Sual: İhtisab neye denir? Muhtesib kimdir? Tarihte nasıl bir rol oynamıştır?
Cevap: Emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil-münkerdir. İslâm cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle sosyal huzuru sağlamak için yapılan işlere denir. İhtisâb, her müslüman üzerinden sakıt olduğu için, İslâm devletlerin bu vazifeyi yapmaları ile diğerleri üzerinden sakıt olduğu için islâm devletlerinde hükümdarlar, bu iş için muhtesibler vazifelendirirlerdi. Müslümanlar da ellerinden geldiğince gördükleri kötülükleri ortadan kaldırmaya, iyilikleri teşvike, yâni emr-i bil-ma’rûf nehy-i anil-münker yapmaya gayret ederlerdi. Emr-i bil ma’rûf nehy-i anil-münker işi ile ilk meşgul olan Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemdi. Âl-i İmrân sûresi 114. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sizden, insanları iyiliğe çağıran bir cemâat olsun ki, ma’rufu (yâni Kitâb ve sünnete uymağı) emr eder ve münkeri (yâni Kur’ân ve hadîsin aksine davranmayı) yasak eder hâlde bulunsunlar.” buyurularak, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, emr-i bil-ma’rûf nehy-i anil-münkerle görevlendirildi. Yine aynı sûrenin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik yapılmasını emreder kötülükten nehy eder siniz.” buyrularak bu hasletleri ile övüldüler.
Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem de birçok hadîs-i şerîfleri, hâl ve hareketleri ile bu işi emir ve teşvîk buyurdular. Bir hadîs-i şerîflerinde; “İnsanoğlunun her sözü kendine zararlıdır; ancak emr-i ma’rûf, nehy-i münker ve Allahü teâlâyı zikri faydalıdır.” buyurdular.
Eshâb-ı kiramın büyüklerinden Ebü’d-Derdâ (radiyallahu anh); “Elbette ma’rûfu, iyiliği emreder, münkerden, kötülüklerden nehyedersiniz. Eğer, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri bırakırsanız, Allahü teâlâ size öyle birini musallat eder ki, büyüklerinizi ta’zim etmez, küçüklerinize acımaz, iyileriniz ona beddua ederler, ama duaları kabul olmaz. Yardım isterler, kendilerine yardım olunmaz, istiğfar ederler, mağfiret olunmazlar” buyurdu.
Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere ma’rûf, bunlara uymayan şeylere yâni nass ile ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen şeylere münker denir. Bunların her biri 2 kısımdır. 1. kısım ma’rûf ve münkerler meydanda olup, âlim olan ve olmayan bunları bilir. 1. kısım emirler (ma’rûf); 5 vakit namaz kılmak, Ramazân-ı şerîf ayında oruç tutmak, zekât vermek, hac etmek gibi şeylerin farz olmasıdır. 1. kısım münkerler ise; zina, alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, faiz alıp vermek, başkasının malını gasbetmek ve bunlar gibi şeylerin haram olmasıdır. Bunları her mü’minin emr ve nehy etmesi lâzımdır.
2. kısım ma’rûf ve münkerleri yalnız âlimler bilir. 2. kısım emirler; Allahü teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu mevzuunda îmânla ilgili hususlardır. Bu kısımda olanları, âlimler emr ve nehy eder. Eğer bir âlim, bunları bildirdi ise, âlim olmayanın da, gücü yeterse, bildirmesi caiz olur. Münkerin 2. kısmı, daha ziyâde îmânda, îtikâdda olan bozukluklardır. Her mü’minin Ehl-i sünnet îtikâdına yapışması, bozuk îmândan, yâni dalâletten, îtikâdda bid’atten kaçınması lâzımdır. Bunları da âlimler emr ve nehy eder.
Her müslümanın üzerine farz-ı kifâye olan, en az 1 kişi yapmazsa bütün cemiyetin günâha girmesine sebeb olan ihtisâba yâni emr-i ma’rûf nehy-i münkere çok ehemmiyet veren ve müslümanları böyle bir emrin mes’ûliyetinden kurtarmaya çalışan islâm halîfe ve hükümdarları, hisbe görevi yapan me’mûrlar yâni muhtesibler tâyin ettiler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, fethi müteakip Sa’îd bin Sa’îd el-As’ı Mekke’de, hazret-i Ömer’i de Medine’de vazifelendirerek ilk muhtesibi tâyin ettiler. Resûlullah efendimiz de Medîne-i münevverede bizzat kendileri çarşı ve pazarda dolaşır, emr-i ma’rûf yaparlardı.
Hazret-i Ömer hilâfet makamına geçince yânı devlet başkanı olunca, Abdullah bin Utbe’yi çarşı ve pazarı teftişe me’mûr etti. Bu zât, sokakları gezer, yollarda halkın geçmesine mâni olan şeyleri kaldırtır, ölçüleri muayene ederek esnafın noksan tartmasına mâni olurdu. Hazret-i Ömer’de, bizzat gece ve gündüz sosyal huzuru sağlamak için cemiyeti kontrol işiyle meşgul olurdu.
Hulefâ-ı râşidîn ve sonraki devirlerde muhtesibler, iyiliği emredip, kötülüğü yasaklar, ahlâk ve faziletlerin muhafaza ve dînî hükümlerin tatbikine çalışırlar, çarşı ve pazarların düzenini sağlarlardı. Ayrıca, geliş-gidişi engellememeleri için rastgele yerlere bina yapanlara mâni olur, borçların zamanında ödenmesini sağlar, ölçü ve tartı âletlerini kontrol ve islâmiyet ile (manevî değerlerle) alay edenleri tâkib eder, fiyat artışlarını engeller, komşuların birbirlerinin sınırına geçmelerine mâni olurlardı. Kısaca, Allahü teâlânın ve kullarının haklarının gözetilmesine çalışırlardı. Böylece umûmî ve husûsî olarak insan ve hayvan haklarının korunmasında rol oynarlardı.
Umumiyetle üzerinde kadılık vazifesi de bulunan kimselerden tâyin edilen muhtesibler, daha çok ticarî muamelelerin, ölçü ve tartıların kontrolünü yaparlar, ticârette hîleye baş vuranlarla borçlarını zamanında ödemeyenleri tâkib ve tecziye ederlerdi. Şüpheye yer bırakmayan durumlarda karar verir, isbâtı istenen ve yemîni îcâb ettiren hâllerde kadıya havale ederlerdi. Zarara uğrayan taraf şikâyetçi olmasa bile, muhtesibler üzerine düşeni yaparlardı. Ezanın vaktinde okunmasına, tamire ihtiyâcı olan camilerin onarılması için gerekli yerlere müracaata, İslâmiyet’in emrettiği hususlara uyulmasına dikkat eder, 5 vakit namazı ve bilhassa Cum’a namazına bütün müslüman erkeklerin gitmelerini te’min ederlerdi. Ramazanca oruç yiyenleri, umûmî ahlâk kaidelerine, âdâb-ı muaşerete uymayanları, bozgunculuk çıkaranları yola getirirlerdi. Erkek ve kadınların cemiyet içinde birbirleri ile meşgul olmamalarını, içki içmemelerini, mûsikî âletlerinin çalınmamasmı, uygunsuz oyun ve eğlencelerin yapılmamasını kontrol ederlerdi. Herhangi bir mesnede dayanmadan yanlış fetva veren, insanları sıkıntıya düşürecek, fitneye sebeb olacak şeyler söyleyen din adamlarını bu hâllerden men ederlerdi. Mekteblerde talebelerini dövenleri, hizmetçilere, çocuklara ve hayvanlara eziyet edenlere ihtarda bulunurlardı. Fakir yolcular için imaretler yapılmasına, şehrin umûmî ihtiyaçlarının te’minine çalışırlardı. Evlerin, komşu müslümanların, gözden uzak tutmak istediği yerleri görecek şekilde yüksek yapılmamasına, ve sokakları daraltacak şekilde çıkıntılı olmamasına, sokaklara su akıtılmamasına, cadde ve sokakların temiz ve serbest olmasına dikkat ederler, müslümanların zararına hareket edenlere yaptıkları işin yanlış olduğunu ihtar ederlerdi.
Muhtesib kelimesi resmî ünvan olarak ilk defa 775-785 (H. 158-168) seneleri arasında Abbasî halîfesi olan Mehdî zamanında kullanıldı. Me’mûn zamanında Dâr-ul-hisbe kuruldu. Muhtesibe hazîneden maaş bağlandı. Hisbe teşkilâtı daha sonraki devirlerde sistemleştirilip, geliştirildi. Muhtesiblerce görevlendirilen me’mûrlar çarşı ve pazarlarda dolaşıp yemek pişirilen kapları, etleri ve aşçıları, hayvanlarla yük taşıyanları, sucuları kontrol ederek halkın huzurunu sağlamaya çalıştılar. Mısır’da muhtesib, halk arasında çıkan ihtilâfları hâlletmek için Kâhire’de Amr bin As Camii ile Ezher Câmii’nde duruşma akdederdi. Zamanla emniyet teşkilât me’mûrları da emrine verilerek selâhiyeti genişletildi. Muhtesibin tâyin karârı Kahıre ve Fustat’ta camilerde okunur, kendisine hil’at giydirilirdi.
Bir İslâm cemiyetinde şurta yâni polis teşkilâtı, şikâyet üzerine suçluyu yakalayıp kadıya götürür, suçlunun cezalandırılıp anlaşmazlığın giderilmesine yardımcı olurdu. Muhtesib ise herhangi bir şikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolaşıp, gördüğü uygunsuz hâllere ânında müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkında bir şey yapabilmesi için, her şeyden önce; yapılan kötü işten haberdâr olması lâzımdı. “Falanca bu suçu işlemiş olabilir” gibi bir düşünce veya tecessüsle, rastgele kimselerin lâfları ile bir kimse hakkında işlem yapamazdı. Bizzat kendisi veya me’mûrlarının şâhid olmalarıyla münkerin işlendiğine kanâat getirmesi, veya 2 âdil müslümanın şehâdet etmesi lâzımdı. Münkeri işleyenin, yaptığı şeyin kötülüğünü bilmediğini düşünerek, ilk önce münâsib bir şekilde, o işin kötülüğünü anlatırdı. Allahü teâlâdan korkmak lâzım olduğunu söyler, nasihat ederdi. Tatlı sözden anlamayan, verilen nasihatle alay etmeye kalkışan olursa dil ile ta’zîr ederdi. Söz de te’sir etmezse, elle müdâhale ederdi. Bunun için herhangi bir yerden izin alması îcâb etmezdi. İçkiyi döker, oyun âletlerini kırar, gasb edilmiş araziden çeker çıkarırdı. Duruma göre, dövmekle veya başka tür bir ceza ile tehdîd ederdi, îcâb ederse döverdi. Daha çok karşı tarafın silâh kullanmaya kalkışması veya kullanması hâlinde son çâre olarak silâh kullanırdı.
İhtisâb yâni emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapılmamasının caiz olduğu durumlar da vardır. Bunlar;
1) Sözünün geçmeyeceğini ve söylediği zaman dövüleceğini bilmek. Böyle hâllerde emr-i ma’rûf lâzım olmadığı gibi, haram da olabilir. Orada bulunmamak, münkeri görmemek lâzım olur.
2) Sözünün faydalı olmayacağını, fakat dövülmeyeceğim bilirse, söylemeğe lüzum olmaz ise de kalbi ile beğenmemesi lâzım olur.
3) Sözünün fayda vermeyeceğini bilir, fakat kendine kötülük yapılmayacağından emin olursa, İslâm’ın şiarını göstermek ve dîninin emirlerini hatırlatmak için emr-i ma’rûf yapmak müstehâb olur.
4) Kötülük yapmalarından korkar, fakat sözünün de te’sirli olacağını bilirse, emr-i ma’rûf müstehâb olur. Eğer nehy-i münker ettiği zaman; kendisinin, arkadaş ve yakınlarının dövüleceğini bilirse caiz olmaz, belki haram olur.
Endülüs’teki Emevîler ve başka islâm devletlerinde muhtesibin seçimi ve azli yâni vazifeden alınması her şehirde kadının yetkisine verilmişti. Muhtesib, kadı yardımcısı kabul edilirdi. Endülüs’te de hisbe vazifesini her şehirde muhtesib veya Sâhib-üs-sûk yâni çarşı ağası denilen me’mûrlar yürütürdü. Muhtesiblik, Osmanlılarda, Hindistan ve diğer memleketlerde kurulan İslâm devletlerinde de mevcuttu.
Hisbenin dînî bir teşkilât olması ve önemli görevlerin bu teşkilât tarafından yürütülmesi sebebiyle muhtesib’in îtibâr sahibi olmasına dikkat edilir, müslüman, hür, mükellef (âkil ve baliğ) muktedir, âlim, zekî, âdil, dindar, iffetli ve namuslu olması şartı aranırdı.
Muhtesibler için hisbe kânunları çıkarılırdı. Bunlar kendilerini ilgilendiren kânun ve vazifeleri öğrenerek vazifelerini yürütürler, îcâbında suçluları muhakeme ederlerdi.
Muhtesibler, hukuk dâvalarından, sâdece ticarî ve esnafla alâkalı bir de, genel ahlâk kuralları ile ilgili dâvalara bakarlardı. Selâhiyetleri dahilindeki dâvalar, ölçü ve tartı, alışveriş, alacak-borç, işçi ve işveren dâvaları idi.
Mâverdî’nin el-Ahkâm-üs sultâniyyesi, İbn-i Uhuvve’nin Meâlim-ül-kurbe fi ahkâm-il-hisbe’si, Şeyzerî’nin Nihâyet-ur-rütbe fi taleb-il-hisbe’si, İbn-i Abdûn’un Risale fil kâdâ vel-hisbe’si, hisbe teşkilâtı hakkında yazılmış eserlerden başlıcalarıdır.
SÜTE SU KAT (Menkıbe)
Bir gece hazret-i Ömer, Medîne-i münevverede yürüyordu. Bir evin kapısı önünden geçerken içerdeki konuşmaları duydu. Bir kadın kızına: “Süte biraz su kat” diyordu. Kız; “Emîr-ül-mü’minîn süte su katmayınız buyurmamış mıydı?” dedi. Kadın; “Emir burada yok” dedi. Kız; “Hazret-i Ömer burada yok ise, Rabbibizi görür” dedi. Hazret-i Ömer o evi işaret etti. Evine gelip, oğluna; “Senin için bir kız buldum, onu sana alayım” buyurdu. Ertesi gün kadının evine gitti. Kızını oğluna istedi. Kadın; “Bunu kalbimden dahi geçirmeye cesaretim yoktu” dedi. Hazret-i Ömer; “Kızının akşamki sözü çok hoşuma gitti. Onun için geldim” dedi ve kızı oğlu Asım’a aldı. Âsım’ın kızından Abdülazîz oldu. Abdülazîz’in oğlu Ömer bin Abdülazîz, halîfe oldu. Onun zamanında da kurt kuzu ile gezerdi.
Hazret-i Ömer, bir gün bir deve sahibini azarlayıp; “Devene gücünden fazla yük yüklemişsin” diyerek tekdir etti. Bir başka zaman da. sokağa tecâvüz suretiyle inşâ olunan bir dükkânı yıktırdı.
Tavsiye Yazı –> Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı?