Bu mektup, yine yüksek mürşidine yazılmıştır. Telvinden sonra olan temkini, Velâyetin üç mertebesini ve Vücut-i teâlânın Zât-i teâlâdan ayrı olduğu bildirilmektedir:
Yüksek kapınızın kölelerinin en aşağısı, günahı çok Ahmed bin Abdülehad sunar ki hallerin ve mârifetlerin gelmeye başladığı günden beri, bunları yüksek kapınıza bildirmek saygısızlığında bulundum ve çok ileri gittim. Allahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin yardımıyla, hallere bağlı kalmaktan kurtardı. Telvinden temkine kavuşturdu. Yani değişik hallerden kurtarıp sükûnete kavuşturdu. Şimdi hayret, şaşkınlık ve üzüntüden başka elime hiçbir şey geçmiyor. Vasl yerine fasl ve kurb yerine bud hâsıl oldu. Mârifetler kalmadı. İlim gitti. Cehil kapladı. Bu şaşkınlıkla mektup da yazılamaz oldu. Yalnız, günlük olup bitenleri yazarak, kıymetli vakitlerinizi almaya da elim varmadı.
Kalbimi soğukluk o kadar kapladı ki hiçbir şeyle kızışamıyor. Tembeller gibi hiçbir iş yapamıyorum. Fârisî beyt tercümesi:
Ben hiçim, hiçten de aşağı,
Hiçten bir iş hâsıl olur mu?
Sözümüze gelelim. Şimdi (Hakk-ul-yakîn) ile şereflendirdiler. Burada ilim ve ayn, yani bilmek ve görmek birbirine perde değildirler. Fenâ ile bekâ bir aradadır. Hayret, şaşkınlık içinde ilim ve şuur vardır. Kaybetmiş iken kavuşmuştur. İlim ve mârifet varken cehil ve dalgınlık içindedir. Fârisî Mısra tercümesi:
Çok şaşılır. Hem kavuştum, hem şaşkın oldum.
Allahü teâlâ yalnız kendi sonsuz merhametiyle yüksek derecelerde ilerletiyor. (Velâyet makâmı)nın üstünde (Şahadet makâmı) var. Velâyetin, şahadet makâmı yanındaki yeri, sûretlerin tecellîsinin Zâtın tecellîsi yanındaki yeri gibidir. Hatta, bu ikisi arasındaki uzaklık, o ikisi arasındaki uzaklıktan kat kat çoktur. Bunu önceden de bildirmiştim. Şahadet makâmının üstünde (Sıddîklık makâmı) var. Bu iki makâm arasındaki uzaklık, kelime ile anlatılabilenden daha çok ve işaret olunabilenden daha büyüktür. Sıddîklık makâmının üstünde, yalnız (Peygamberlik makâmı) vardır “alâ ehlihessalatü vesselâm”. Sıddîklık makâmı ile peygamberlik makâmı arasında başka makâm yoktur ve olamaz. Başka makâm olamayacağı, açık ve doğru olan keşifle anlaşılmaktadır. Ehlüllahtan, yani Evliyâdan birçoğu, bu iki makâm arasında bir makâm daha bulunduğunu söylemişler ve buna (Kurbet) makâmı demişlerdir. Buraya ulaştırmakla da şereflendirdiler. Bu makâmın ne olduğunu bildirdiler. Çok uğraştıktan ve pek yalvardıktan sonra, önce o büyüklerin söyledikleri gibi gösterdiler. Sonra iç yüzünü bildirdiler. Evet, yükselirken Sıddîklık makâmı hâsıl olduktan sonra bu makâm hâsıl olmaktadır. Fakat iki makâmın arasında bulunması, üzerinde durulacak bir şeydir. Yüksek kapınıza kavuştuğum zaman, inşaallahü teâlâ, işin iç yüzünü geniş olarak sunacağım. Bu makâm çok yüksektir. Yükselirken, geçilen konaklar içinde bundan daha üstünü bilinmiyor. Allahü teâlânın vücudunün, yani varlığının, zatından, yani kendisinden başka olduğu, bu makâmda anlaşılıyor. Doğru yolun âlimleri de “Allahü teâlâ onların çalışmalarına iyi karşılıklar versin” böyle olduğunu bildirmişlerdir. Burada, vücut da yolda kalıyor. Ondan daha yukarı çıkılıyor. Ebül-Mekarim-i Rükneddin Şeyh Alaüddevle, kitaplarının bir kaçında (Vücut aleminin üstünde, Melik-il-vedud âlemi vardır) buyuruyor.
Sıddîklık makâmı, Bekâ makâmlarındandır. Çünkü, yüzü mahluklara karşıdır. Bundan daha aşağıda, yani iniş makâmlarının en ilerisinde peygamberlik makâmı vardır. Bu makâm Sıddîklık makâmından daha yüksektir. Sahv ve bekâ burada daha çoktur. Kurbet makâmı, bu iki makâmın arasına giremez. Çünkü bunun yüzü, tam tenzîhe doğrudur ve çıkış makâmlarının tamamıdır. Nerede onlar, nerede bu? Fârisî beyt tercümesi:
Ayna arkasındaki papağan gibiyim,
Ezeli üstad ne derse onu söylerim.
Düşünerek, işiterek anlaşılan ahkâm-ı İslâmiyye bilgileri, şimdi keşif ile hâsıl olmaktadır.
Keşifler, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerinden kıl kadar ayrılmamaktadır. Onların kısaca bildirdikleri şeyleri açıkladılar ve genişlettiler. Düşünerek anlamak yerine içten gelerek öğrenmeyi ihsan ettiler. Bir kimse Hâce Şâh-i Nakşbend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinden sordu:
Sual: Tasavvuf yolunda ilerlemek, yani sülûk niçindir?
Cevap: (Kısaca, topluca öğrenilenlerin genişlemesi, açılması ve düşünerek bulmak yerine, keşif ile kalbe gelmek içindir) buyurdu. Onlardan başka şeyler öğrenmek içindir buyurmadı. Evet, tasavvuf yolunda ilerlerken, bilgiler, mârifetler hâsıl olmaktadır. Fakat, bunların hepsini bırakıp ilerlemek lâzımdır. En son makâma, yani Sıddîklık makâmına varmadıkça doğru bilgilere kavuşamaz. Şuna şaşılır ki Ehlüllah arasında, bu şerefli makâma kavuştuklarını söyleyenlerin bu makâma uygun olan bilgileri ve mârifetleri acaba neden olmuyor? (Her ilim sâhibinin üstünde daha büyük âlim vardır.)
Kaza ve kader bilgisini de açıkladılar. Öyle bildirdiler ki İslamiyetin bildirdiğinden hiç ayrılığı yoktur. Bu bilgiye, icap noksanlığı ve cebr lekesi hiç bulaşmamaktadır. Bu bilgi, ayın ondördündeki ay gibi açık anlaşılmaktadır. İslamiyetin bildirdiğine hiç uygunsuz olmadığı hâlde bu bilgiyi niçin herkesten gizlediklerine şaşıyorum. Eğer din-i İslama uygun olmasa idi, o zaman örtmeleri, saklamaları uygun olurdu. Ne yaptığından sual olunmaz. Fârisî beyt tercümesi:
Onun korkusundan, kim ne yapabilir?
Teslim olmaktan başka ne diyebilir.
İlimler ve mârifetler, nisan yağmuru gibi akıyorlar. İnsanın idraki bunları kavrayamıyor. Laf olsun diye insanın idraki diyoruz. Yoksa, sultanın hediyelerini ancak onun hayvanları taşıyabilir. Önceleri, bu şaşılacak bilgileri yazmak istiyordum. Fakat başaramadım. Bunun için üzülüyordum. Sonra, (bu bilgileri göndermek, alıştırmak içindir; bunları ezberlemek için değildir) diyerek üzüntümü giderdiler. Nitekim mekteplerde talebe diploma almak için çeşitli şeyler öğrenirler. Bunları ezberlemek için öğretmezler.
Bu bilgilerden birkaçını yüksek huzurunuza sunuyorum. Şura sûresi 11. âyetinde (Onun benzeri gibi hiç bir şey yoktur. Ancak O işitici ve görücüdür) buyuruyor. Bu âyet-i kerimenin baş tarafı, Allahü teâlâyı tenzîh ediyor. Bu, açıkça anlaşılmaktadır. O işiticidir, görücüdür buyurması da, bu tenzîhi tamamlamakta ve kuvvetlendirmektedir. Şöyle ki mahluklarda da görmek ve işitmek vardır. Mahlukların bu iki duygusu Allahü teâlânın işitmesi ve görmesi gibi sanılabilir. Allahü teâlâ, mahlukların işitmediğini, görmediğini bildirerek, böyle sanmak yolunu kapamaktadır. Bu âyet-i kerimede, işitici ve görücü yalnız Odur, mahluklarda yaratılmış olan kulak ve göz, işitmekte ve görmekte hiç rol oynamaz. Allahü teâlâ, kulağı ve gözü yarattığı gibi, işitmeyi ve görmeyi de yaratmaktadır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki kulaktan ve gözden beyne tesirler gelince işitmeyi ve görmeyi yaratmaktadır. İnsanların sıfatları, görmelerine ve işitmelerine hiç tesir etmez. Tesir eder denilirse, tesiri de O yaratmaktadır. Mahlukların kendileri tesirsiz oldukları gibi, sıfatları da tesirsizdir. Herhangi bir kuvvetle taştan ses çıkarılırsa, taş konuşuyor, o konuşucudur denilemez.
Taş, cimad, tesirsiz, cansız olduğu gibi, onda konuşmak sıfatı vardır denirse, bu sıfat da cimattır, tesirsizdir. Harflerin ve sesin çıkmasında hiç tesiri yoktur. Başka sıfatlar da bunun gibidir. Bu iki sıfat, daha meydanda olduğu için, Allahü teâlâ, mahluklarda bu iki sıfatın bulunmadığını bildirdi. Mahluklarda başka sıfatların da bulunmadığı bundan anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ insanlarda önce ilim sıfatını yarattı. Bir şeyi bilmek için, bu sıfatın o şeye teveccühünü yani ilgisini yarattı. Bundan sonra, bu sıfatın o şeye bağlanmasını yarattı. Bundan sonra o şeyin bu sıfat üzerinde görüntüsünü yarattı. Adeti böyle oldu. O şeyin görüntüsünün ilim sıfatında yaratılmasında, bu sıfatın ne tesiri olabilir? Bunun gibi, önce işitmek sıfatını yarattı. Bundan sonra sesleri bu sıfata getirecek kulak ve başka sebepleri yarattı. Sonra ses dalgalarını yarattı. Sonra kulağın bu sesi almasını, bundan sonra da sesi duymayı yarattı. Yine bunun gibi önce gözü yarattı. Sonra gözde görüntüyü yarattı. Sonra görüntüyü beyinde yarattı. Daha sonra görmeyi yarattı. İşitici ve görücü o kimseye denir ki işitmesi ve görmesi, kendisinin bu sıfatları ile olsun. Böyle olmayınca, buna işitici ve görücü denmez. Bundan anlaşılıyor ki mahlukların sıfatları da, kendileri gibi cimattır, tesirsizdir. Sözün kısası, mahluklarda sıfatlar yoktur. Bu sıfatlar ancak Allahü teâlâda vardır. Bu âyet-i kerimede, tenzîh ile teşbih bir araya getirlimiştir. Hatta âyet-i kerimenin hepsi tenzîhi bildirmekte, benzeri olmadığını beyan buyurmaktadır. Birinci ilim, yani mahluklarda görülen sıfatların Hak teâlânın sıfatları olması ve mahlukları cimad, yani tesirsiz bilmek, içinden su akan musluk ve testi gibi bulmak, evliyâlık makâmına uygun olan bilgidir. İkinci ilim, yani mahlukların sıfatlarını da cimad gibi bulmak ve Zümer sûresinin otuzuncu âyet-i kerimesinde (Sen, elbette ölüsün. Onlar da elbette ölüdürler) bildirildiği gibi, mahlukları ölü bilmek, şahadet makâmına uygun olan ilmdir. Buradan da, bu iki makâm arasındaki başkalık anlaşılmaktadır. Bir şeyin azının görülmesi, çoğunun bulunduğunu gösterir. Bir yerden su sızması, büyük su bulunduğunu haber verir. Fârisî Mısra tercümesi:
Senenin iyiliği baharından belli olur.
Bunun gibi, bu yüksek makâmın sahipleri, mahlukların işlerini de, ölü gibi ve cimad gibi bulurlar. Bunların işleri, Allahü teâlânın işidir, bu işleri yapan hep Odur demezler. Allahü teâlâ, böyle olmaktan çok yüksektir. Bir kimse, bir taşı hareket ettirse, bu kimse hareket ediyor denmez. Taşı hareket ettiriyor ve taş hareket ediyor denir. Taş cimad olduğu gibi, taşın hareketi de cimattır. Taş hareket ederken bir adamı öldürse, taş öldürdü denmez. Taşı hareket ettiren kimse öldürdü denir. Ehl-i sünnet âlimleri “şekkerallahü teâlâ sayehüm” de böyle söylemişlerdir. Bunlar mahlukların yaptıkları işler, kendi irâdeleri ve ihtiyarları ile olmakla beraber, bunları Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bunları Allahü teâlânın yaratmasında onların işlerinin hiç tesiri olmaz. Onların işleri, birkaç harekettir. İşlerin yapılmasında bu hareketlerin tesiri olmaz.
Sual: Böyle olunca, kulların işlerine sevap ve azap yapılması doğru olmaz. Bir taşa emir vermek ve onun hareketlerine sevap ve azap yapmak gibi olur.
Cevap: Taşın hareketiyle insanların hareketi başka başkadır.
İnsanlara din gönderilmesi ve emirler, yasaklar yapılması, onlarda kudret ve irâde bulunduğu içindir. Taşta enerji varsa da irâde yoktur. Fakat, insanların irâdesini de Allahü teâlâ yarattığı için ve bu irâdenin işin yapılmasında tesiri olmadığı için, bu irâdeleri de ölü gibidir. İradenin yalnız şu kadar tesiri vardır ki iş, kulun irâdesinden sonra yaratılmaktadır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. İnsanların kudreti tesir ediyor denirse, kudretteki bu tesirini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Kudreti yarattığı gibi, bunun tesirini de yaratmaktadır. Mavera-ün-nehir âlimleri, kudret tesir eder dediler ise de, bu tesirde kudretin ihtiyarı hiç yoktur. Tesiri, cansızın hareketi gibidir. Bir kimse, yukarıdan atılan bir taşın bir hayvanı öldürdüğünü görse, bu kimse, taşın cimad, cansız olduğunu bildiği gibi, onun hareketini ve bu hareket enerjisinin öldürmesini de cimad bilir. Görülüyor ki mahlukların kendileri de, sıfatları da ve işleri de hep cimattırlar, ölüdürler. Diri olan, her şeyi varlıkta durduran, işitici, görücü, bilici olan ve her dilediğini yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Kehf sûresinin 110. âyet-i kerimesinde (Ey sevgili Peygamberim, onlara söyle! Rabbinin kelimelerini yazmak için deniz mürekkeb olsa, Rabbinin kelimeleri bitmeden, o deniz ve onun gibi bir daha deniz biterler) buyruldu. Çok saygısızlık yaptım. Sonsuz atılganlık yaptım. Ne yapayım? Her bakımdan güzel olanı anlatan söz de güzel olduğu için ne kadar uzarsa, o kadar tatlı oluyor. Onu anlatan sözler güzel oluyor. Allahü teâlâdan konuşmaya ve Onun yüce adını dilime almaya hiç lâyık değil isem de, kendimi tutamıyorum. Fârisî beyt tercümesi:
Ağzımı gül suyu ile binlerce yıkasam,
İsmini söylemeye yine lâyık olamam.
Fârisî Mısra tercümesi:
Köle olan haddini bilmelidir.
Yüksek teveccüh ve ihsanlarınıza sığınıyorum. Çürüklüğümü, aşağılığımı nasıl bildireyim? Her gelen lutüfler, ihsanlar, hep yüksek teveccüh ve merhametinizden hâsıl olmaktadır. Yoksa, Fârisî Mısra tercümesi:
Ben hep o eski Ahmed’im.
Meyan Şâh Hüseyin, tevhid-i vücûdî yolundadır. Bundan çok tad almaktadır. Onu bu yoldan çıkararak hayret makâmına kavuşturmak istiyorum. Çünkü maksat, oraya kavuşmaktır. Muhammed Sâdık, küçük olduğu için, kendini hiç tutamıyor. Eğer yolculukta yanımızda bulunursa çok terakkî edecektir. (Damen-i Kuh) yani dağ eteği denilen yere giderken yanımızda idi. Çok şeyler kazandı. Hayret makâmına kavuştu. Bu makâmda fakire çok benzemektedir. Şeyh Nur da, bu makâmda çok ilerledi. Bu fakirin yakınlarından bir genç vardır. Onun hâli çok yüksektir. Tecellîyât-i Berkıyeye yaklaştı. Yaratılışı buna çok uygundur.
Geçti, isyan ile ömrüm, neye halim varacak?
Sızlıyor yaralı gönlüm, onu yoktur saracak.
Mahşer yerinde, Zebâniler elinden, ya Rab!
Eğer etmezsen, inayet, beni kim kurtaracak?