zamîri, Resûlullah’ın kullandığını, Ebû Dâvud Sünen isimli hadîs kitâbında, ibni Mes’ûd’un (radıyallahü anh) bildirdiği hadîste kullanmaktadır. Meşârık şerhinde de böyle diyor. Bu îtiraza şöyle cevab verilir ki: Resûlullah’dan sâdır olan, ortaklık bildiren zamîr, vaktin darlığından ötürü, îcâz yolu ile, sahîh bir sebeble sâdır olmuştur. Nerde kaldı ki, Resûlullah için câiz olan çok şeyler vardır ki, hiçbirimiz için câiz değildir. Ümmetini birçok mubahlardan men’ettiği hal- ae, kendisi bunları yapardı.

Semmâk bin Harb, ebû Lefâfe-i Bedevî’den anlatır: Bir dana aldım ve Medine’ye girdim. Ebûbekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) yanıma gelip: «Ey a’rabî, bu danayı satıyor musun?» buyurdu. Evet, ey Resûlullah’ın halîfesi dedim. Kaça satıyorsun? buyurdu. 150’ye dedim. 100’e ver buyurdu. Lâ âfâkellah = Olmaz, Allah sana âfiyyet versin dedim. Öyle söyleme, Âfâkellah lâ = Allah sana âfiyyet versin, olmaz de buyurdu. Allah sözünü öne aldı. Bostan’da böyle diyor. Musannif buna işâret ediyor ve bu düzeltmeyi yazıyor. Olumsuzluk bildiren lâ’yı, âfiyyeti olumsuz yapma veya düşündürme ihtimâli olmasın diye sonra söyledi.

Bunun bir benzeri de şöyle anlatılır: Hârun Reşid, kâtibinden bir şey istedi. Kâtibi lâ ve eyyedallahü emîre’l-mü’minîn = Yoktur ve Allah emîrü’l-mü’minîni te’yîd eylesin dedi. Hârun Reşîd, bu ince mânalı ifâdeyi beğenip, onu bir kaftanla mükâfatlandırdı. Bu ifâdede edebi gözetme vardır. Eğer lâ eyyedekellah deseydi, yanî ve yi söylemeseydi, Allah seni te’yîd etmesin, kuvvetlendirmesin anlaşılabilirdi.

Bir hadîs-i şerîfde: «Kişi, mâşâallahü ve şâe fülân demesin, mâ şâallâhü vahdehü iâ şerîkeleh» desin. Filân kimse aralarında bulundukça, onlara bir zarar gelmez de dememelidir. Ölen bir kimse için de yok oldu gitti, yıkıldı gitti, geberdi dememelidir. Ancak müşrik, kâfir, haksız yere adam öldüren ve ana-babasına eziyyet eden ölürse, bunlar için söylenebilir. Bir kimse için, o tamamen hayır idi dememelidir. Çünki tepeden tırnağa kadar hep hayır olan, sâdece Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) idi. Başkası için böyle denmez. Bir kimseye, senden sonra, ehline bakacak bir halefin yoktur dememelidir. Çünki Allahü teâlâ, herkes için en hayırlı haleftir. Sen aralarında bulundukça, onlar hep iyi olurlar da dememelidir. Bunların hepsinin men’i hakkında eser, haber vardır.

Bir kimseye, Allahü teâlâ’ya ve sana sığınırım dememelidir. İbrahîm-i Nehâî (rahmetullahi aleyh), bu gibi sözlerde, Allah’dan başkasına Allahü teâlâ ile bir tutmaklık vardır deyip, bunları kerih görmüştür. Belki, Allahü teâlâ’ya sığınırım, sonra sana demelidir. Bir belâ veya istenmiyen birşey meydana geldiğinde, nüzul ettiğinde, zamana sövmemelidir. Çünki belâları gönderen ve halleri değiştiren Allahü teâlâ’dır, başkası değildir. Zamanları yaratan ve onlarda dilediği gibi tasarruf eden, Allahü teâlâ’dır. Zamanın hiçbir şeyde bir dahli, rolü yoktur.

Bir kimseye düâ ederken: «Allahü teâlâ seni uzun yaşatsın» dememelidir. Çünki bu, müşriklerin birbirlerine saygı ve esenlik ifâdeleridir. Onlar birbirlerine, bin yıl yaşa derlerdi. Yine denildi ki, bir zâlime, Allah seni çok yaşatsın diyen, yeryüzünde Allah’a isyana râzı olmuş sayılır. Sözüne dikkat etmelidir. Sözünden kötülük, bereketsizlik anlaşılmaması için, konuştuğunu iyi düşünmelidir. Meselâ gök kuşağına kavs-i kuzah dememelidir. Çünki kuzah şeytan demektir. Yanî gök kuşağına = şeytan yayı dememelidir. İşâret parmağına Müsebbihe demeli, sebbâbe dememelidir. Mânasında sövmek bulunduğundan men’edilmiştir. Sebbâbe diyenler de oldu. Çünki insanlar sebb ederken, yanî söverken, onunla işâret ederler. Üzüm çubuğuna, asmasına da kerm dememeli, üzüm bahçeleri, bağları demelidir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Üzüme kerm demeyin, kerem ancak müslüman adamdır» buyurdu. Üzüme kerm denmesi, ondan şarab yapıldığı için ve ikrâm edilince de kerem ve cömerdlik sayılmasından idi. Şarabın aslı olan üzümün, bu isimle anılmasını, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), şarabı kötülemek, haram olduğunu te’kîden bildirmek için, iyi görmemiş, mü’min kula kerm, veyâ kerem denilmesini, bu isme daha uygun bulmuştur. Lübâbü’l-garbîn de böyle diyor. Mesâbîh şerhinde diyor ki: Kerm ile, şarab hatırlanmasın ve isminin güzel olması, içilmesine yol açmasın diye böyle buyurulmuştur.

Kederlendiği zaman, rûhum pislendi, habîs oldu dememelidir. Ha- bislikden söz ve mâna bakımından uzak olmalıdır. Tabîatim değişti demelidir. Ömer (radıyallahü anh), ateş yakan insanlara uğradı. Esselâmü aleyküm ey zıyâ ehli., buyurdu. Ey nâr ehli… demedi. Yanlış anlaşılmaktan çekindi.

Derler ki, Hârun Reşid, oğlu Me’mun’a, misvâk kelimesinin çoğulunu sordu. Cevabında, min mehâsinik (senin güzelliklerinden) dedi. Yanî misvâkın çoğulu, mehâsin vezninde, mesâvik olur demek istedi. Ama mesâvik demedi. Çünki misvâk kelimesinin çoğulu, kötülükler mânasına gelen mesâviktir. Sözünde bu ince edebi gözettiği için, onu kendine velîahd tâyin edip, halîfe olmaklıkta, kardeşi Muhammed Emîn’den öne geçirdi. Halbuki insanlar arasındaki örf ve âdete göre, Me’mundan önce idi.

Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ey. Ebâbekir, ben mi büyüğüm, yoksa sen mi?» buyurduğunda, Ebûbekir (radıyallahü anh): Sen benden hayırlı ve büyüksün. Ben ise senden yaşlı görünmekteyim» dedi. Ömer bin Abdülâziz (rahimehullah) sâlih halîfelerden, hidâyete ermiş pâdişâhlardan idi. Sözüne çok dikkat ederdi. Gübreye, pisliğe nesîl derdi. Bu kelime hayvan tersine denmekle beraber, ekseriyâ kuyunun dibindeki toprağa, çamura denir. Bunun mânasında gübre gibi, habislik bulunmadığından, halîfe bu kelimeyi seçmişti. Alâ bin Hârun (rahimehullah) anlatır. Ömer bin Abdülâzizin koltuğunun altında bir çıban çıkmıştı. Biz kendi aramızda, soralım, buna ne diyecek dedik. Çıban nerede çıktı? dedik. Kolun içinde dedi, koltuğumun altında demekten hayâ etti. Zîra koltuk altı, örtülü yerlerdendir. Ömer bin Abdülâziz (rahmetullahi aleyh) Velîde bir şey söyledi. Velîd, yalan söyledin dedi. Ömer bin Abdülâziz: «Yalanın, sâhibini lekelediğini öğrendiğimden beri, hiç yalan söylemedim» buyurdu. Bunu İhyâ yazmaktadır.

Hadîs-i şerif ve Kur’ân-ı kerîm ve mubah olan diğer şeyleri dinlemede sünnet olan, kişi anlayışını, aklını, zihnini toplayıp, konuşanı, okuyanı ve hadîs bildireni dikkatle dinlemek ve susmaktır. Zîra Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm okunurken, susanlara rahmet edeceğini va’detmiştir. Allahü teâlâ, A’raf sûresi 204. âyet-i kerîmesinde: «Kur’ân-ı kerîm okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Tâ ki merhamet olunasınız» buyurdu. Bunun için bazıları, Kur’ân-ı kerîm dinlemek ve susmağı terketmek olacağından, hiç ara vermeden Kur’ân-ı kerîmi okumak mekrûhdur. Bâzıları ise, insanlar arasında yapılageldiğinden mahzûru yoktur demişlerdir; Kunye’de böyle deniyorsa da, mekruhdur.

Ravdatü’n-nâsıhîn’de diyor ki: «Haberde geldi: «Allahü teâlâ’nın kitâbından 1 âyet dinliyene, bu kıyâmette nûr olur ve ona 10 sevâb yazılır.» Bâzıları Kur’ân-ı kerîm okuyana 1 , dinliyene 2 ecir vardır dediler. Umulur ki, böyledir. Çünki o, hem dinliyor, hem de susuyor. Ve yine çünki o iki kulağı ile dinliyor, okuyucu ise bir dil ile okuyor.»

Allahü teâlâ Kaf sûresi 37. âyetinde: «Kendisi huzurlu bir kalb içinde olduğu halde kulak veren kimse…» buyuruyor.

Kur’ân-ı kerîm dinlemenin sünnetlerinden biri de, âzâlarının sükûnü, gözlerini yummak ve Kur’ân-ı kerîmden dinlediğini yapmağa azm etmek ve yerine getirmektir. Böyle yapan, âyetlerin gereği ile amel etmeğe, hakkını vermeğe muvaffak olur.

Konuşan, sözünü bitirmeden, dinlediği üzerinde konuşmamak ve sormamak sünnettir. Bitirdiği zaman, anlamadığı bir yer veya şübheli bir durum kaldıysa, onu sormak, incelemek ve araştırmakta bir mahzur yoktur. Konuşurken söze karışmamak ve sonra süâl sormamak, vekar ve hürmete daha yakındır. Nitekim Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) Resûlullah’dan bir şey sormazlardı. Hattâ incelikleri anlamaktan, ahlâk-ı hamîdeyi bilmekten uzak, şehir dışından bir a’rabî (bedevi) gelip, süâl sorar, Eshâb-ı kirâm, muhtaç oldukları bilgileri, o esnâda öğrenirlerdi.

Süâl sorması gerekiyorsa, garîb ve önemsiz konularda değil, en önemli işler, hakkında sormalıdır. Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) İslâmın alâmetlerini sorması böyledir. Biraz sonra, Muhtâr-ı Sahhah’dan bunu bildireceğiz.

Süâl soracak olan diz üzerine oturur. Nitekim Sahâbenin (radıyallahü teâlâ anhüm) bâzısı, suâl soracakları zaman dizi üzerine otururlar ve babam ve anam sana fedâ olsun, yâ Resûlâllah, bu nedir, bu nasıldır? derlerdi. Suâl sormada evlâ olan, oturmak için izin istemek, büyüklere yakın olmak, sonra sormak için izin almaktır. Nitekim Cebrâil aleyhisselâm böyle yapmıştır. Yanî Resûlullah’dan, oturup sormak için izin istedi. Bu konuda açık bilgi hadîs şerhlerinde vardır.

Büyüklere birşey sorarken, yâhud onlarla konuşurken sesini alçaltır. Zîra Ebûbekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömerü’l-Fâruk (radıyallahü anhümâ) Hucürât sûresi 2.: «Ey îmân edenler, seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve birbirinize bağırır gibi, Ona bağırmayın. Haberiniz olmadan amelleriniz boşa gidiverir» âyeti indikten sonra, Resûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem), iki sırdaş kardeşler gibi, gayet sessiz söylerlerdi.

Üstâd, imtihan için kendisine bir şey sorarsa, cevabı, Peygamber efendimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem) Eshâbının, kendisine verdikleri cevab gibi olmalıdır. Onlar, Resûlullah’ın süâlinin cevabını bilseler, yâhud bilmeseler «Allah ve Resûlü daha iyi bilir» derlerdi.

Suâl soran, zor suâller sorsa da, âlim kızmamalıdır. A’râbî, Peygamber efendimize (aleyhisselâm). getirdiği Islâm dîni esaslarında, yemîn ettirirdi. Resûlullah da yemîn ederdi.

Din kardeşinin, kendisine söylediği sözü .emânet saymalıdır. Çünki Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Konuşulan sözler, aranızda emânettir» buyurdu. Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh): Din kardeşinin sırrını, gizli şeylerini söylemen, hiyânettir» buyurdu. Bunu İmâm Gazâlî (rahimehullah) bildiriyor. Konuşulan sözü, söyliyenin izni olmadan başkasına açmaz. Onun izni ile açarsa, en güzel bir şekilde, tam duyduğu gibi söyler.

İhyâ’da diyor ki: Sırrı ifşâ haramdır. Bu da, içinde zarar olduğu zamandır. İçinde zarar yoksa kötüdür. Başkasının sırrını inkâr etmelidir, isterse yalan olsun. Cünki her yerde doğruyu söylemek gerekmez. Kişinin yalana baş vurarak, kendi ayıb ve gizli * şeylerini saklaması câiz olduğu gibi, bunu din kardeşi hakkında da yapması câizdir. Zîra onu da kendi yerinde tutması lâzımdır. Edîblerden birine, sırrı nasıl saklarsın? dediklerinde: «Ben onun için bir kabirim» cevâbını verdi. Bunun için denmiş olabilir: «Seçilmişlerin göğüsleri, sırların kabirleridir». Birisi. bir din kardeşine sırrını söyledi ve sonra ona, o sırrı sakladın mı? dedi. Diğeri, unuttum bile cevabını verdi. Hükemâdan biri: «Kızgınlık, hoşnutluk ve yeme zamanında, sana karşı tutumu değişenle arkadaşlık etme! Çünki kızdığı zaman sırrı, gizli yanlarını açan, duyuran, kötü insandır. Hoşnudluk zamanında sırrı saklamak her selîm tabiatın gereğidir» buyurdu. Bunun için denmiştir: .

İyi o insandır ki, ondan kesildiğinde.
Kötülükleri gizler, iyilikleri söyler;
Kötü insana eğer yakınlaşmak istersen,
Kötülükleri söyler, iyilikleri gizler.

Hazret-i Abbâs, oğlu Abdullah’a (radıyallahü anhümâ): «Bu adamın, yanî hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) seni yaşlılardan önde tuttuğunu görüyorum. Şu beş nasîhatımı hiç unutma: Onun sırrını hiç kimseye açma; yanında hiç kimseyi gıybet etme; hiç yalan söyleme; hiçbir işte ona karşı gelme; hiç bir hiyânetini görmesin» buyurdu.

İyiye yorumlanabilen tarafı bulunan hiç kimsenin sözüne kötü zan- da bulunmamalıdır. Allahü teâlâ Hucürât sûresi 12. âyetinde: «Zannın bâzısı günahdır» buyuruyor. Sû’-î zan, yanî kötü zan, düşünce, kalb ile gıybettir. Bu ise yasak edilmiştir. Bir din kardeşinin kötülüğünü dil ile söylememen vâcib olduğu gibi, kalb ile de susup, kötü bir şey düşünmemen vâcibdir. Bu da mutlak olarak, onun hakkındaki sû-i zannı terk etmekle olur. Burada ölçü, mümkün olduğu kadar, onun işini kötüye yormamaktır. İyiye yormak mümkün ise, zaten iyiye yorumlamak gerekir. Ama yakînen, görerek bir şeyi yaptığını bilirsen, ona söyleyemezsen, bu gördüğünü mümkün mertebe, unutarak, yanlışlıkla yaptı diye yorumlamaksın. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Zandan sakinini Çünki zan, sözün en yalanıdır» buyurdu. Bir de, kötü zan, tecessüse, araştırmaya yol açar. Tecessüs hakkında ise. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Tecessüs etmeyin, ayıbları görmeye çalışmayın, birbirinizden kesilmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allahü teâlâ’nın kulları! Kardeşler olun» buyurdu. İşte ayıbları örtmek, kusuru görmemezlikten gelmek, dindarların âdetidir, ihyâ’da da böyle yazıyor.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler