Bu mektup, yine yüksek mürşidine yazılmıştır. İniş makâmındaki halleri ve birkaç gizli bilgiyi açıklamaktadır:
Hazır olan gaibin, bulmuş olan kaçırmışın, kavuşmuş olan mahrumun sunduğu şöyledir ki: Çok zamandır onu arardım, hep kendimi bulurdum. Sonra, işim öyle oldu ki kendimi arasaydım, onu bulurdum. Şimdi, onu kaybettim, kendimi buluyorum. Onu kaçırdığım hâlde aramıyorum, yok olduğu hâlde özlemiyorum. İlim bakımından huzurdayım, kavuşmuşum, karşılıyorum. Zevk bakımından ise, kaybettim, aramıyorum. Zâhiri bekâ, bâtını fenâdır. Bekâda iken fanidir. Fenâda olduğu hâlde bakidir. Fakat, ilmle olan fenâdır ve zevkle olan bekadır. İşi, düşmekte ve inmektedir. İlerlemekten ve yükselmekten kalmıştır. Onu, kalpten kalbin sâhibine götürmüşlerdi. Şimdi kalbin sâhibinden kalp makâmına indirdiler. Ruh, nefsten kurtulmuştu. Nefs de itminana kavuştuktan sonra ruhun nurlarının çokluğundan çıkmıştı. Şimdi ruh ile nefsi onda topladılar. Onu her ikisi arasında geçit yaptılar. Bu aracılıkla, yukarıdan almak, aşağıya vermek nimetini ihsan ettiler. Faydalı şeyleri alır, aldıklarını başkalarına verir. Hem alıcı ve hem vericidir. Fârisî Mısra tercümesi:
Daha söylersem, sonu gelmez.
Yüksek makâmınıza sunulur ki sol el, kalp makâmına işarettir.
Kalbin sâhibine yükselmeden öncedir. Yukarıdan indikten sonra kalp makâmına getirirler. Bu makâm başkadır. Sağ ile sol arasında geçittir. Kavuşanlar, bunu iyi bilir. Sülûk yapmamış olan meczûblar, kalp makâmına varırlar. Bunlara (Erbâb-i kulûb) denir. Kalbin sâhibine kavuşmak için sülûk yapmak lâzımdır. Bir makâmın bir kimseye verilmesi demek, ona bu makâmda hususi bir şân hâsıl olması demektir. Bu şân ile o makâmın erbabından ayrılır. Ayrılıklarından biri, cezbenin, önce olması demektir ve o makâmda hususi bekası hâsıl olarak o makâmın bilgilerine ve mârifetlerine kavuşur. Kalp makâmının bilgileri ve cezbenin, sülûkün, fenâ ve bekânın ne oldukları ve bunlara benzer bilgiler, bundan evvelki mektuplarda, yazılarak sunulacağı bildirilen kitapta açıklanmıştır. Mîr Seyyid Şâh Hüseyin, acele ile yola çıktı, temize çekmek nasip olmadı. Bu kitap üzerindeki kıymetli düşüncelerinizi ve emirlerinizi okumakla şerefleniriz inşaallahü teâlâ. Aziz Mütevakkıf cezbe makâmında yukarıdan inmiştir. Fakat yüzü bu âleme değildir. Hep yukarıya bakmaktadır. Yükselmesi başkasının çekmesiyle olduğu için cezbeye uygundur. İnerken, birlikte az bir şey getirdi. Nisbetinin aslı, başkasına bağlı olan teveccüh idi. Kendisini bu teveccüh yükseltiyordu. Bu nisbeti şimdi de vardır. Cezbe nisbetinde, cesetteki ruh gibidir ve karanlıkta bulunan ışık kaynağı gibidir. Fakat bu cezbe, büyüklerimizin bildirdiği cezbe değildir “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”. O cezbe, Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” hazretlerine yüksek dedelerinden gelmiştir. [Yani annesinin dedelerinden gelmiştir. (Reşehat) kitabı.] O büyüklerin, bu makâmda hususi şanları vardır. Birkaç talebe rüyada gördüler ki yukarıda adı geçen Aziz Mütevakkıf, Haceyi yimiştir. Bu rüya, bu makâmın görüneceğini göstermektedir. Bu cezbenin fayda vermek makâmı ile ilişiği yoktur. Bu makâmda, yüz, hep yukarı doğrudur ve hep şuursuzluk lâzımdır. Cezbe makâmlarından çoğuna kavuştuktan sonra bunlar sülûke uygun olmaz. Bunları yazarken o makâma doğru idim. Bazı incelikleri göründü. Sebepsiz teveccüh olunamıyor. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. O aziz, birkaç aydan beri aşağı inmiştir. Fakat bu cezbe makâmına tam girmiyor. Bu makâmın şanını bilmediği için giremiyor. Dağınık düşünceleri buna sebep oluyor. Bu saçma yazılar yüksek kapınıza kavuştuğu zamanda, bu makâma tam gireceğini ümit ederim. Hâce hazretlerini bundan sonra tam indirirler.