Sünnetlerden biri de, Mushaf’a ta’zîm olarak, çok ince harflerle ve okunmayacak kadar küçük yazmamaktır. İmâm-ı A’zam ve İmâm-ı Ebû Yûsuf’a (rahımehumallah) göre mekrûhdur. Künyede zikredildiğine göre, tenzîhen mekrûh olması ümmîd edilir. Ömer (radıyallahü anh) bir kimsede, çok küçük ve çok ince hat ile yazılmış Mushaf gördü. Bu nedir? diye sordu. O kimse Kur’ân-ı kerîmdir dedi. Ömer (radıyallahü anh) kamçısını kaldırdı. Vurmak için üzerine hamle etti, fakat vurmadı. Bu meşhurdur Ancak Nihâye’de vurduğu bildirilmektedir.
Ömer (radıyallahü anh): «Allah’ın Kitâbına ta’zîm ediniz» buyurdu. Kur’ân-ı kerîmi yazan kimse, en güzel yazı ile, en açık, en okunaklı şekilde, beyaz kâğıda, kalın kalem, parlak mürekkeb, büyük harflerle ve aralıklı satırlar hâlinde yazmalı, Mushaf’ı yüceltmelidir.
Kur’ân-ı kerîmi öpmeği Mekke meşâyıhından allâme Cârullah red etmiştir. Câmi’us-sağîr şerhinde Hacerü’i-esved’e el sürerken öpmek ve Mushaf’ı öpmek diyâneten öpmektir denilmiştir. Ömer (radıyallahü anh) her sabah Kur’ân-ı kerîmi tutar, öper ve «Bu Rabbimin kelâmı ve onun ihsanıdır» derdi.
Kur’ân-ı kerîmi ondan olmayan şeylerden tecrîd etmelidir. 10. âyetlere işâret koymak, numaralamak ve vakf alâmetleri böyledir. Hazret-i Osman’ın (radıyallahü anh) Mushaf’ında böyle işâretler yoktu. İbni Mes’ûd (radıyallahü anh): «Kur’ânı tecrîd ediniz» buyurmuştur. Bir kısım âlimler, bâzı kırâet ve tefsîr kitabları bunlara mekrûh dediler. Câmi’us-sağîr gibi bâzı fıkıh kitablarında da i’şar yanî 10. âyetlere işâret koymak ve harflere nokta koymak gibi şeylere mekrûh denildi. Ancak bunlara mekrûh demeleri, Kur’ân-ı kerîmi muhafaza etmek, daha başka bid’atlerin meydana çıkmasını, değişiklik yapılmasını önlemek için olsa gerektir. Nitekim bir kısım âlimler bunlardan bir kısmına ihtiyaç olduğu kadar cevaz vermişlerdir. Harflere nokta koymak ve âyetleri birbirinden ayırmak bilhassa zamanımızda arab olmayanlar için çok lâzım olmaktadır. Ta’şîr ile âyetler korunmakta, nokta koymak ile de kelimeler değişmemektedir. sûrelerin isimlerini, âyet numaralarmı ve bunun gibi şeyleri yazmak bid’at-i hasenedir. Ancak Kur’ân-ı kerîmin aslından, iyice ayırmak için, kırmızı veya başka renkte yazmak lâzımdır. Evzâî dedi ki: Kur’ân-ı kerîm sade bir şekilde Mushaflarda yazılı idi. Önce (be) ve (te) gibi harflerin noktaları konuldu. Bunun zararı yoktur, onun nûrudur dediler. Daha sonra âyet-i kerîme sonlarına büyük noktalar koydular. Bunda da beis yok, âyetlerin başlangıcını bildirir dediler. Daha da sonra sûrelerin başlangıç ve sonundakiler meydana çıktı. Denildi ki, bunu ilk ihdâs eden Haccâc bin Yûsüf-i Sekafî (Haccâc-ı zâlim) dir. Zamanındaki bütün kurrâları, hafızları topladı. Kur’ân-ı kerîmin harf, kelime, âyet ve sûrelerini saydı. 30 cüz’e ve hiziblere böldü (İhyâ).
Bâzı âlimler hırsız ve gasb edicilerin ilgisini çekeceği için, Kur’ân-ı kerîmi altın ve gümüş suyu ile yazmağa ve bunlarla süslemeğe mekrûh demişlerdir. Bunun gibi dıvarlara da Kur’ân-ı kerîmi yazmak mekrûhdur. Bizâziyye’de, dıvarlara ve mihrablara da Kur’ân-ı kerîmden yazmayı istihsân etmemişler, yanî iyi görmemişlerdir. Çünki çok kere düşüp ayak altında kalmaktadır. Örtü ve yaygılar üzerine yazmak da, üzerine basılacağı için mekrûhdur. Mesâbîh şerhi’nde dıvarların, tahtaların, elbiselerin üzerine Kur’ân-ı kerîm ve Allahü teâlâ’nın isimlerini yazmak mekrûhdur demektedir. Böyle yerlere yazmak Kur’ân-ı kerîme karşı saygıda gevşek davranmak demektir. Kur’ân-ı kerîm ancak temiz şey üzerine yazılır. Ancak ileride geleceği gibi zarüret vuku’unda ve bir maslahat için temiz olmayan şey üzerine de yazılabilir. Kur’ân-ı kerîm gelişi güzel yere konmaz ve üzerine basılmaz. Üzerinde Allahü teâlâ’nın ismi yazılı kâğıdı yastığın altına koymanın bir zararı yoktur. Çünki içinde Kur’ân-ı kerîm olan evin damında oturmak ve uyumak câizdir. Yolculukta mushafı heybesine koyup üzerine binmesi, Mushafı muhafaza etmek için başının altına koyması gibi olup zararı yoktur. Başka sebeble mekruhtur.
Kur’ân-ı kerîm hafife alınamaz. Mushaf’a karşı ayak uzatmak câiz değildir. Ancak ayak hlzâsmdan yukarıda veya dıvarda asılı olursa mekrûh olmaz (Bizâziyye).
Kur’ân-ı kerîm ile İslâm düşmanı olan bir ülkeye gitmemeli ve göndermemelidir. Çünki çok kere istihfaf ve hakarete mâruz kalınır. Onlara içinde âyet-i kerîme olan mektûb yazılabilir. Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Bizans imparatoru Herakl’e gönderdiği mektubda Âl-i Imrân sûresi, 64. âyet-i kerîmesini yazmıştı (Şerh-i Mesâbih).
Kur’ân-ı kerîmi en güzel, en açık hat ile yazmak müstehabdır. Hadîs-i şerîfde: «Besmele’yi özenerek çok güzel yazan kimseyi Allahü teâlâ mağfiret eder» buyuruldu. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Muâvıye’ye (radıyallahü anh) huzûrunda yazı yazdırırken hokkayı iyi doldurmasını, kalemi iyi açmasını, (be) harfinin baş tarafını yazılmayan elif’e karşılık gelmesi için dik uzatmasını, (sin) harfinin dişlerini iyi belirtmesini, (mim) harfinin görünmesini, (Allah) lâfzının güzel yazılmasını, (Rahmân) lâfzının uzatılmasını ve (Rahîm) lâfzının da çok özenerek yazılmasını emr buyurmuştur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) (sin) harfinin dişlerini iyice belirtmeden (be) harfini yukarı doğru çekmeyi yasaklamıştır. Ömer (radıyallahü anh) (sin) harfini belirtmeden, Besmele yazanların kamçılanmasını emir buyurmuştur.
Kur’ân-ı kerîmden hiç bir şeyi helâk olacak, kaybolacak yere atması malı, yerde bulursa hemen kaldırmalıdır. Hadîs-i şerîfde: «Üzerinde Besmele yazılı bir kâğıdı ta’zîm ile basılmasın diye yerden kaldıran kimseyi Allahü teâlâ sıddîklardan yazar ve müşrik olsalar dahi anne ve babasının azabını hafifletir» buyuruldu.
Rivâyet edilir ki, Lokman Hakîm, üzerinde Besmele yazılı bir kâğıt gördü. Onu kaldırdı ve yedi. Allahü teâlâ ona hikmetli söz ve güzel nasihati ikrâm etti (Zülftetü’r-rıyâd).
Bâzı garâib haberlerde zikredildi ki, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), yazmak için kalemi aldı. Allah ismini yazdı. Allah yazısı üzerine kalemin gölgesi düştü. Bundan hoşlanmayıp yazıyı bıraktı. Yalnız bu kadar yazmakla örfen yazı yazmış sayılamıyacağı için ümmî olmasına aykırı olmaz. Ümmî, bâzı tefsirlerde açıklandığı gibi, kitabları okumayan ve yazmayan kimseye denir. Burada Resûlullah’ın vahiy gelmeden önce ümmî olduğu da söylenebilir. Allahü teâlâ’nın vahiy göndermesinden sonra okur yazar olmuştur. Rivâyet olunur kî, Abdullah bin Mervan’ın küçük bir ma’denî parası kuyuya düştü. 13 dînar (altın) harcayarak onu kuyudan çıkarttı. Sebebini sordular. Üzerinde Allahü teâlâ’nın ismi yazılı idi dedi. Allah ismini tükürükle silmek, hakaret ve küçük görmek olacağından mekrûhdur. Resûlullah (aleyhissalâtü vesselam) bundan men’ etmiş, silmek gerektiğinde temiz su ile yıkanmasını emir buyurmuştur (Kunye). Kur’ân-ı kerîmden başka yazıları tükürükle silmek câizdir.
Allahü teâlâ’nın ismini bir tahtaya, kaba yazıp sonra su dökülüp o suyu içip şifâlanmakta bir mahzur yoktur. Bu, meşhur haberlerle sâbit olmuştur. İnkâr eden olmamıştır. Künye sâhibi Muhît’den naklen bildiriyor ki: Fâtihanın kan ve bevl ile yazılması şifâ olduğu bilindiği zaman câiz olur diyenler yanılmıştır. Çünki: «Allahü teâlâ haramlarda şifâ te’sîri yaratmamıştır» hadîs-i şerifi vardır. Bizâziyye fetvâsında, kanaması dinmiyen yaranın, hayvanın derisine yazılan bâzı şifâ âyetleri ile, mutlaka iyileşeceği anlaşılırsa, o âyetleri hayvanın derisi üzerinde yazmakta bir mahzur yoktur. «Allahü teâlâ size haramda şifâ te’sîri yaratmamıştır» hadîs-i şerifi, şifâ olduğu iyi bilindiğinde, yasaklığın kalkacağını gösterir. Buna delîl olarak boğazda kalan lokmanın içki ile giderilmesinin ve susuzluktan ölecek kimsenin içki içmesinin câiz olduğu gösterilebilir.
Sünnetlerden biri de, Kur’ân-ı kerîm bulunan yere ta’zîm etmektir. Hadîs-i şerîfde: «Yeryüzünde Allahü teâlâ’nın en çok sevdiği yer, mescidlerden sonra Kur’ân-ı kerîmin bulunduğu yerlerdir» buyuruldu. Yazıları silinmeye yüz tutmuş, eskimiş Kur’ân-ı kerîmi temiz bir beze sararak temiz bir yere gömmelidir. Gömerken şalk (yarma) değil lahd yapmalıdır. Zira şakk yapılınca üzerine toprak atılacağı için kelâm-ı İlâhî ile istihfaf olur. Ancak Mushaf’ın üzerine tavan yapılırsa atılan topraklar Kur’ân-ı kerîm’e gelmeyeceğinden zararı olmaz. Gömüldüğü yerde Mushaf’a temiz olmayan şeyler değmemeli, ayak basacak yer olmamalıdır. Nikâye şerhinde, üzerinde Allahü teâlâ’nın ismi veya peygamberlerin, meleklerin isimleri yazılı kâğıdı ya akar suya bırakmalı veya temiz toprağa gömmelidir. Ateşte yakmamalıdır (Siyer-i kebîr), (Zahire). Sirâciyye’de ise yakmalı veya gömmelidir denilmektedir. Tatarhâniyye’de de böyledir. Akar suda yıkayıp kâğıtlarını dlmak da efdaldir. Kunye’de okuma imkânı kalmamış eski Mushaf’ı Kur’ân cildinde kullanmak câiz olmaz.
Kur’ân-ı kerîmi öğretmek için, önceden şart ederek ücret almamalıdır. Çünki Peygamberimiz Kur’ân-ı kerîmi satmaktan ve onun parasından men’ etmişdir. Ya’nî Kur’ân-ı kerîmin ilmini para karşılığı satmaktan men etmiştir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, onsekiz yaşında müsliman olan ve Resûlullah’ın İbni Mes’ûd ile kardeş yaptığı Muâz bin Cebel (radıyallahü anh)a soruldu ki: Bir kısım kimseler Kur’ân-ı kerîmi yazıp satıyorlar. Buna ne dersin? Buyurdu ki, bu Kur’ân-ı kerîmi satmak değildir, kâğıd ve el emeği parasıdır. Kur’ân’ı satmak, ancak ondan bir sûreyi öğretmek için önceden şart ederek, anlaşarak belli ücret almaktır. Zamanımızdaki bâzı âlimler dediler ki, bir kısım mes’elelerde cevabların zamanla değişmesi, ilim ve dînin kaybolmaktan, yok olmaktan korkulmasındandır. Bu mes’eleler şunlardır: Din âlimlerinin sultanlarla görüşmesi. Geçim talebi ile köylere çıkılması. Kur’ân-ı kerîmi öğretmek, imamlık ve müezzinlik için ücret alınması, kadından izinsiz erkeğin çocuktan korunması. İçki içene selâm verilmesi v.s. Bunlara, daha kötüsünün, daha zararlısının meydana gelmesinden korkulduğu için cevaz verilmiştir.