Sual: Kıyamet alametleri nelerdir? Günümüzde kıyamet alametleri hakkında tereddüde düşenler oluyor. Bunlar nasslarla sabit değil midir?

Cevap: Türpüşti Risalesi’nde deniyor ki;

Bu husûsda Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” sâbit olanlarda hiç tereddüd edilmesin ve inanmayanların ve kendi akılları ile Resûlullaha muhâlefete kalkışanların sapıtmaları, inananları hak yoldan dalâlet uçurumlarına düşürmesin. Kıyâmet alâmetleri çoktur.[1]

Kıyâmetin birinci alâmeti, Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem” gelmesidir. Çünki, O ahir zamân peygamberidir. Ondan sonra her asırda ve her zamânda bir şeyler ortaya çıkar. İlmin azalması, cehlin çoğalması, insanların çoğundan emniyetin kalkması, fitnelerin zâhir olması, kötü kimselerin, aşağılık insanların çoğalması, istilâsı, heryerde çalgı çalınması ve içki içilmesi, çocukların başa geçmesi, bir sonraki asır ehlinin bir evvelki asırda yaşayanlara lanet etmesi [kendinden öncekilere sövmesi] ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiş olan benzeri alâmetlerin çoğu bu güne kadar meydâna gelmişdtr. Bizim maksadımız bu fasılda bunları tek tek bildirmek değil, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği büyük alâmetleri anlatmaktır. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Kıyâmet yaklaşınca, Deccâl ve Ye’cüc ve Me’cüc ortaya çıkar. Bunlara Eşrat-i sâat [Kıyâmet alâmetleri] denir. Çünki bu alâmetler görülmedikce, dünyâ hayâtı devâm eder.

Sâat kelimesi Kur’ân-ı kerîmde iki manâda kullanılmıştır. Biri, her canlının ölümü manâsını taşıyan sûra ilk üfürmenin vâki olduğu son sâat, ikincisi, İsrâfil aleyhisselâmın sûra ikinci üflemesi ile her canlının dirilişinin vâki olduğu ilk sâat. Kıyâmet alâmetlerinden biri de Mehdî’nin “aleyhirrahme” dünyâya gelmesidir. Hazret-i Mehdî, Peygamber efendimizin Ehl-i beytinden olup, kızları hazret-i Fâtıma’nın “radıyallahü anhâ” evlâdındandır. İsmi Muhammed, babasının ismi Abdullahdır. Dünyâyı adâletle doldurur ve süsler. Hâlbuki ondan önce dünyâ zâlimlerle ve zulümle dolmuş bulunur. Şerîati, yanî islâm ahkâmını her tarafa yayar, her taraf adâletle dolar. Hadîs-i şerîfde, (Meryem’in oğlu Îsâ’dan başka Mehdî yoktur) buyuruldu. Bu demek değildir ki, Mehdî [hidâyet verici] diye birisi yoktur ve gelmez. Îsâ aleyhisselâm gibi fazîletli bir Mehdî [hidâyete çağıran] gelmez demektir. Yanî Îsâ gibi Mehdî olmaz demekdir. Bu hadîs-i şerîf, (Alî’den başka genç yoktur) hadîs-i şerîfine benzemektedir. Farsçada çok söylenir. Filâncadan başka adam yok. Bağdâd’dan başka şehir yok. (Meryem’in oğlu Îsâ’dan başka Mehdî yoktur) hadîs-i şerîfi gösteriyor ki, Îsâ aleyhisselâm gökden inince, Onun şerîati nesh olmuş, peygamberlik müddeti bitmiş olup, kendisi islâm dîni ve Muhammed aleyhisselâmın şerîati ile amel edecektir. Bu ümmet içindeki yeri, Allahü teâlânın yolunu gösteren râşid halîfeler gibidir. [2] Ve bu dîn-i mübîn onlarla her tarafa yayılır. Bu îzâhdan anlaşılmış oldu ki, yolu bu ümmetin Mehdîlerinin yolu olmakla berâber, hilâfette, sünnete uymakta ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ahlâkını, iç güzelliğini, özünü benimsemekte, hiç bir Mehdî onun gibi olamaz. Çünki Îsâ aleyhisselâm şerîat sâhibi büyük peygamberlerden biridir. Bu hadîs-i şerîfi böyle manâlandırmak lâzımdır. Zîrâ hazret-i Fâtıma evlâdından gelecek olan Mehdî’yi haber veren hadîs-i şerîf sahîhdir. O kadar çeşitli yollarla gelmişdir ki, tevâtür denilebilir. O hâlde, (Meryem’in oğlu Îsâ’dan başka Mehdî yoktur) hadîs-i şerîfini böyle manâlandırmalıdır ki, hadîs-i şerîflerden herbiri kendi yerine oturmuş olsun.

Hazret-i Mehdî hakkındaki sahîh hadîslerden biri de, (Mekkede ortaya çıkar), biri de, (Sûriye tarafından onunla harb etmek için asker gönderilir, Allahü teâlâ onları Beydâ denilen yerde yere batırır), biri de, (Kostantiniyye’yi feth eder), biri de, (Kostantiniyyeyi ve Deylem dağını feth eder)dir. Deylem, mülhidlerin bulunduğu dağlık bir bölgedir.

Mehdî aleyhirrahme haberlerinin birinde, hazret-i Hasen’in evlâdından olduğu, birinde Ker’a isimli bir köyde dünyâya geleceği, bu köyün Yemende bulunduğu bildirilmekte ise de, şimdi Yemen’de böyle bir dağ ve dağ köyü yoktur. Yâ vardı da ismi değişti, yâhud da ileride olacaktır.

Mehdî’yi bildiren haberlerde geldi ki, başının üstünde ona gölge veren bir bulut bulunur ve ondan bir el çıkar. Yine o buluttan bir melek seslenir ve (Bu Allah’ın sevgili kulu Mehdî’dir; ona tâbi’ olun) der.

Yine haberde geldi ki, hazret-i Mehdî’nin alnında, parlak bir yıldız gibi nişân [alâmet] bulunur. Bu bildirdiğimiz haberler sıhhat ve şöhrette, muhakkak kabûl edilmeleri lâzım gelecek sağlamlıkta değillerdir. Sahîh olanı kabûl şarttır. Zayıf ve sahîh olmayan için ise, eğer hadîs ise, buyurulduğu gibidir. Eğer bir hafîflik veyâ güvensizlik varsa nakledenlerdendir demelidir

Hazret-i Mehdî’nin dünyâya gelmesi, güneşin batıdan doğması gibi hârikulâde olan hâllerden sayılmasa da, insanlar onu kıyâmetin büyük alâmetlerinden bilirler. Hazret-i Mehdî’yi kıyâmet alâmetleri sayılırken anlatmamız, dünyâya gelişi sıradan bir insan gibi olsa da, o zamân geleceği haber verildiği içindir. Böylece onun dünyâya gelme zamânı gelmeden önce, Mehdîlik iddiasında bulunanlar olursa, onların fitnesinden korunulmuş olur. Nitekim bu zamâna kadar kendini beğenen, makâm ve şöhret düşkünlerinden niceleri bu yalan iddiada bulundular. Ayrıca câhillik ve yakınlık sebebiyle şî’îlerin ortaya atdığı bâtıl itikâdlardan, yâhud bâtınî [İsmâ’îlî] bozuk fırkasının yanlış inançlarından korunulmuş olur. Nitekim Şî’a, Mehdî, Hasen Askerî’nin oğlu Muhammeddir deyip, kendisine zamânın sâhibi lakâbını verdiler. İki yaşında iken vefât etti dediler.

İlmi olan, hattâ aklı olan hiç kimse bu sözün bir değer taşıdığını söyleyemez. Mü’minlerin, bâtıl iftirâlardan olan bu gibi düzmelere kulak vermeleri câiz değildir. Çünki bunlar ve benzeri sözler hurâfe [uydurma, saçma sapan] olup, zındıkların uydurduğu herzelerdir. Meymûn Kadâh, Ebû Sa’îd Cübbâî, oğlu ve emsâlleri (Allah onlara la’net eylesin) bunlardandır. Bu gibi sözlerden maksadları, müslümânlar arasına ayrılık düşürmek, bilgisi, kültürü az olan temiz insanların kalblerine şüphe tohumları ekmek ve dînin emir ve yasaklarına uymaktan onları soğutmaktır. Onlar, ilim sâhiplerinden birşey beklemezler, bunun için ilim ehli ile görüşmezler ve ilmi ve ehlini kötülerler. Bu uyduruk masalları anlattıkları için dünyâda bunlardan dahâ câhili vardır denemez. Ancak kendileri gibilerinin kafalarını döndürürler. İşte bâtınî davâsının menşei böyle hurâfelerdir. Dîni sağlam olanlar bu sözümüzü çok ciddî kabûl etsinler. Zîrâ onların hazret-i Mehdî hakkındaki sözlerinde, sahîh hadîslere muhâlefet ve icmâ’a karşı gelmek olup, nice fitne tohumları vardır. [3]

Ebû Şureyhâ Hüzeyfe bin Esyed “radıyallahü anh” bi’at-i Rıdvân’da bulunanlardandır. Onun bildirdiği hadîs-i şerîf kıyâmet alâmetlerini bir arada bildirmekte olup, sahîhdir. Başka hadîs-i şerîflerde de kıyâmet alâmetleri ayrı ayrı bildirilmektedir.

Kıyâmet alâmetlerinin kimi Kur’ân-ı kerîm ile, kimi tevâtür mertebesine varan hadîs-i şerîflerle açıkca bildirilmekdedir. Şimdi Ebû Şureyhâ hazretlerini dinliyelim: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” güneş gibi göründü, (Neden bahsediyorsunuz, ne konuşuyorsunuz?) buyurdu. Kıyâmetden konuşuyoruz, dedik. Buyurdu ki, (10 alâmeti görülmedikce kıyâmet kopmaz: Doğuda, Batıda ve Arab yarımadasında yere batmalar olur. Ye’cüc ve Me’cüc ortaya çıkar, Dâbbet-ül ard yerden çıkar, büyük bir duman görünür, Deccâl zuhûr eder, Meryem oğlu Îsâ gökten iner, güneş Batıdan doğar, Aden’in derinliklerinden bir ateş çıkar.) Bir rivâyetde bu tertîb üzere bulduk. Hadîsde Sihâh kitâplarında, bu sıradan başka tertîbler de vardır. Ammâ alâmetlerin kendilerinde ihtilâf yokdur.

Bilmek gerekir ki, bu hadîs-i şerîfte bildirilmekte olan 10 alâmetin görünmesi bu sıra iledir. Zîrâ diğer sahîh hadîslerden öğreniyoruz ki, Ye’cüc ve Me’cüc, Îsâ aleyhisselâmın yeryüzüne inişinden sonra ortaya çıkacaktır. Ammâ her birinin belirtilmiş vakitlerinden ve hâllerinden bilebildiklerimizi ve herbiri hakkındaki hadîs-i şerîfleri, inşâallah beyân edeceğiz. Bir mü’minin bu haberlerde Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” tasdîki, onun için yeterli ise de, bu husûsta bilgisi ne kadar çok olursa, itikâdı da o kadar kuvvetli olur:

Hadîs-i şerîfde üç husûftan [yere batmadan] bahis geçiyor. Biri doğuda, biri batıda, biri de Arab yarımadasında vuku’a gelir. Arab yarımadasında meydâna gelecek yere batmanın, diğer hadîs-i şerîflerden anlaşıldığına göre, zamânı, hazret-i Mehdî’nin zuhûrundan hemen sonradır. Bildirildiği gibi, üzerine asker sevk edildiği zamândır. Mehdî’nin zuhûrundan ve Kostantiniyye’nin fethinden sonra Deccâl hurûc eder.

Deccâl insan azmanı olup bir gözü kördür. İhtilâflı bir hadîsde bir gözü, yâhud sol gözü a’verdir. Sağ gözünün kör veyâ a’ver olması rivâyeti dahâ kuvvetlidir. Fakat hiç birisi kesin değildir. Çünki rivâyetler çeşitlidir. Ammâ şöyle itikâd etmelidir ki, bu ihtilâflar, bazı hadîs râvîlerinden kaynaklanmakta olup, hadîsleri iyi zabt edememelerindendir. Yanî sağ ile solu karıştırmışlardır. Yoksa Resûl-i ekrem efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, birbiri ile bağdaşmayan ve tereddüt ifâde eden böyle bir sözü söylemekten çok yüksek ve çok uzakdır. Resûlullah onu ümmetine tanıttı, ammâ ne zamân geleceğini açıkca söylemedi. Çünki bununla me’mûr değildi. Ammâ alâmet ve tanımaya yarayan işâretlerini bildirdi ve buyurdu ki, Deccâlin zuhûrundan önce üç sene kıtlık olur. Birinci sene, Allahü teâlânın emri ile o seneki yağmurun üçde ikisi yağar, biri yağmaz, yer de, çıkardığı bitkinin üçde ikisini çıkarır. İkinci sene, üçde ikisi tutulur, üçüncü sene hepsi tutulur. Ya’nî ne yağmur yağar, ne bitki biter. Bundan sonra Deccâl ortaya çıkar. Yanında çok enteresan şeyler bulunur. Büyü ve gözboyacılığı o raddeye ulaşır ki, Allahü teâlânın korudukları hâric, insanların çoğu ona tâbi’ olur. Hadîs-i şerîfde, (Bir kavmi davet eder ve hemen ona îmân ederler) buyurdu. Yanî ülûhiyyet da’vâsında bulunur da, ona inanırlar. Hadîs-i şerîfde, (Kıtlık çeken insanlar ona inandıklarında, göğe emreder, yağmur yağar, toprağa emreder, ekinler çıkıverir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfdeki gökten murâd, bulut, yâhud yağmur olsa gerek. Hadîs-i şerîfte geldi ki, (40 gün bütün dünyâyı dolaşır ve Mekke ve Medîne hâric her şehir ve köye uğrar.) Bir hadîs-i şerîfte, (Batı memleketlerindedir), bir hadîs-i şerîfde, (Doğu tarafından ortaya çıkar), bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimsenin dört ayaklı hayvanları helâk olur. Deccâl onun kapısına gidip, develerini diriltirsem, senin ilâhın olduğuma inanır mısın der. Evet der. Bunun üzerine şeytânlara, onun develeri şeklinde görünmelerini söyler. Sonra, anası, babası ve kardeşi helâk olmuş bir başkasına gider, ona da aynı şeyleri söyler. O da, evet, der. Şeytânları, anası, babası ve kardeşi şeklinde gösterir) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Biri Medîne’den dışarı çıkıp, Deccâli, Resûlullahın bildirdiği sıfatları üzere görmek ister. Bu kişi zamânın en iyi insanlarındandır. Onu görünce, Şâhidim ki, sen, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği, o çok yalancı Deccâl’sin der. Deccâl, diğer insanlara şimdi bunu öldürür ve sonra diriltirsem, sizin rabbiniz olduğumda şüpheniz kalır mı? der. Onlar da, hâyır kalmaz derler. O zâtı öldürür ve sonra diri olarak onlara gösterir. O zât, vallâhi senin Deccâl olduğunu bu kadar açık görmemiştim deyince, Deccâl onu öldürmek ister, ammâ öldüremez. Ne yapsa, nasıl saldırsa, Allahü teâlâ onu Deccâl’in şerrinden korur) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Yanında Cennet ve Cehennemlikler bulunur. Cennetlikler Cehennemlik, Cehennemlik görünenler Cennetlikdir) buyuruldu. Bir başka yerde de, (Yanında su ve ateş bulunur. İnsanların su zannetdikleri ateş olup, yakar; ateş sandıkları ise sudur ve serindir) buyurulmuştur.

Bu hadîs-i şerîflerde bildirilmiş olan olay ve hâllerin bir kısmı sağlam nakiller olup, ihtilâfsızdır. Diğer kısmında ise, ihtilâf ve zorluklar vardır. Bu iki kısım açıklanmak ister ki, dîne karşı gelenler ve nefslerine mağlûb olanlar, buradaki ifâdeleri, kendi bozuk düşüncelerine delîl gösterip, onlara tutunmasınlar ve Resûlullahtan gaybe dâir bildirilen haberler arasında bir tenâkuz [çatışma, uygunsuzluk] var deyip, bu haberleri red etmesinler. Din düşmanı olan mülhidler ve gaybî haberleri inkâr eden felsefeciler, bu gibi yerlerde fırsat peşinde olurlar. Ammâ müşrikler beğenmese de, Allahü teâlâ dînine yardım eder, hakîkati ortaya çıkarır.

Nakil yoluyla ihtilâf bulunan odur ki, bazı rivâyetlerde geldi ki, sağ gözü a’verdir. Bazı rivâyetlerde geldi ki, sol gözü a’verdir. Bu ayrılık, râvîlerden olabilir. Çünki Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” verdiği bir haberde ihtilâf mümkün değildir. Rivâyetlerin çoğunda, iki gözünden biri, su üzerine çıkan üzüm tânesi gibidir, diye gelmiştir. Ve çoğunda da hangi göz olduğu belirtilmemiştir. Belirtilenlerde ise, sağ göz olduğu ekseriyyettedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” o kadar ihtiyâtlı idiler ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından ta’yîn ve tesbît olmayan şeyde ona uyarlardı. O hâlde ihtilâf hadîs rivâyetlerinden birindeki bir vehim olabilir. Hangi gözü olduğunun belirtilmesinde, sağ dahâ çok olduğundan, ona itibâr ederiz. Bununla berâber diğer rivâyeti de söyleriz ve şu şekilde deriz: Hadîs-i şerîfde, gözünün a’ver olduğu bildiriliyor. A’ver bir gözü olmamağa derler. Hadîs-i şerîfde sağ gözün yeri memsûhdur diye geçmektedir. Memsûh, orada bir çukur ve göz yarığı yok demektir.

Hadîs-i şerîfde, Deccâlin gözü, suyun üstüne çıkan bir üzüm tânesi gibidir diye, geldi. Bu ise, memsûh ile uyuşmamaktadır. Ammâ bu hadîslerin arası bulunabilir. Şöyle ki, sağ gözü dümdüz, sol gözü ise, incîr tânesi gibi olur. Ya’nî gözlerden biri hiç yok, diğeri ise noksanlıkla tasvîr edilmektedir.

Biri de şudur ki, Deccâl yeryüzünde 40 gün kalır. Ammâ Ensârdan Esmâ binti Yezîd bin Sekke’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde 40 sene buyurulmakdadır. Ancak hazret-i Esmâ’nın bildirdiği hadîs-i şerîfin metni sıhhat, şöhret ve râvîlerin ittifâkı bakımından, 40 gün olduğunu bildiren hadîsle berâber değildir. Sahâbeden büyük bir topluluk onu nakletmişdir. Muhakkak ki, onlar, hıfz [ezberleme], zabt [kelimeleri olduğu gibi korumak] ve ihtiyât bakımlarından, bir kadından önde tutulur. O hâlde bu illetler muvâcehesinde, 40 güne i’tibâr olunur. 40 sene vehimde, [yanî doğruluk ihtimâli %50’nin altında] kalır. Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Deccâl yeryüzünde 40 gün kalır. Deccâl hadîsindeki müşkillerden biri odur ki, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, yeryüzünde ne kadar zamân kalacakdır, diye sorduklarında, (Kırk gün. Bir günü bir sene, bir günü bir ay, bir günü bir hafta kadar, bir günü yanan ateş kadar, diğer günler, sizin günleriniz gibi olur) buyurdu. Yâ Resûlallah, bir senelik olan bir gün, bizim namâz günümüz gibi mi olur? dediler. “Hâyır” buyurdu. O zamân nasıl yapacağız? dediler. (Zamânı, geçirmiş olduğunuz günler gibi düşünebilirsiniz. Bir gün miktârı kadar zamân içinde, bir günlük namâzlarınızı edâ edersiniz) buyurdu.

Buradan anlaşılmış oldu ki, gündüz ve gecede bir değişiklik olmayıp, asılları üzere olurlar. Yine anlaşılmış oldu ki, o 40 gün bu günler gibi olmaz. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir sene, yâhud bir ay, veyâ bir hafta kadar olan günlerde, ictihâd edip, namâzları ictihâdlarına [hesâblarına] göre kılmalarını buyurdu. Belki o gün o kadar uzun olur ki, seher vakti karanlıktan aydınlığa geçişi fark edilmez. Yâhud bir sene onların gözünde bir gün görünür. Ay veyâ hafta da, bunun gibi, o zamânki insanlara bir gün gelir ve gün tamâmen diğer günler gibi olur.

Biri de, Deccâl’in, Magribde [Batıda] bir denizde olduğu buyurulmuş olmasıdır. Yemen denizinde olduğu da buyurulmuştur. Başka bir hadîs-i şerîfte de, Maşrık [Doğu] tarafından ortaya çıkar diye geldi. Bunlarda bir tenâkuz [çatışma, zıtlaşma] yoktur. Zîrâ, hapsedilmiş olduğu adasından kurtulup, ortaya çıkınca, doğuya gider ve Horasan taraflarından zâhir olur. Batı denizinde buyurması, Yemen denizi olabilir. Yanî bulunduğu ada Yemen denizinin Batı tarafında bulunabilir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bu mevzu’yu böyle umûmî anlatması, dahâ fazla açıklamasında ümmeti için bir fayda görmemesindendir. Belki örtülü kalması ümmeti için dahâ yararlıdır.

Bir adamı öldürür, sonra diriltir hadîsinde zorlanan manâ, Allahü teâlâdan başkasının ölüyü diriltmemesidir. Buna şöyle cevâp verilir: Biz açık ve kesin delîllerle biliyoruz ki, öldüren ve dirilten, ancak Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başkası için söylemek, sebep bakımından olabilir; Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltirdi, demek gibi. Çünki ölülerin dirilmesi Îsâ aleyhisselâmın duâsı sebebi ile olmuştu. Allahü teâlânın hikmeti, Deccâl’in duâsı ile o ölen adamın diriltileceğini iktizâ edince, mecâzî olarak onun duâsıyla dirilir denildi. Diriltme işinin Allahü teâlâya âit olup, Deccâl’e âit olmadığını gösteren delîl ise, o ölüyü diriltdiği zamân, tekrâr öldürmek isteyince, öldürememesidir. Herkes bilir ki, insanların birbirini öldürmesi Allahü teâlânın takdîri olduğu hâlde, Deccâl’in o adamı öldürememesi, insanlara hiç verilmemiş olan ölüyü diriltmekte elbette dahâ âciz olur.

Bir başka zorluk da, Allahü teâlânın, yalan yere kendinin peygamber olduğunu söyleyene, insanların âciz oldukları bir husûsta yardım etmesi câiz değil iken, ulûhiyyet davâsında bulunan birine, en çok ihtiyâcı olduğu ölü bir kimseyi diriltmekte, duâsını kabûl etmekle ona yardım etmesidir.

Cevâbında deriz ki, nübüvvet [peygamberlik] davâsında bulunan, insanlar arasında olabilecek bir iddiada bulunmuştur. Ancak gaybı bilmekle alâkalıdır. Bu yalancının ise, sözünün yalan olduğuna, kendi nefsinden delîli yoktur. Peygamber olduğunu bilmesi delîl ile olmadı ki, doğru ile yalanı ayırabilsin. Ona, insanların âciz kaldıkları bir işte meded olununca, haklı ile haksızı ayıramadı. Îmân veyâ küfre davet edici olmasında ise, şüphe hâsıl olur. Bu da hikmetin müktezâsından uzaktır. O hâlde câiz olmaz. Ammâ rubûbiyyet [ülûhiyyet] davâsında olmak, emsâlinde mümkün olmayan bir iştir. Çünki muhdes [sonradan yaratılan birisi] rab ile ilâh olmağa lâyık olsaydı, bütün varlıklar, yanî yok iken yaratılanların hepsi de böyle olurdu. Hâlbuki muhdes, yanî mahlûk, mahlûka âit sıfatlardan ve alâmetlerden sıyrılamaz. Bu hâl onun yalanına yeterli bir şâhiddir. Çünki Deccâl’in insanlık sıfatlarında bile noksanı vardır. Akıllı olan herkes şu kadarını düşünebilir ki, insanın gücü dâhilinde bulunmayan ölüyü diriltmek gibi bir kudrete sâhip olsa, kendi a’ver olan gözünü düzeltirdi.

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu, (Size, Deccâl hakkında, hiç bir peygamberin ümmetine söylemediği bir sözü söylüyorum. Bilin ki, o a’verdir. Sizin Rabbiniz ise a’ver değildir) hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. Bilinmiyen şeylerde güç ve kuvvet sâhibi olmasındaki hikmet, mü’minin aklı ile iyice düşününce, onun yalancı olduğunu anlayıp, onun fitnesinden kurtulması ve böylece bu şeyin onun derecesinin yükselmesine sebep olması olup, diğer taraftan kendisine tâbi’ olanların özürlerinin kalmamasıdır. Bu gizli şeyler ondan göründüğü hâlde, îmân sâhiplerinin onu tekzîb etmelerine [yalanlamalarına] huccet ikâme etmeleri ve Resûlullahın onun hakkındaki hadîsleri ile onu insanlara tanıtmalarıdır. Ona kanmamış olanların bu hâli, akıl ve fikirlerine, Hak teâlânın tevfîkı refîk etmesindendir. (Allahü teâlâ kullarına dilediği şekilde hükmeder.)

Deccâlin ortaya çıkıp, yeryüzünde fesad, karışıklık ve bozgunculuk çıkarmasından sonra Îsâ aleyhisselâm gökten inecek. Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen sahîh hadîste, (Îsâ aleyhisselâm, kıyâmet yaklaşınca, diri olarak gökten iner, Deccâl’i öldürür. Yeryüzünü pislikten, fesattan, ona tâbi olanlardan, müşriklerden, bilhâssa, biz Îsâ’yı “aleyhisselâm” öldürdük ve asdık diyen yahûdîlerden temizler.) buyuruldu.[6]

Velhâsıl Îsâ aleyhisselâmın bu zamânda yeryüzüne indirilmesinin hikmetlerinden biri, kıyâmetin kopmasının yaklaşmasıdır. Îsâ aleyhisselâm Âdem oğludur, yanî insandır. Topraktan yaratılmış hiçbir varlık gökte ölmez, yerde ölür. Nitekim Allahü teâlâ Tâhâ sûresi 55. âyetinde meâlen, (Sizi toprakdan yarattık, yine sizi toprağa döndüreceğiz ve bir defa dahâ sizi ondan çıkaracağız) buyuruyor. Bunun için ecel-i müsemmâsı gelince, Allahü teâlâ onu yeryüzüne gönderir ve dünyâda ölür.

Hikmetlerinden biri de, yahûdîler Îsâ aleyhisselâmı tekzîb ettiler, ona inanmayıp, sihirbâzdır dediler ve onu öldürmek istediler. Kur’ân-ı kerîmde bunlar açıkca bildirilmektedir. Bu yüzden Allahü teâlâ yahûdî milleti üzerine, mezellet [aşağılık] çizgisi çekti. Kendi dînini Resûlullah ile azîz edip, onlara [yahûdîlere] dünyânın hiçbir yerinde saltanât ve hükümdârlık vermedi. Hep zelîl yaşadılar ve horlandılar. Sevinecekleri, râhat edecekleri günü beklediler. Hak teâlâya hamd olsun ki, o günü göremediler.

En büyük sihirbâz olan Deccâl ortaya çıkınca, bu habîsler cümleten ona tâbi’ olurlar ve bir devlet olacaklarını sanırlar. Hidâyet mesîhini [Îsâ aleyhisselâmı] tasdîk etmeleri vâcib iken, tekzîbi vâcib olan dalâlet mesîhini [Deccâl’i] tasdîk ederler. Îsâ aleyhisselâmın mucizelerine de inanmadılar, ammâ Deccâl’in sihrini kabûl ettiler. İşte bunun için Allahü teâlâ, o seçkin kulunu [Îsâ aleyhisselâmı] gönderip, onların, “Müslümânlardan intikâm almanın tam zamânıdır, intikâm alalım” derken, öldürmek istedikleri o mubârek zâtın eliyle onları helâk eder.

O asrın insanları, Deccâli, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği sıfatları ve hâller üzere bulur. Müşrik ve azgınlar için huccet te’kîd ve te’yîd edilirken, îmân ve yakîn sâhiplerinin îmânlarının kuvvetlenmesine sebeb olur.

Şöyle itikâd etmelidir ki, Îsâ aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti arasına geldiğinden, şerîatin hükümlerinde de Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” şerîati ve yolu üzere olur. Çünki Allahü teâlâ Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” halkı islâma davetle gönderince, bütün insanların Îsâ aleyhisselâmın şerîatini bırakıp, Muhammed aleyhisselâmın şerîatine geçmeleri vâcib oldu. Ondan önceki dinlerin ahkâm kısmından olanları bırakıp, islâm dîninin ahkâmına [emir ve yasaklarına] uymaları lâzım geldi. Buradan anlaşılmış oldu ki, Îsâ aleyhisselâmın, dînine davet işi, Resûlullah efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yeni bir şerîatle gelmesiyle tamâmlandı ve Ondan sonra bir başka Peygamber gelmez. Zîrâ Allahü teâlâ kendisine, “Peygamberlerin sonuncusu” buyurdu. Tevâtür derecesine ulaşan sahîh bir hadîs-i şerîfde, (Benden sonra hiç peygamber olmaz) buyuruldu ve bu Allahü teâlânın kelâmının açıklanmasıdır. İş böyle olunca, bu sözden Îsâ aleyhisselâmın o zamân peygamber olmayacağının anlaşılması lâzım gelir. Kitâp ve ahir zamân peygamberi Muhammed Mustafâ’nın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünneti ile hükmetmek gerektir.[4] Bunun için Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eğer Mûsâ “aleyhisselâm şimdi sağ olsaydı, bana tâbi olmaktan başka bir şey yapamazdı) buyurdu.

Îsâ aleyhisselâm zamânında, Deccâl ve ona tâbi olanlar helâk olduktan sonra, Ye’cûc ve Me’cûc denilen, insan nev’inden iki gürûh çıkar. Çok kalabalıktırlar. Yeryüzünde varmadıkları yer kalmaz. Allahü teâlâ buna işâretle, Enbiyâ sûresi 96. âyetinde meâlen, (Nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc, sedleri açıldığı ve onlar hep tepeden akın ettiği zamân,) [5] buyurmaktadır. Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi aşarlardaki, sedden murâd, Zülkarneyn aleyhisselâmın, dünyâya zarar vermesinler diye önlerine çektiği seddir. Ye’cûc ve Me’cûc’e bundan başka manâ vermeğe kalkışan, doğru yoldan ayrılır ve Kur’ân-ı kerîme aykırı bir yol tutar.

Ye’cûc ve Me’cûcün her tarafı istilâ zamânında Îsâ aleyhisselâm mü’minlerle birlikde Tûr dağına sığınır. Fesadları yeryüzünün her yanına yayılınca, Îsâ aleyhisselâm ve yanındaki mü’minler, bu zâlimlerin helâki için duâ ederler. Allahü teâlâ, bir ânda, boyunlarında ve koltuk altlarındaki bir hastalıkla onları helâk eder. Sanki hepsinin ölümü, tek bir kişinin ölümü gibi olur.

Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri de, güneşin batıdan doğmasıdır. Meâl-i şerîfi, (Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veyâ Rabbinin gelmesini, yâhud Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış, ya da îmânından bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık îmânı bir fayda sağlamaz. Ey Habîbim, onlara de ki, bekleyin, şüphesiz, biz de beklemekteyiz!) olan En’âm sûresi, 158. âyet-i kerîmesi, güneşin batıdan doğması hakkındadır. Sahîh hadîs-i şerîflerden böyle olduğu açıkca anlaşılmaktadır. Bu durumun beyânı Resûlullahdan ümmetine öyle bir ifâde ile gelmiştir ki, inkâr eden kâfir olur. Çünki güneşin batıdan doğmayacağını söylemekte, Peygamberin kabûl etdiğini red etmek, yanî kabûl etmemek, dolayısıyla Onu “sallallahü aleyhi ve sellem” tasdîk etmemek vardır. Hâlbuki Ondan gelenleri tasdîk etmemiz vâcibdir, şarttır. Aklımız almasa da, havsalamızın üstünde ve dışında bulunsa da, böyledir ve bu âyet-i kerîme de bu maddeye girenlerdendir. Güneşin batıdan doğacağına inanmak istemeyen, bir dîne sâhip ise, dînine baş vursun. Dîninde bunu bulunca, bilir ki, insanların toplanmasından sonra güneş göğün yüksekliğinden aşağı atılır. Nitekim Hak teâlâ Tekvîr sûresi 1. âyetinde bundan haber veriyor ve (Güneş katlanıp dürüldüğünde), yanî ışığı kalmadığı zamân, buyuruyor. Göklerin içindekilerle birlikte dürüldüğünü bilince, bunu imkânsız saymaz. 5 gezegeni, yanî Utarid, Zühre, Merîh, Müşteri ve Zühalı düşünüp, onların yörüngelerindeki hareketlerinin Hak teâlâ tarafından ne kadar muntazam kılındığını anlarsa, Allahü teâlânın kıyâmetin kopması yaklaştığı zamân güneşin seyrini değiştirip, battığı yerden doğacağını kabûl eder. Mevcûd nizâmın bozulması, insanların bozulduğu, Hakkı unuttukları zamânda olacak ve bu büyük alâmetle onları uyarıp, kâinâtın nizâmını bozmak Allahü teâlâ için çok kolay olduğunu onlara hâtırlatır.

Peygamberlerin “salevâtullahi aleyhim” kıyâmet hâllerinden insanlara haber verdiklerinin hepsi doğru idi. Âhir zamânda yaşıyanlara kıyâmet alâmetleri bir bir görününce ve onlar eskisi gibi sapıklıklarında ısrâr üzere olunca, bu büyük alâmet onlara gösterilir. Gaybe îmânları doğru olmadığından, onlara azâb açıkca izhâr olunur. O zamân onların inanmaları ıztırarı, yanî ister istemez olur. İlimleri de zarûrî olur. Bunun için kâfirler, o hâli gördükten sonra îmân etseler de, îmânları sahîh olmaz. Îmânları sahîh ve doğru olmadığı için faydası da olmaz. Nitekim En’âm sûresi 158. âyetinde meâlen, (Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veyâ Rabbinin gelmesini, yâhud Rabbinin bazı alâmetlerinin [kıyâmet alâmetlerinin] gelmesini bekliyorlar. O alâmetlerin geldiği gün, önceden inanmamış veyâ îmânından bir hayır kazanmamış olan kimseye artık îmânı bir fayda sağlamaz. De ki, bekleyin, biz de şüphesiz beklemekteyiz) buyuruyor.

Ayrıca hadîs-i şerîfde geldi ki, “Sabâhında güneşin batıdan doğacağı gece, diğer gecelerden uzun olur. Bu gecenin uzunluğunu, teheccüd için kalkanlardan ve o sâatlerde ibâdet, zikir ve evrâdı vazîfe edinmiş olanlardan başkası bilmez. İbâdet ve vazîfelerini bitirince, sabâhı beklerler, ammâ sabâh açmaz. Şüphelenip, tekrâr yapdıkları ibâdeti bir dahâ yaparlar. Bitirince, yine sabâh olmadığını gördüklerinde, herhâlde bilmediğimiz büyük bir hâdise vuku’a gelecek, deyip korkarlar ve Allahü teâlâyı anarak, yalvararak, inleyerek, gözyaşları dökerek, Allahü teâlâya sığınırlar. Onlar bu hâlde iken, tan yeri güneşin her zamân batmış olduğu yerden ağarmağa başlar. Biraz sonra güneş batıdan yükselir. Ziyâsı çok parlak olmayıp, herkes onu görür. İşte bu zamândır ki, kâfirin îmân etmesi, artık ona fayda vermez. Bu bir günde Resûlullahtan bildirilmiş olan nakilde tereddüd yoktur. Bazı rivâyetlerde üç gün batıdan doğar diye gelmiştir. Sonra eski hâline döner ve dünyâ durdukça hep doğudan doğup, batıdan batmağa devâm eder.

Yukarıda geçen âyet-i kerîmenin işâret ettiği manâda âlimler ayrı ayrı söylemişlerdir. Kimi, güneş batıdan doğduktan sonra, kıyâmet kopuncaya kadar tevbe kabûl olmaz dedi ve bu husûsta, (Güneş batıdan doğmadan önce tevbe edenin tevbesini Allahü teâlâ kabûl eder) sahîh hadîsini sened aldılar. Bunun gibi bir hadîs-i şerîfde de, (Güneş battığı yerden doğuncaya kadar, tevbe[nin kabûlü] devâm eder) buyuruldu. Bu manâda söylenmiş, bunlara benzer başka hadîsler de vardır. Kimi de, bu hüküm, bu alâmeti görüp, îmâna gelenler için geçerlidir, ammâ bu hâdiseden sonra dünyâya gelenler, yâhud bu büyük olayın vâki olduğu zamân çocuk olanlar bu hükme girmez dediler. Dînin usûlü ve mantığı da buna uygundur. Çünki Allahü teâlâ kulları îmâna davet ediyor. Bu daveti kabûl edenler ve îmânları ıztırarı [mecbûrî] olmıyanların îmânları makbûl olur.

Ancak güneş batıdan doğduktan sonra dünyâya bir başka nesil gelmez, zîrâ zamân çok azalmıştır denirse, hadîs-i şerîfde, (Gâyet yaşlı iki kişi birbirine rastlar. Biri diğerine, sen ne zamân doğdun, dediğinde, Cevâben, Benim âilem bana, güneşin batıdan doğduğu gün, dünyâya gelmiş olduğumu söylediler der) hadîs-i şerîfini hâtırlatırız.

Bu hüküm bu büyük alâmeti müşâhede edenler için geçerli olur, sözümüzün delili şudur ki, sahîh hadîste, (Kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin batıdan doğmasıdır) buyurulduğuna göre, yanî ilk alâmet güneşin batıdan doğması olunca, demek ki, Deccâl’in çıkışından ve ondan sonra Îsâ aleyhisselâmın inişinden öncedir. Hâlbuki Îsâ aleyhisselâm zamânında îmân makbûl olacakdır. Delîli de, meâl-i şerîfi, (Kitâb ehlinden her biri, ölümünden önce, ona muhakkak îmân edecekdir. Kıyâmet gününde de onlara şâhid olacaktır) olan Nisâ sûresi, 159. âyet-i kerîmesidir. Eğer, ölmeden önce ona îmân ederler, ammâ makbûl olmaz, denirse, deriz ki, sahîh hadîste, Îsâ aleyhisselâmın cizye va’z edeceği [koyacağı] bildirildi. Bu demekdir ki, hepsi hak olan dîne îmân ederler ve cizye verecek kimse bulunmaz. Yâhud da bütün insanların îmâna gelmesi istenir ve cizye vermelerine râzı olunmaz demektir.

Eğer kıyâmetin ilk alâmeti, güneşin batıdan doğmasıdır ve bu semâvî alâmetlerin ilkidir denirse, cevâbında deriz ki, mümkündür, ammâ Ebû Hüreyre’nin “radıyallahü anh” Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği sahîh hadîste, (Üç şey vardır ki, onlar zâhir olunca, dahâ önce îmân etmemiş olanların îmânı fayda vermez: Güneşin batıdan doğması. Deccâl’in ve Dâbbet-ül ardın çıkışı) buyuruldu.

Bilinen odur ki, Deccâlin çıkışı Îsâ aleyhisselâmın inişinden öncedir ve Îsâ aleyhisselâm zamânında, dahâ önce bildirdiğimiz haber ve delîllerle, îmân kabûl edilmektedir. Bu taraf diğerlerinden ağır basıyorsa da, hiçbirisi ile istidlâl yapmak lâyık değildir. Çünki hiçbirinde tevâtür derecesine erişen ve ilmi mûcib olan bir nakil bulamadık. Tevâtürün bulunduğu ise, âhir zamânda güneşin batıdan doğması ve onu müşâhede eden kâfirlerin îmânlarının makbûl olmamasıdır. Ammâ vaktinin kesin olarak ne zamân olacağı bilinmemektedir. Îsâ aleyhisselâmdan önce olması muhtemeldir. O asırdan sonra tevbe makbûl olur ve yine muhtemeldir ki, Îsâ aleyhisselâmın vefâtından ve onunla birlikte bulunan mü’minlerin rûhları kabz edildikten sonra insanların en şerlileri kalıp, küfür ve fesadlarında ısrârla devâm ederler de, Allahü teâlânın gazâbı onlara erişir ve azâba düçâr olurlar. Güneş batıdan onlar üzerine doğar ve o zamân onların ettikleri îmân kabûl olunmaz. Nitekim Mü’min sûresi 85. âyetinde meâlen, (Fakat azâbımızı gördükleri zamân îmânları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allahın kulları hakkında süregelen âdeti budur. İşte o zamân kâfirler hüsrâna uğrayacaktır) buyuruldu ki, bu manâ açıkca bildirilmektedir.

Kıyâmet alâmetlerinden biri de, yerden Dâbbet-ül ardın çıkışıdır. Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmekte ve Neml sûresi 82. âyetinde meâlen, (O söz başlarına geldiği [kıyâmet yaklaştığı] zamân, onlara yerden bir dabbe [mahlûk] çıkarırız da, bu onlara, insanların âyetlerimize kesin bir îmân getirmemiş olduklarını söyler) buyurulmaktadır. Yanî sözümüz kâfirlere vâki olduğunda, yanî kıyâmet alâmetlerinden vâki olacakları haber verdiklerimiz meydâna geldiği zamân demektir. Manâsı şöyle de olabilir: Azâb sözümüz onlara vâcib olunca, yâhud yeryüzünde olanlarca mü’minin kâfirden ayrılmasına dâir olan sözümüz hâsıl olunca, onlar için yerden bir dâbbe [mahlûk] çıkarırız ve onlarla konuşur.

Hak teâlâ dünyânın ömrünü daraltınca, Sâlih aleyhisselâmın devesini kayadan çıkardığı gibi, insanlar için yerden bir mahlûk çıkarır. O mahlûk konuşur. Kâfirleri yaralar denildi.

Dâbbet-ül ard ve onunla birlikde meydâna gelecek hâlleri bildiren haberler çoktur. Fakat kesin bilgi olacak haberler derecesinde değillerdir. Bu yüzden maksadımızla alâkası az olduğundan o haberleri geçiyoruz. Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” inanlara şu kadarını bilmek lâzımdır: Bu mahlûk çıkacak, konuşacak ve kıyâmet yaklaştığı zamân zuhûr edecektir. Bu kadarını tasdîk etmeli ve sahîh olduğuna inanmalıdır. Hadîs-i şerîfte Dâbbet-ül ardın çıkışı ile güneşin batıdan doğuşunun birbirine yakın olduğu, hangisinin önce olursa, diğerinin hemen ardından geleceği bildirildi ve bu hadîs-i şerîf, kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin batıdan doğmasıdır hadîs-i şerîfinin, semâvî alâmetlerin ilkidir şeklinde olan yorumun doğru olduğunu göstermektedir. [7]
Kıyâmet alâmetlerinden biri de bir dumandır. [8] Bu duman gökyüzünde görülüp yere doğru iner, yerle birleşir. İnsanların nefesini tutar. Nitekim Duhân sûresi 10. âyetinde meâlen, (Göğün insanları bürüyecek, apaçık bir duman çıkaracağı gün) buyuruldu. Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü anh” buyurdu ki, bahis konusu duman Resûlullahın zamânında göründü. Mekke kâfirlerine büyük kıtlık oldu ve yeryüzünün üstünde bu dumanı bulut gibi gördüler. Allahü teâlâ manâsını en iyi bilendir.

Kıyâmetin alâmetlerinden biri de, Aden denizinin derinliklerinden çıkan bir ateş olup, bu ateşin aydınlığından, Sûriye taraflarındaki Busra denilen yerde bulunan develerin boyunları aydınlanır. Diğer bir rivâyette, insanları mahşer yerine toplar. Bir başka rivâyette, insanları kıyâmet yerine toplar, insanlar nereye gitse, onlarla berâber olur. Gece-gündüz onlardan ayrılmaz, diye geldi. Bu hadîs sahîhtir ve hakîkatine inanmak vâcibtir. Fakat bu hadîs birkaç yolla gelmiştir ki, bazısında işkâl vardır ve zâhiri ile bağdaşmamaktadır. Bunun için bu konuyu biraz açıklayalım da, sapık bir kimse bu bakımdan müslümânları şüpheye düşürmesin ve bozuk inancı için araç ve delîl olarak kullanmasın:

Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet alâmetlerinin sonuncusu, Aden denizinin dibinden bir ateşin çıkmasıdır…) buyuruldu demiştik. Bir rivâyette, (Yemenden çıkar), bir rivâyette de, (Hicâz toprağından bir ateş çıkıp, Busra develerinin boynunu aydınlatmadıkca kıyâmet kopmaz), bir hadîste de, (Kıyâmet alâmetlerinin ilki bir ateştir ki, insanları doğudan batıya kadar bir yerde toplar) diye geldi. Her ne kadar ilk ve son kelimelerinde bazı râvîlerin yanılması uzak bir ihtimâl değilse de, iki hadîs de sahîh olduğundan ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tarafından haber verildiklerinden, Onun yanılmasına imkân bulunmadığından, işin doğrusu, her iki hadîsin ma’nâsını öyle vermeliyiz ki, bu iki hikâye ve haber ayrıdır. Ya’nî, kıyâmet alâmetlerinin ilki bir ateşdir ki, doğudan batıya kadar bütün insanları bir araya getirir. Sonuncusu, Adenin derinliklerinden çıkan bir ateş olur, hadîs-i şerîfi ile tenâkuz oluşturması lâzım gelmez. Her biri kendi yerinde ve kendi zamânında meydâna gelir. Ammâ kıyâmet alâmetlerinin ilki olup, Hicâz’dan zuhûr eder buyurulan ateş, işâret edildiği gibi, Cemâzil âhır ayının 25’inden Şa’bân ortasına kadar 50 gün zuhûr etti. Bu ateş Medîne’den bir fersâh [6 km] doğuda bir yerden ortaya çıktı ve her tarafa deve büyüklüğünde ateş gibi kızarmış taşlar fırlattı. Erimiş bakır gibi ateş seli akıttı ve sahrâya doğru aktı ve soğuyup katılaştı. Böylece Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” haberi doğrulandı.

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ifâde tarzından açıkca anlaşılmış oldu ki, kıyâmet alâmetlerinin sonuncusu olacak olan ateşin, Yemenden çıkması gerçek ateş olacaktır. Diğer hadîste bildirilenin ise, zamânımızda meydâna çıkacak ve insanları doğudan batıya kadar bir araya getirecek büyük bir fitne olması muhtemeldir. O fitne ve harbin şiddetinden çok insanlar helâk olacaktır. Şehirlerdeki ahâlînin helâk ve çâresizliğini ateş kelimesi ile ifâde etmişlerdir. Nitekim arablar harbe, ateş derler. Yâhud da bu milletin en büyük fitnesi, bir çok şehirleri yok eden bir ateş [yangın] olur. Ammâ Hicâz toprağından çıkana da bu manâyı vermek doğru değildir. Çünki, Busrâ’daki develerin boyunlarını aydınlatır buyurulmuşdur. Bu açıklamanın böyle yapılmasından murâd, sûreta değil, manâ bakımından düşünülebileceği şüphesinin bertarâf edilmesidir. (Kıyâmet alâmetlerinin ilki doğudan batıya kadar insanları bir araya getiren bir ateştir) hadîs-i şerîfinin de bu minvâl üzere anlaşılması mümkündür.[9]

Bu rivâyetleri birleşdirmek şöyledir: Bu ateş, başlangıçda serî olarak bütün dünyâyı 8 günde dolaşır, sonra deve yürüyüşü ile ilerler, zamân zamân dinlenir. Aden, Berhût vâdîsi ve Hadramut hepsi Yemen diyârındadır. O hâlde bu ibâre ve ifâdelerin işâreti bir olur. Kurtubî, Hattâbî, Kâdî Iyâd, Şeyhülislâm ve diğer büyük âlimler, bu haşr [toplanma] kıyâmet gününden evvel olur ki, bu ateş hayâtta olan insanları mahşer yerine toplar, dediler.

FÂİDE I. Buhârî ve Müslimde bildirilir: (Son haşr olanlar, Müzeyyene kabîlesinden iki genç olup, Medîne’ye gelmek isterler ve koyunlarına seslenirler. Başka kimse olmadan Vedâ tepesine varırlar ve orada yüzü koyun düşerler.) Bir rivâyetde şöyle bildirilmişdir: (Biri Cüheyne, biri Müzeyyene kabîlelerindendir. Birbirlerine, insanlar nerededir? derler. Medîne’ye vardıklarında, şehirde insan göremeyip, tilkileri görürler. Sonra yanlarına gökden iki melek iner ve onları öldürüp diğer ölenlere katarlar.) Birinci rivâyetdeki ikisinin de Müzeyyene kabîlesinden olması kuvvetlidir.

İnsanları doğudan batıya doğru haşr etmesinin [toplamasının] hikmeti, insanların kıyâmetin bu büyük alâmetinin zuhûr etdiğini duymaları ve kıyâmetin yakın olduğuna kesin olarak inanmaları ve Deccâl fitnesinin ve diğer alâmetlerin meydâna gelmesinin artık an meselesi olduğunu anlamalarıdır. Bu bakımdan fitne yeri olan şarktan [doğudan], emniyet ve îmân ehlinin bulunduğu yer olan Şâm [batı] tarafına hicret ederler. Bir kimse suâl edip, kıyâmetin ilk alâmeti güneşin batıdan doğmasıdır hadîs-i şerîfi ile sizin ilk alâmet dediğiniz Hicâz toprağından çıkan bu ateşi bildiren hadîsin arası nasıl bulunur derse, cevâbında deriz ki, güneşin batıdan doğma alâmeti, Semâvî alâmetlerin ilki, bu hadîs-i şerîften murâd yeryüzüne âit alâmetlerin ilki olmasıdır.

Bir kimse, ayın inşıkâkı [yarılması] kıyâmet alâmetlerindendir ve bu Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zamânında vuku’a geldi ve geçti, ayrıca, (Kıyâmet alâmetlerinden biri de Hicâz’dan çıkan ateştir), ve yine, (Kıyâmet alâmetlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru haşr eden [sürüp bir yere toplıyan] ateştir) deyip, bunları toplamak nasıl olur derse, cevâbında deriz ki, kıyâmet alâmetleri mertebe mertebe, yanî peyderpeydir. Kimi Resûlullahın zamânında olmuş, kiminden ise her devrde birşeyler meydâna gelmiş, kimi de âhir zamândaki değişikliklerden sonra birbiri arkasından zuhûr edecekdir. Nitekim hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet alâmetleri, ipliği kesilen inci dizisinden incilerin döküldüğü gibi, birbiri ardınca meydâna gelir) buyuruldu.

Kıyâmet alâmetleri, ölüm işâretlerine benzer ki, dem be dem, sâat be sâat hastalara hâsıl olmakdadır. Bu işâretleri görünce hastalar tevbe eder, pişmânlık duyar, ölüme ve sonrasına hâzırlanır ve vasiyetlerini yerine getirir. Kıyâmet alâmetlerinin birbiri arkasından vâkıi olmasında da, kulların Hakka mülâkı olmağa liyâkat kazanmaları, bu dünyâdan ümîdini kesip, dahâ kuvvetli bir îmânla âhirete gitmelerine îmâ olup, Resûlullahın bildirdiği her şeyi göreceklerine, münkirlerin ise hiçbir delîlleri kalmıyacağına işâretler vardır. Allahü teâlâ kullarına dilediği gibi hükmeder ve dilediğini yapar.

FÂİDE II. Şeyhülislâm, Kurtubîden naklen bildirir: Haşr dörttür; İkisi dünyâda, ikisi âhiretdedir. Dünyâdakilerden biri, yahûdîlerin Medîne-i münevvereden sonra Şâm taraflarında olan haşrı [toplanması] olup, Haşr sûresinde zikrolunmakdadır. İkincisi, kıyâmete yakın vuku’ bulacak olan bu haşrdır. Âhirettekilerin birincisi, ölülerin kabirlerinden kalkıp mahşer yerine toplanmaları, sonuncusu ise, Cennet ve Cehennemde toplanmalarıdır. Birinci haşr müstakil [tam] değildir. Çünki haşrın umûmî olması gerekir. O sâdece yahûdîlere mahsûs bir haşrdır. Böyle haşrlar çok olmuştur. Abdüllah ibni Zübeyr’in “radıyallahü anhümâ” Ümeyye oğullarını Medîne’den Şâm diyârına götürüp toplaması gibi. (Işâa) sâhibi der ki, Resûlullahın ve Allahü teâlânın, yahûdîlerin Medîne’den çıkarılışına haşr buyurmalarındaki özellik, diğer çıkarılışlarda yoktur. (Keşf-ül gatâ)

 

 

[1] Âhir zamânda ibâdet edenler câhil, Kur’ân-ı kerîm okuyan hâfızlar fâsık olur. Fuhş sözler söylemek, sıla-i rahmi, ya’nî akrabâyı ziyâreti, onlara yardımı kesmek, emîn [güvenilir] olanı hâin, hâini emîn göstermek, yalan konuşanı tasdîk etmek, doğru konuşanı yalanlamak, kâmil ve takvâ sâhibi bir mü’min kendi akrabâsı ve yakınları arasında zayıf bir koyundan hor, aşağı olmak, câmi’lerin, mescidlerin mihrâbları süslü, ama gönüller harâb olmak, dünyânın virâneleri, yıkılası yerleri ma’mûr, ma’mûr yerleri zâlimler yüzünden virân olmak, hep kıyâmetin alâmetlerindendir ve bu sayılanlar çoktan zuhûr etmişdir. Çalgılar, oyunlar, eğlenceler, nefse hitâb eden şeyler, içki içenler, devlet adamlarına yaltakçılık edenler, herkesin gizli işlerini, ayıplarını arayanlar, göz ve kaş hareketleri ile alay edenler ve nikâhsız doğan çocuklar çok olmak, kıyâmetin alâmetlerindendir. (Keşf-ül gatâ)

 

[2] Onuncu Fasl: Hazret-i Mehdî ile Îsâ aleyhisselâmın buluşmaları: Hazret-i Mehdî kemâl-i kuvvet ve haşmetle Beyt-i Makdîs’de [Kudüs’de] hilâfet tahtına oturup, dünyânın her yanında hükmü ve fermânı geçerli olunca, mel’ûn Deccâl hurûc eder. Bütün memleketlerde çeşit çeşit fesâtlıklardan sonra Şâm’a [Sûriye’ye] gelip, Kudüs’ü kuşatır. İşte o zamân Îsâ aleyhisselâm gökden iner. Hazret-i Mehdî imâmlık için Îsâ aleyhisselâmı öne geçirir ve arkasında namâz kılar. Onun yardımcısı ve vezîri olur. Îsâ aleyhisselâmın inişi hakkındaki geniş bilgi, nerede ve ne zamân ineceği hakkında ma’lûmât, inşâallah kendi yerinde gelecekdir. (Tebsıra)

Îsâ aleyhisselâmın hazret-i Mehdî’ye uyması sahîh hadîslerde gelmiştir. Mevlânâ Sa’deddîn-i Teftezânî (Şerh-i Akâid)de, bunun aksini söylemiş, yanî hazret-i Mehdî Îsâ aleyhisselâma uyar demiş, sebeb olarak da hazret-i Îsâ, hazret-i Mehdî’den üstündür illetini ileri sürmüştür. Bunun için onun imâm olması dahâ evlâdır, sözü hadîs-i şerîflere uymamaktadır. Allâme Müctehîd [İbni Hacer-i Mekkî] (Savâik-ul-muhrika)da der ki: Onun, hazret-i Mehdî Îsâ aleyhisselâma uyar demesinde delîli yoktur. Zîrâ Îsâ aleyhisselâmın hazret-i Mehdî’ye uymasından maksad, hazret-i Mehdî’nin Resûlullah efendimizin dîninde ve Onun dîninin ahkâmı ile hükmedici oluşudur. Bu ifâdelerin bir araya getirilerek, hazret-i Mehdî’nin Îsâ aleyhisselâma imâm olması mümkündür denebilir; şu iki şartla ki, birincisi, bu maksadın izhârı için olup, kendisi imâm olur, ondan sonra dahâ üstün olana uyulur usûlüne uygun olarak, kendisi Îsâ aleyhisselâma uyar.

Allâme Teftezânî (Şerh-i Mekâsıd)de der ki: Îsâ aleyhisselâm Mehdî hazretlerine uyar veyâ tersi olur dediklerinin bir senedi, dayanağı yoktur. O hâlde itimâda şâyân bir beyân değildir. Bu sözü önceki sözünden dahâ çok şaşırtıcıdır. Çünki Îsâ aleyhisselâmın hazret-i Mehdî’ye uyacağını bildiren hadîs-i şerîfini Ebû Sa’îd, Câbir, Ebû Ümâme ve Abdüllah bin Ömer haber verdi ve Osmân bin Ebûl-Âs, Ebû Hüreyre, Huzeyfe ve İbni Sîrin de bildirdi. Bazı râvî yolları Sahîhaynda ve diğer sahîhlerde bildirilmiştir. (Keşf-ül-gatâ.)

Tebsıra: Bazıları zannetti ki, hazret-i Mehdînin feth edeceği Kostantiniyye, İstanbul olarak bilinen meşhûr şehirdir. Bu şehir şimdi islâm diyârı olup, o zamân, Allah korusun, küfür diyârı olur. Bu düşünce yanlışdır. Belki murâd, Büyük Kostantiniyyedir. Bu ise Fransa’da büyük bir kale ve sûrlar yapdıran kral Kostantinin ismi ile anılır.

[3]

Kıyâmetin alâmetlerinden biri de, Deccâl’in hurûcudur. Allahü teâlâ, Mü’min sûresi 57. âyetinde meâlen, “Elbette göklerin ve yerin yaratılması, nâs [insanlar]ın yaratılmasından dahâ büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler” buyuruldu. Begavî tefsîrinde der ki, müfessirlerden bir kısmı, buradaki nâs kelimesinden murâd, Deccâl’dır. İnsanlardan murâd da yahûdîlerdir demişlerdir. Yanî göklerin ve yerin yaratılması, Deccâlin yaratılmasından büyük şeydir, lâkin yahûdîlerden çoğu, Deccâle kızmakta kavga ederler, bunu bilmezler.

Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Âdem aleyhisselâmın yaratılmasından kıyâmete kadar, Deccâlden dahâ büyük bir mahlûk bulunmaz) buyurdu. Bir rivâyetde, (Deccâl’in fitnesinden büyük fitne bulunmaz” buyurdu. Yine buyurdu, (Kavmini Deccâlle korkutmayan hiçbir peygamber yoktur.) Bir rivâyetde ise, (Nûh ve Ondan sonraki peygamberler “aleyhimüsselâm” kavimlerini Deccâlle korkutmuşlardır) buyurdu.

Beyhekî, üstâdı Hâkim’den nakleder. Alâmetlerin ilki, yanî hazret-i Mehdîden sonraki alâmetlerin ilki, Deccâldır. Sonra Îsâ aleyhisselâmın yeryüzüne inmesi, sonra Ye’cüc ve Me’cüc, sonra Dâbbet-ül ardın çıkışı, sonra güneşin batıdan doğmasıdır. Hâkim bir başka ifâdesinde buyurdu ki, Dâbbet-ül ardın çıkışı, güneşin batıdan doğmasından sonradır. Deccâl hakkındaki bütün haberleri yazsak, ayrı bir defter olur. Bir çok âlimler Deccâl hakkında müstakil kitâblar yazmıştır. Fakat biz burada birkaç fasıl olarak anlatırız:

1. Fasıl: İsmi, soyu ve doğum yeri: Nesebinde ihtilâf vardır. Şakk-ı Kâhinin oğludur, Şakk-ı Kâhinin kendisidir, annesi cinnî idi, Şakkın babasına âşık oldu ve Şak ondan oldu. Cinnîler onun için çok şaşılacak şeyler yapardı. Bunun için Süleymân aleyhisselâm onu adaların birinde habs etti denildi. Diğer bir kavle göre, Deccâl, Sâfî bin Sayyâd’dır. Medînede doğmuştur. Lâkin sahîh olan İbni Sayyâd’ın Deccâl olmadığıdır. Belki onun gibiler sapıklar halkasının başlarından olacakdır. Bir kavilde de, şeytânlardan bir şeytândır. Bir adada hapsedilmişti. Babası uzun boylu, şişmân olup, burnu kuş gagası gibi bed şekil idi. Anası ise şişmân, göğüsleri iri bir kadın idi. Deccâl, aldatıcı demektir. Lâkabı Mesîh’dir. Zîrâ bir gözü memsûhtur, kapatılmıştır. Yâhud mesaha, mesâfe alıp dolaştığındandır. En doğrusu Resûlullahın buyurduğu olup, (Deccâl dalâlet Mesîhidir) sözüdür. Bu da gösteriyor ki, Îsâ aleyhisselâm Hidâyet Mesîhi, Deccâl dalâlet Mesîhidir.

2. Fasıl: Deccâlin sûretindedir. Hadîs-i şerîfde geldi ki, (kuvvetli bir gençdir.) Bir rivâyetde: İhtiyâr olup, bembeyâzdır. Saçı zenci saçı gibi kıvırcıkdır. Sol gözü aşağı, sağ gözü yukarı kaymıştır. Boyu kısa, bacakları açık, şişmân, iri yapılı olur. Alnında, iki gözünün arasında kâfir yazısı bulunur. Yanî K, F, R, harfleri bulunur. Kâfirlerden başka herkes bunu okur. Çocuğu olmaz.

3. Fasıl: Çıktığı yer, ona tâbi olanlar. Rivâyete göre evvelâ Şâm şehrinin kapısına gelip, hurûc etmek ister, fakat yapamaz, Kisvet nehri sularını geçmek ister, geçemez. Bunun üzerine tereddüdde kalır, nereye gideceğine karar veremez. Sonra doğuya döner, Îrân’a gider. Horasan tarafına geçer. İsfehân’da bir yahûdî köyünden hurûc eder. İlk hurûcu zamânında îmânlı ve sâlih görünür, insanları dîne çağırır ve insanlar ona tâbi’ olurlar. Günbegün ilerler, adamları çoğalır. Kûfe’ye varıncaya kadar hep din adamı görünür, insanları dîne ve sünnete uymağa teşvîk eder. Bundan sonra peygamberlik davâ eder. İlim sâhibleri, onun bu iddiası karşısında şaşırır ve korkarlar ve ondan ayrılırlar. Dahâ sonra ulûhiyyet [tanrılık] davâsında bulunur ve “Ben Allahım” der. İşte o zamân bir gözü kör olup, tek gözle kalır, kulağı da kesik olur. İki gözünün arasında, k-f-r=kâfir harfleri ortaya çıkar. Sapıklığı kimseden gizli kalmaz. Zerre kadar îmânlı olan ondan uzak durur. Uyanlarının çoğu türkler [Asyalılar], İsfehân yehûdîleri ve zinâdan doğmuş çocuklar olur. Üzerlerinde yeşil elbiseler ve külâhlar [şapkalar] bulunur. Bir rivâyette yehûdîler 70 bin kişi olup, kadınların çoğu da onun askerine katılır.

Tebsırada yazar: Hadîs-i şerîfde geldi ki, (Fitnelerin ilki Osmân’ın katl edilmesi, sonu Deccâlin hurûcudur). Resûlullahın sırdaşı olan Huzeyfe “radıyallahü anh” buyurur: Rûhum yed-i kudretinde bulunan Allaha yemîn ederim ki, hazret-i Osmân’ın kâtillerine karşı kalbinde zerre kadar sevgi taşıyan, eğer vaktinde yetişirse Deccâle tâbi’ olur, yetişmezse, ona îmân eder. Bu iki habere göre, hazret-i Osmân’a “radıyallahü anh” buğz eden [kin tutan] Deccâle tâbi’ olanlardandır. Herkes bilir ki, bütün râfizîler, hazret-i Osmân’a büyük düşmanlardır. O hâlde Deccâle tâbi’lerdir. Eğer tevbesiz ölürlerse, onunla birlikde haşr olunurlar. İşte o mel’ûn, toplanma yeri olan İsfehân’dan çıkacakdır.

4. Fasıl: O rahmetten uzak, mel’un ve zâlim, din zayıf olduğu ve ilim kalktığı zamân çıkar. Hattâ bir rivâyette geldi ki, o zamân yeryüzünde, ona, Allahın varlığını isbât edecek tek kişi bulunmaz. Bunun içindir ki, Huzeyfe “radıyallahü anh” buyuruyor ki, eğer Deccâl sizin zamânınızda ortaya çıkarsa, onun çocuklarını taşa tutun. Fakat o ilmin azaldığı, dînin zayıfladığı bir zamânda görünür. Sâhib-üz-zamân bahsinde geçti ki, Deccâl, Kostantiniyye’nin fethinden 7 sene sonra hurûc eder. Çıkış alâmetlerinden biri, ondan evvel 3 sene kıtlık olur. Birinci sene yağmur ve nebâtın üçde biri, ikinci sene üçde ikisi, üçüncü sene ise hepsi kesilir biter. Çıkış alâmetlerinden biri de, isminin unutulması, minberlerden söylenmemesidir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zamânında bu habîsden o kadar bahsedilir ki, dahâ fazlası olmaz. Nüvâs “radıyallahü anh” bildirir. Resûlullah hutbe okudu ve buyurdu ki, (Allahü teâlâ hiçbir zemânda Deccâl’den dahâ büyük fitne yeryüzüne göndermemiştir. Allahü teâlânın gönderdiği her peygamber ümmetini Deccâl’in şerriyle korkutmuştur. Ben ise, peygamberlerin sonuncusuyum, siz de ümmetlerin sonuncususunuz. O sizin aranızda ortaya çıkacaktır.) Velhâsıl Resûlullah, onun hakkında o kadar söz söylediler ki, biz zannetdik, hurmalıkları geçerken, onu arkada bıraktık ve Resûlullahın yanına geldik de, onun korkusu üzerimizdedir. Bunun üzerine Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, (Eğer o geldiğinde ben aranızda isem, sizin önünüzde, ona karşı ben huccet getiririm. Ben her müslümânın hâmisiyim [koruyucusuyum]. Eğer benden sonra gelirse, herkes kendinden huccet göstersin. Allahü teâlâ her müslümân üzerine benim halîfemdir.) Bir hadîs-i şerîfde geldi ki, (Ey Allahın kulları, sâkin olun! Deccâli, benden önce hiçbir peygamberin anlatmadığı şekilde size anlatacağım.) Teşehhüdden sonra okunması bildirilen duâ: (Allahümme innî e’ûzü bike min fitnet-il mesîh-id-deccâl), yanî yâ Rabbî, Mesîh deccâlin fitnesinden sonra sığınırım, duâsı hep okuna gelmiştir. Şimdiki zamânda Deccâl, hiç anılmamış gibi oldu. Unutuldu. Ne bir minberde ismi söylenir, ne bir kimsenin hâtırında fitnesinin endîşesi bulunur. Herhâlde gelmesi yakın oldu. [Keşf-ül-gata]

 

[4] (Ma’den-ül me’ânî) kitâbında yazar: Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin verdiği söz henüz yerine gelmedi, yanî ortaya çıkmadı. Muhakkak çıkacaktır ve o söz şudur ki, doğudan batıya kadar bütün insanlar islâm dîninde olurlar. Başka hiç bir din kalmaz. Tefsîr âlimleri bu husûsta, “Bu, Îsâ aleyhisselâmın inmesinden ve Deccâl’i öldürmesinden sonra olacakdır” demişlerdir. Yeryüzünde islâmdan başka din kalmayınca, bir kısım kâfirler, babalarının dinlerini kalblerinde gizli tutarlar ve dilleri ile biz mü’miniz derler. Vaad edilen söz, din tek bir din olur, meydâna çıkar, beyânından sonra müfessirler şunu da ilâve ediyorlar. Küfürlerini kalblerinde gizleyen bazıları için, Allahü teâlâ taşları, kayaları dile getirip, “Ey Muhammedî, şu yahûdîdir, onu öldür”, bu hıristiyandır, bunu öldür, o mecûsîdir, onu öldür” dedirtir. Böylece müşrik ve kâfirler temâmen öldürülür ve sâdece islâm dîni kalır. İnşâallah vakti gelince, bu vaade tahakkuk edecekdir. (Nûr-ül-ebsâr)

[5] Îsâ aleyhisselâmın dünyâda kalması hakkında vârid olan hadîs-i şerîfler, 40 yıl dünyâda kalacağını göstermektedir. Zamânında her yerde adâlet olacak. Öyle ki, vâdîdeki bir ırmağa, bundan sonra su yerine bal akıt, dese, bal akar. Haberlerin lafızlarına [kelimelerine – sözlerine] bakılırsa, iki ihtimâl ortaya çıkar. Biri ömrü 40 sene oluncaya kadar yeryüzünde kalır. Ya’nî göğe çıkarıldığı zamân 33 yaşında idi. Âhir zamânda gökten inince, 7 sene dahâ kalır. Diğer ihtimâl, indikten sonra 40 sene dahâ dünyâda kalmasıdır. Hadîs-i şerîflerin sözlerine göre bu ihtimâl ağırlıktadır. Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Hadîs-i şerîfde geldi ki, (Îsâ aleyhisselâm, Medîne ile Da’r vâdîsi arasındaki Revhâ denilen yere iner. Oradan hacca gider.) Bir başka hadîsde de, (Kabrime gelir ve bana selâm verir ve ben selâmına cevâb veririm) diye geldi. Bir rivâyetde de, (Hanginiz Îsâ’ya “aleyhisselâm” erişirseniz, ona selâmımı ulaştırınız) diye geldi. Ebû Hüreyre buyurdu, “Ey kardeşimin çocukları, eğer Îsâ aleyhisselâmı görürseniz, ona Ebû Hüreyre’nin sana selâmı var deyin”. Hadîs-i şerîfde geldi ki, (Îsâ aleyhisselâm evlenir, oğulları olur, sonra ölür ve benim yanımda defnolunur. Bunun için ikimiz aynı mezârdan kalkarız, Ebû Bekr ve Ömer’in arasında olarak.)
(Keşfü’l-gata)

[6] Ye’cûc ve Me’cûc yeryüzünü istilâ edip, bütün suları içerler, kuru ve yaş bulduklarını yerler. (El-Mu’temed fil-mu’tekad) kitâbının sâhibi, kıyâmet alâmetlerini anlatırken diyor ki: Deccâl ve ona uyanlar Îsâ aleyhisselâmın elinde helâk oldukdan sonra, Ye’cüc ve Me’cüc hurûc eder, seddi aşarlar. Îsâ aleyhisselâm Tûr dağına sığınır. Bazı hadîslerde geldi ki, Beytül-mukaddesde bulunan Cebel-i Hamra varıp, “Yeryüzündekileri öldürdük, gelin, şimdi gökyüzünde ne varsa, onları da öldürelim” derler ve oklarını göğe doğru fırlatırlar. Okları; ucu kanlı olarak geri döner. Îsâ aleyhisselâmın ve yanındaki mü’minlerin işi zor, hâlleri sıkıntılı olur. İşte o zamân duâ ederler ve Allahü teâlâ bir ânda hepsini helâk eder. (Tefsîr-i Hüseynî)

[7] Dâbbenin boyu 60 arşın [30 m.] denildi. Çok ilginç bir varlıktır. Bir çok hayvana benzer. Safâ tepesi yarılır ve bir gece oradan çıkar. Yanında Mûsâ aleyhisselâmın asâsı ve Süleymân aleyhisselâmın mührü bulunur. Yetişmek isteyen onu tutamaz, ondan kaçmak isteyen kurtulamaz. Mü’mine asâ ile vurur ve alnına mü’min yazılır. Kâfire mühürle vurur ve alnına kâfir yazılır. Resûl-i ekrem efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, nereden çıkar suâl edildiğinde, (Mescidlerin en büyüğünden), yanî Mescid-i Harâmdan buyurmuştur. (Şerh-i Mişkât)

[8] Duhân sûresi 10 ve 11. âyetlerinde, (Göğün, insanları bürüyecek, açık bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bu elem verici bir azâbtır) buyuruldu, ki duman kelimesi geçmektedir. Âlimlerin çoğu, burada kasd edilen duman, Resûlullahın zamânında, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” Kureyşliler için, (Yâ Rabbî, onlara Yûsuf kıtlığı ver) duâsı ile Kureyşin, 7 sene süren ve halkın deri, leş, hattâ ölmüş köpek, kokuşmuş kemik yedikleri ve açlıktan gözlerinin önüne sis geldiği dumandır dediler. İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” böyle buyurmuştur. Ba’zıları da bu âyetteki dumandan maksad, kıyâmet alâmetlerinden biri olan Dumanın zuhûrudur demiştir. Huzeyfe “radıyallahü anh” ve ona tâbi olanlar böyle demiştir.

(Tefsîr-i Hüseynî)de diyor ki, arablar, büyük kötülük ve zararlara duhân, yanî duman derler. Bundan murâd islâm dîni ile alay edenlere inecek azâbdır. (Aynü’l-me’ânî)de yazar: Âyetteki dumandan maksad, Mekke’nin fethi günü yeryüzünden yükselen toz ve dumandır. Bazıları da, kâfirlerin çektiği kıtlık ve açlıktır, Peygamberimiz onlara öyle duâ etmişti. Duman, kişinin ziyâde açlık sebebi ile gözlerinin tam görememesi ve bulanık görmesinden ibâretdir, dediler. (Tibyân)da yazar: Kıtlık senesinde, yağmur yağmadığından toprak çok kurumuş olmakla, yerden göğe doğru, bir toz bulutu yükseldi. Bunun için o kıtlık senesine toz bulutu senesi dediler. Kül senesi de böyle bir hâdiseden ismini almıştır. Kimi de, bahs konusu duman, kıyâmet alâmetlerinden biri olarak görünecektir, dedi. Nitekim kıyâmet alâmetlerini haber veren hadîs-i şerîfte, Duman ve Deccâl bildirilmekte, onun doğudan batıya kadar insanları kaplayacağı, 40 gün sonra kaldırılacağı, mü’minlerin ondan nezle gibi râhatsız olacağı, kâfirlerin ise, başlarından akılları gidip, sersemleşecekleri ve meleklerin onlara, (İşte bu elem verici bir azâptır) âyetini okuyacakları haber verilmektedir.

[9] Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri Aden’in derinliklerinden çıkan bir ateş olup, insanları mahşer yerine sürer. Hadîs ve eserlerin şerhlerinde bu ateşi anlatırken, önceki ve sonraki âlimlerin muhtelîf sözleri bildirilmektedir. Hepsini buraya yazmak, bu risâlenin hacmine uzun gelir. Bunun için bir kaç hadîs ve seçilmiş, sağlam ve sahîh kavillerle yetindik. Kıyâmet alâmetlerini 10 olarak bildiren hadîsde sonuncusu, Yemenden çıkıp, insanları mahşer yerine süren bir ateş olduğudur. Bir rivâyetde Yemen’de bir şehir olan Kasr-ı Aden’den, bir rivâyette Aden’de bir vâdî olup, Ateş vâdîsi diye bilinen Berhut’tan, bir rivâyetde kıyâmet gününden önce Hadramutdan çıkar ve insanları bir yere toplar, bir rivâyetde 8 günde dünyâyı dolaşır, rüzgâr gibi kanatlanır, bulut gibi hareket eder, harâreti geceleyin, gündüzünkünden dahâ çokdur. Gökle yer arasında şiddetli gök gürültüsü gibi sesi vardır. İnsanlara evlerinin çatısından dahâ yakındır, diye geldi. Yâ Resûlullah, o gün mü’min olan erkek ve kadınlar ondan kurtulur mu, dediklerinde, (Mü’min erkek ve kadınlar nerededir. O günün insanları eşeklerden dahâ beterdir. Yanî o zamânın insanları eşekten aşağı kâfirlerdir. Hayvanlar gibi açıkda cima ederler ve aralarında, ayıptır bu kadar da yapmayın diyen olmaz) buyurdu… (Tebsira)

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler