Bu mektup, Mevlânâ Şekib-i İsfehani’ye yazılmıştır. (Nefehat) kitabındaki bir yazıyı açıklamakta ve nasihat vermektedir:
Bu fakire “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” lütfederek gönderdiğiniz şerefli mektubunuzu okumakla sevindik. Selamette olunuz. Bu yolun büyüklerini seviniz. Bu sevgi, ömrünüzün sermayesi olsun. Kıyamet günü bu fakirlerin sevgisi ile diriliniz. Fakirlikle övünen ve fakirliği, zenginlikten üstün tutan büyük Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” hürmeti için, Allahü teâlâ, duamı kabul buyursun. İhsan buyurarak, (Nefehat) kitabındaki şeyh İbni Sekine “kuddise sirruh” hazretlerinin müridinin hikayesini yazıyorsunuz. Şöyle ki bir gün, gusül abdesti almak için Dicle nehrine dalmıştı. Başını sudan çıkarınca, kendini Nil nehrinde buldu. Mısra geldi. Burada evlendi. Oğulları oldu. Yedi sene sonra, gusül abdesti almak için Nil nehrine daldı. Başını çıkarınca, kendini Dicle nehrinde buldu. Evvelce, Dicle’ye giderken, Dicle kenarına koymuş olduğu elbiselerini, koyduğu gibi buldu. Bunları giydi. Evine geldi. Zevcesi, karşılayıp, misafirlerin için istediğin yemekleri hazırladım dedi.
Yavrum! Bu hikayenin güç gelen yeri, yıllarca yapılacak şeylerin, bir ânda yapılması değildir. Çünkü, böyle şeyler çok görülmüştür. Peygamberlerin sonuncusu Muhammed “aleyhisselâm”, miraç gecesi göklere gidip, binlerle senelik yolları geçtikten sonra, geriye gelince, yatmış olduğu yerin daha soğumamış olduğunu, abdestte ibrikten akan suyun dalgalarının durmadığını gördü. (Nefehat) kitabında da, bu hikayenin sonunda bildirildiği gibi, Allahü teâlâ, zamanı genişletmektedir. Bu hikayenin güç olan yeri, Bağdatta bir ân olan kısa zaman, Mısırda yedi sene uzamaktadır. Mesela Bağdatta o ân, hicretin 360. yılı ise, Mısırda, o ânda, 367. yıl olmaktadır. Bu ise akla ve nakle uygun olmayan bir şeydir. Böyle bir şey, bir iki kimse için olabilir. Başka başka şehirler ve başka başka yerler için olacak şey değildir. Bu fakirin “kaddesallahü teâlâ sirrehul’aziz” hatırına şöyle geliyor ki bu iş uyanık iken olmamıştır. Bir rüya olabilir. Bunu dinleyen kimse, rüya sözünü rüyet olarak anlamış olabilir. Uykuda olan, uyanık iken olmuş sanılmıştır. Böyle yanlışlıklar, çok görülmektedir. Belki rüyada görmüş ve rehberine rüyada söylemiş, sonra çocuklarına anlatmıştır.
Kitapta, bu hikayeden sonra, Muhyiddin-i Arabî “kaddesallahü teâlâ sirrehul’aziz” hazretlerinden haber verdiği hikaye de, bunun gibidir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
(Cesedi terbiye eden ruhtur. Kalıbı terbiye eden kalptir) sözünün açıklanmasını istiyorsunuz. Yavrum! Bu sözlerin ikisi de, bir şeydir. İnsandaki Âlem-i halktan olan maddelerin, Âlem-i emrden olan latîfeler tarafından terbiye edildiği bildirilmektedir. Ceset kelimesinin, ruh ile birlikte kullanılması adet olduğu için ve kalıp ile kalp kelimeleri de, birbirine benzediği için, edebiyat bilgisine uyarak böyle yazılmıştır.
Nasihat istiyorsunuz. Yavrum! Bu bozukluğum ve dünyaya dalmış halim ve bilgisizliğim ve başarısızlığım ile size nasihat vermeye kalkışmaktan haya ederim, utanırım. Fakat, emr-i mâ’rûftan kaçınmaktan da korkarım ki hasislik ve alçaklık yapmış olmayayım. Bunun için, birkaç kelime yazmaya kendimi zorluyorum. Yavrum! Dünyada kalmak zamanı pek azdır. Bu kısa zamanın çoğu da boş yere geçmiş bulunuyor. Pek azı kalmıştır. Ahiret zamanı ise sonsuzdur. Orada başa gelecek şeyler, bu birkaç günlük işlere bağlıdır. Bundan sonra, ya sonsuz nimetler, zevkler veya bitmez tükenmez azaplar, acılar vardır. Muhbir-i sâdık, yani hep doğru söyleyici, bunları haber vermiştir. Elbette olacaklardır. Aklı olan kimsenin, durmadan çalışması lâzımdır. Yavrum! Ömrün en kıymetli zamanları, boş yere geçti. Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin isteklerini yapmakla tükendi. Şimdi, ömrün en kıymetsiz, başarısız zamanı kaldı. Artık, bununla da, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmaz, kuvvetli zamanda elden kaçırılanı, kuvvetsiz, kıymetsiz zamanda yakalayamaz isek ve az bir emekle ve kısa bir sıkıntı ile sonsuz rahat ve nimetlere kavuşmaz isek ve sayısız çirkin işlerimizi, az bir iyi işle örtmez isek, yarın kıyamet gününde, Allahü teâlânın huzuruna ne yüzle çıkabiliriz? Oraya ne özür ve bahane götürebiliriz? Bu gaflet uykusu ne vakte kadar sürecek. Gaflet pamuğu kulaklarda ne kadar kalacak? Bir gün, gözlerden perdeyi kaldıracaklar.
Kulaklardan gaflet pamuğunu çıkaracaklar. Fakat, faydası olmayacak. O zaman pişmanlıktan, utanmaktan başka yapılacak şey olmayacak. Ölüm gelmeden önce, yapacak işi bilmeli. Yüzü ak olarak, Allahü teâlâyı özliyerek can vermelidir. Önce, îtikadı düzeltmek lâzımdır. Dinden olduğu tevatür yolu ile yani çok kimselerin söylemesi ile zaruri olarak bilinen şeylere inanmak elbette lâzımdır. Bundan sonra, fıkıh kitaplarında yazılı olan şeyleri öğrenmek ve yapmak zaruridir. Bundan sonra da, tasavvuf yolunda ilerlemek gelir. Fakat bu, kimsenin bilmediği şeyleri öğrenmek, kimsenin görmediği gizli şeyleri görmek için de değildir. Nurları, renkleri görmek için değildir. Bunlar oyun, keyif verici şeylerdir. Herkesin gördüğü şeyler ve renkler yetişmiyor mu ki bunları bırakıp da, riyazetler, sıkıntılar çekerek, bilinmeyen şeyler ve renkler aranılsın? Bu şeyler ve renkler de, o şeyler ve renkler de, hep Allahü teâlânın yarattığı şeylerdir ve Onun varlığını ve yaratıcı olduğunu gösteren işaretlerdir. Bu madde aleminde bulunan güneş ve ay ışıkları, Âlem-i misâldeki nurlardan, renklerden katkat daha üstündür. Fakat, bunlar her zaman görüldükleri için ve âlim de, câhil de gördüğü için, kıymet verilmiyor, herkesin bilmediği, görmediği nurlar aranıyor. Fârisî Mısra tercümesi:
Kapı önünde akan su, bulanık görünür!
Tasavvuf yoluna girmek, İslamiyetin inanılacak şeylerine imanı kuvvetlendirmek içindir. Böylece îman, düşünerek anlamak zorluğundan kurtularak, görmüş gibi sağlam ve vicdani olur ve kısaca inanmak yerine, etraflı ve derin îman hâsıl olur. Mesela, Allahü teâlânın varlığına ve bir olduğuna önce düşünerek veya başkalarından görerek inanıyordu. Tasavvuf yolunda ilerlemek nasip olunca, o düşünerek ve işiterek olan îman, şimdi bularak, anlayarak hâsıl olur. İmanı olgunlaşır. İnanılacak şeylerin hepsine de, böyle îman hâsıl olur. Tasavvuf yoluna girmenin ikinci faydası, fıkıhta bildirilen vazifeleri yapmakta kolaylık elde etmek ve nefs-i emmareden ileri gelen güçlükleri yok etmektir. Bu fakir, iyi anladım ki tasavvuf, İslamiyetin yardımcısıdır. İslamiyetten başka bir şey değildir. Böyle olduğunu, mektuplarımda, kitaplarımda açıkladım. Bu iki faydaya kavuşmak için, tasavvuf yolları içinden, Ebû Bekr-i Sıddîkın yolunu seçmek iyi ve daha uygundur. Çünkü, bu yolun büyükleri sünnet-i seniyeye yapışmışlar ve bidatlerden sakınmışlardır. Bunun için, sünnete yapışmak nasip olup da, ellerine bir şeyler geçmezse üzülmezler, sevinirler. Eğer ahval ve mevacide kavuşur, fakat sünnete yapışmakta gevşek davranırlarsa, o halleri, vecdleri hiç beğenmezler. Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri buyuruyor ki (Ahval ve mevacidi bize verseler, fakat, Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikadını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer, Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikadını verseler, ahval ve mevacid hiç vermeseler, hiç üzülmem). Bundan başka, bu yolda, nihâyette kavuşulacak şeyleri, başlangıçta tattırırlar. Bunun için, daha ilk adımda, başkalarının, en son kavuşacaklarını ele geçirirler. Arada yalnız icmâl ve tafsil bakımından fark olur. Yani topluca, kısa ve açık, geniş olmak farkı vardır. Bu yol, Ashâb-ı kirâmın “aleyhimürRıdvân” yoludur. Çünkü, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” daha ilk sohbetinde öyle şeyler kazanmışlardır ki ümmet arasındaki Velilerin, bunlara, en sonda kavuştukları bilinmemektedir. Bunun içindir ki Tabiînin en üstünü olan, Veysel Karani “rahmetullâhi aleyh” hazret-i Hamza’nın katili olan Vahşi’nin “radıyallâhu anhüma”, Resûlullahın bir kerecik sohbetinde bulunmakla yükseldiği mertebeye yetişememiştir. Çünkü sohbetin fazileti, bütün faziletlerin ve kemâllerin üstündedir. Çünkü, onların imanları, görerek kuvvetlenmiştir. Bu nimet, başkalarına nasip olmamıştır. Fârisî Mısra tercümesi:
İşitmek, görmek gibi olabilir mi?
Bunun içindir ki bunların bir avuç arpa sadaka vermekle kazandıkları dereceler, başkalarının dağ kadar altın vererek kazandıkları dereceden katkat daha yüksektir. Ashâb-ı kirâmın hepsinin yüksekliği böyledir “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Hepsini büyük bilmemiz lâzımdır. Hepsine iyi gözle bakmalı, hepsini sevmeli, övmeliyiz. Çünkü, Ashâb-ı kirâmın hepsi adildir. İslamiyeti bildirmekte, hepsi ortakdır. Birinin bildirdiği, ötekinin bildirdiğinden daha kıymetli değildir. Kurân-ı Kerîmi onlar topladı. Âyet-i kerimeler, her birinin adaletine güvenerek, hepsinden, birer ikişer alınarak, bir araya getirildi. Bir kimse, Ashâb-ı kirâmdan birini kötülerse, bu sözü Kurân-ı Kerîme dokunur. Çünkü, birkaç âyet-i kerime, ondan alınmış olabilir. Bu büyüklerin aralarında olan çekişmelerin, muharebelerin iyi sebeplerle yapıldığını söylemeliyiz. Nefse uymakla, kin ve inat ile olmadığına inanmalıyız. İmâm-ı Şâfiî “rahmetullâhi aleyh” hazretleri, Ashâb-ı kirâmı çok iyi tanıyordu. Bu büyük âlim buyurdu ki: (Allahü teâlâ, o kanlara ellerimizi bulaştırmadı. Biz de, onlara dilimizi karıştırmıyalım!). İmâm-ı Cafer-i Sâdık hazretlerinin de böyle söylediği haber verilmiştir. Vesselâmü evvelen ve ahıren.