Sual: Varlık nedir? Varlık kendiliğinden mi oluşmuştur, bir yaratanı var mıdır?
Cevap: Etrafımızı 5 duygu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz olmayacaktı. Kendimizi bile bilemeyecektik. Yürüyemeyecek, bir şey yapamayacak, yaşıyamayacaktık. Anamız, babamız olamayacak, var olamayacaktık. Ruhumuza tatlı gelen güzelleri göremeyecek, güzel sesleri duyamayacak, onları sevemeyecektik. Allah’ımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan şükretsek, şükrünü ödemiş olamayız.
Duygu organlarımıza etki eden her şeye, varlık veya mevcûd diyoruz. Kum, su, güneş birer mevcuttur. Çünkü, bunları görüyoruz. Ses de bir mevcuttur. Çünkü, işitiyoruz. Hava, bir mevcuttur. Çünkü, elimizi açıp yelpaze gibi sallayınca, havanın elimize çarptığını duyuyoruz. Rüzgar da yüzümüze çarpıyor. Bunun gibi, sıcaklık, soğukluk da birer mevcuttur. Çünkü, derimizle bunları duyuyoruz. Elektrik, hararet, yani ısı ve mıknatıs gibi enerjilerin [kudretlerin] de mevcûd olduklarına inanıyoruz. Çünkü, elektrik akımının hararet ve mıknatıs veya kimyâ reaksiyonları meydana getirdiğini, ısı gelince sıcaklık olduğunu, ısı azalınca soğukluk olduğunu ve mıknatısın demiri çektiğini hissediyoruz, anlıyoruz. (Ben havanın, ısının, elektriğin mevcûd olduklarına inanmam. Çünkü, bunları görmüyorum) sözüne yanlıştır diyoruz. Çünkü, bunlar görülemezlerse de, kendilerini veya yaptıkları işleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için de, görülemeyen birçok varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları lazım gelmez diyoruz. Bunun gibi, (Ben Allaha inanmam. Melek, cin gibi şeyler yoktur. Var olsalardı görürdüm) sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun olmayan bir sözdür.
Fen dersleri bildiriyor ki ağırlığı ve hacmi olan varlıklara, madde denir. Buna göre, hava, su, taş, tahta maddedirler. Işık, elektrik akımı birer varlık iseler de, madde değildirler. Maddenin şekil almış parçalarına, cisim denir. Çivi, kürek, maşa, iğne birer cisimdirler. Hepsi, aynı demir maddesinden yapılmışlardır. Duran bir cismi harekete getiren, harekette olan bir cismi durduran veya hareketini değiştiren sebebe, kuvvet denir. Duran bir cisme kuvvet etki etmezse, hep durur. Hareket eden bir cisme, kuvvet etki etmezse, hareketi değişmez ve hiç durmaz.
Maddelerin, cisimlerin ve maddelerde bulunan enerjilerin hepsine âlem veya tabiat denir. Âlemde her cisim hareket etmekte, değişmektedir. Demek ki her cisme, her ân çeşitli kuvvetler tesir etmekte, değişiklik hâsıl olmaktadır. Cisimlerde meydana gelen değişikliğe hadise veya olay denir.
Alem tesadüfen mi oluşmuştur?
Cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binalar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allaha inanmayanlar, (Bunları tabiat yapıyor. Her şeyi tabiat kuvvetleri yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi bir araya yığılmışlar mıdır? Otomobil tabiat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile hesap ile plan ile birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kaidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir demez mi? Tabiattaki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince sanatların birer meşheri, sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, bu tabiat sanatlarından birkaçını görebilmek ve taklit edebilmektir. İslam düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile (Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor) demiştir. Bir otomobilin tabiat kuvvetleri ile tesadüfen hâsıl olacağını kabul etmeyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu âlemi tabiat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, planlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? Tabiat yaratmıştır. Tesadüfen var olmuştur demek, cahillik, ahmaklık olmaz mı?
Allahü teâlâ her şeyi en güzel ve en faydalı olarak yarattı. Mesela, Erd küresini güneşten 150 milyon kilometre uzakta yarattı. Daha uzakta yaratsaydı, hiç sıcak mevsim olmaz, çok soğuktan ölürdük. Daha yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, hiç bir canlı yaşayamazdı. Etrafımızı saran hava, hacmen %21 oksijen, % 78 azot ve 10.000’de 3 karbondioksit gazlarının karışımıdır. Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıda maddelerini yakarak, bize kuvvet, kudret veriyor. Oksijenin havadaki miktarı daha çok olsaydı, hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Miktarı 21 den az olsaydı, gıdalarımızı yakamazdı. Yine, hiçbir canlı yaşayamazdı. Yağmurlu, şimşekli havalarda, oksijen azotla birleşerek, havada nitrat tuzları hâsıl olup yağmurla toprağa iniyor. Bunlar, nebatatı besliyor. Nebatlar da, hayvanlara, hayvanlar da insanlara gıda oluyor. Görülüyor ki rızkımız semada hâsıl olmakta, göklerden yağmaktadır. Havadaki karbon dioksit gazı, dimağçedeki kalp ve teneffüs merkezlerini tenbih ediyor, çalıştırıyor. Havadaki karbon dioksit miktarı azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız. Miktarı artarsa boğuluruz. Karbon dioksit miktarının hiç değişmemesi lâzımdır. Bunun için de, denizleri yarattı. Karbon dioksit miktarı artınca, kısmi tazyiki de artıp, fazlası denizlerde eriyerek, sudaki karbonat ile birleşerek, onu bi-karbonat haline çeviriyor. Bu da, dibe çökerek deryaların dibinde çamur tabakası hâsıl oluyor. Havada azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün canlılar havasız yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlaya çalışmadan, parasız veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da her yerde yarattı. Fakat, susuzluğa daha fazla tahammül edildiği için, bunu arayıp bulacak, taşıyacak şekilde yarattı. Fe-tebarekallahü ahsenül-halikin! İnsanlar, bunları yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu!
Allahü teâlânın, sayamayacağımız kadar çok nizam ve ahenk içinde, halk ettiği sayılamayacak kadar çok varlıklar tesadüfen olmuştur diyenlerin sözleri cahilcedir. Şöyle ki: Üzeri 1’den 10’a kadar numaralanmış 10 taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile yani önce bir numaralı, sonra 2 numaralı ve nihâyet 10 numaralı olacak şekilde çıkarmaya çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak üzere çıkarmaya çalışılacaktır. Böylece, 10 taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilmek ihtimali onmilyarda 1’dir. 10 adet taşın bir sıra dahilinde dizilme ihtimali bu kadar az olursa, kainattaki sayısız düzenin tesadüfen meydana gelmesine imkan ve ihtimal yoktur.
Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel mesela 5 kere bassa, elde edilen 5 harfli kelimenin türkçe veya başka bir dilde bir mânâ ifade etmesi acaba ne derece mümkündür? Şayet gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir mânâ ifade eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki bir sayfa yazı veya kitap teşkil edilse, sayfanın ve kitabın, tesadüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akıllı denilebilir mi?
Cisimler yok oluyor. Bunlardan, başka cisimler meydana geliyor ise de, bu işte, 118 madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor denilirse, radioaktif bozulmalar, elementlerin ve hatta atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermektedir. Hatta, Einstein adındaki Alman fizikçisi, bu dönüşmenin matematiksel formülünü ortaya koymuştur.
Cisimlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. Yani, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır demektir. Yani hiçbir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır demektir. İlk, yani birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lazımdı. Çünkü, âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için, bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lazım olacaktır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır. Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok demektir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, yani, başlangıç olan bir varlık yok demektir. İlk, yani 1. varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lazım gelir. Yani, her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lazım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lazım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekte olduğu anlaşıldı. Âlemin yoktan var edilmiş olduğunu, o ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünkü âlemin var olduğunu anladık.
Âlemi yoktan var eden bir yaratıcının bulunduğunu ve bu yaratıcının kadîm olması, yani hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz var olması lazım geldiğini, Şerh-i Mevakıf kitabı, 5. mevkıfın 1. mersadında uzun ispat etmektedir. Kısacası şöyledir ki değişmek, başka şey olmak demektir. Yaratıcı değişince, başka olur. Yaratıcılığı bozulur. Yaratıcının değişmemesi, hep aynı kalması lâzımdır. Âlemin sonsuz olamayacağını anlattığımız gibi düşünürsek, değişmeyen yaratıcının kadîm olması, sonsuz var olması lâzımdır. Bunun için, hiç değişmeyen sonsuz var olan bir yaratıcı vardır. Bu hiç değişmeyen bir yaratıcının ismi Allah’dır. Allahü teâlâ, kendini tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermiştir. Son ve en üstün Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın hayatını, üstünlüklerini, doğru yazılmış kitaplardan okuyan anlayışlı ve insaflı bir kimse, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğunu hemen anlar. Seve seve müslüman olur. Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamberlerinin en üstünü olduğuna ve bunun her sözünün doğru, faydalı olduğuna inanmaya iman etmek ve müslüman olmak denir. Böyle inanan kimseye mümin ve müslüman denir. Muhammed aleyhisselâmın sözlerine hadis-i şerif denir. Kurân-ı Kerîmde ve hadis-i şeriflerde açık olarak bildirilenlerden birine bile inanmayana (Kâfir) denir. Asılları Hak teâlânın kelamı olan ve sonradan değiştirilip, birer tarih kitabı haline çevrilmiş bulunan, Tevrat, Zebur ve İncili, Allah kelamı zanneden kâfirlere ehl-i kitap (kitaplı kâfir) denir. Yahudilerin ve Hristiyanların çoğu kitaplı kâfirdir. Kendisinde ülûhiyet sıfatı bulunduğuna inandıkları bir insanın heykeli, mezarı karşısında secde ederek, onun her şeyi yapacağına inananlara (Müşrik) veya (Putperest) denir. Berehmen, Budist ve Ateşperestler böyledir. Yahudilerin ve hristiyanların bir kısmı, büyük Kostantin’den sonra, müşrik oldu. Hiçbir dine inanmayanlara ateist ve dehri denir. Komünistler ve Masonlar ve bunların tuzaklarına düşen din cahilleri böyledir.
Tavsiye Yazı –> Felsefe insanı hakikate götürür mü?