Bu mektup, hakikatleri bilen, mârifetler kaynağı, Allahü teâlâyı tanıtan bilgilerin sâhibi olan büyük oğlu şeyh Muhammed Sâdık’a “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmıştır. Allahü teâlânın kendisi varlıktır. Mahlukların asılları ise yokluktur. Kendini anlayan, Allahü teâlâyı bilir. Tecellî-i Zâtiyi ve Nur ayetindeki incelikleri bildirmektedir:
[İmâm-ı Rabbânî hazretleri “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu mektupta, Allahü teâlânın hakikati vücuttur demiş ise de, 1. cildin 260. mektubunda, bu sözüne tövbe etmiş, (Böyle olmadığını sonradan anladım) buyurmuştur].
[Bu mektup ve bundan evvelki birkaç mektup, akıl ile hiç anlaşılamayacağı için, bunları okumak şayan-ı tavsiye değildir.]
Bismillahirrahmanirrahim. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! Kıymetli oğlum! Hak teâlânın hakikati, yalnız vücuttur. [(Vücut) var olmak demektir.] Allahü teâlânın bu vücudu, her hayrın, her kemâlin kaynağıdır ve her güzelliğin başlangıcıdır. Bu vücut, bir hakiki cüzdür. Bir basittir ki buna hiçbir şey karışmış, hiçbir şeyle birleşmiş değildir. Böyle olmadığı gibi, olması düşünülemez de. İnsan, Allahü teâlânın bu vücudunü anlayamaz. Zât-i teâlânın aynıdır. Ondan başka değildir. Aynıdır demek bile başkalığı düşündürebilir. Aynıdır da denilemez. Zât ile birlikte olan vücut, bu anlaşılamayan vücudun zılli, görüntülerindendir. Bu ikinci vücut, Zât-i teâlânın ve mahlukların varlıklarından başka bir varlıktır. Bu ikinci vücut, Allahü teâlânın hakikati olan vücudun, aşağı mertebelerde meydana çıkmasıdır. Bu çeşitli görüntülerin en yükseği, en birincisi ve en üstünü, Zât-i teâlânın vücududür. Demek ki Allahü teâlânın hakikati vücuttur denilebilir. Fakat, Allahü teâlâ, o mertebede mevcuttür denilemez. Zıll mertebesinde, Allahü teâlâ mevcuttür denilebilir. Fakat, Allahü teâlâ vücuttur denilemez. Tasavvufçulardan vücut, zattan başka değildir diyenler, ikisi arasındaki başkalığı göremediler, zılli asldan ayıramadılar. Bunlar ve felsefeciler, zattan başka olan ve olmayan vücutleri birbirlerinden ayıramadılar. Vücudun başka olduğunu çok güç söylediler. İşin doğrusu, Allahü teâlânın bize ilhâm ettiğidir. Vücudun böyle asıl ve zıll olarak başka başka olması, öteki sıfatların da asıl ve zıll olmaları gibidir. Aslların mertebesi, icmâl, topluluk ve anlaşılamamak mertebesidir. Sıfatların bu asılları, Allahü teâlâdan başka değildirler. Bu mertebede, Allahü teâlâ ilmdir denilebilir. Fakat böyle söylemek de, bir zıll mertebesi olur. Çünkü Zât mertebesinde, Allahü teâlâya hiçbir şey söylenemez. Allahü teâlâ alimdir de denilemez. Çünkü ilmin Ondan başkalığını gösterir. Bu makâmda başkalık hiç yoktur. Başkalık, zıll mertebelerinde olur. Burada zıll yoktur. Çünkü, taayyün-i evvelin pek çok üstündedir. Çünkü topluca bir bağlantı, bu taayyünde bulunur. Bu makâmda, hiçbir bakımdan, hiçbir şey düşünülemez. Bu topluluğun açıklanması demek olan zıll mertebesinde, başkalık söylenebilir. Uygunluk söylenemez. Fakat bu mertebede, sıfatların uygunluğu, vücudun uygun olmasından ileri gelir. Bu vücut, her iyiliğin ve kemâlin başlangıcıdır. Her güzelliğin ve düzenin kaynağıdır. Bu fakir “kuddise sirruhül’azîz” mektuplarımda ve kitaplarımda, vücut zattan başkadır dediğim zaman, zıll olan vücudun başka olduğunu bildirmiştim. Bu zıll olan vücut de, dışarıdaki [ilmdeki değil] her varlığın başlangıcıdır. Bu vücuda mâlik olan mahiyetler, hariçte var olan mertebelerin her mertebesinde bulunurlar. Bunu iyi anlamalı. Birçok yerde işe yarar.
Görülüyor ki Allahü teâlânın sekiz sıfatı da dışarıda vardır. Mahluklar da dışarıda vardır.
Ey oğlum! İnce bilgileri dinle! Allahü teâlânın kemâlleri, Zât-ı ilâhî mertebesinde, zattan başka değildirler. Mesela ilim sıfatı, o mertebede, Zât-i teâlâdan başka değildir. Bunun gibi, Zâtın hepsi kudrettir. Zâtın bir parçası ilim, başka bir parçası kudret değildir. Orada parçalanmak, ayrılmak yoktur. Zâtta böyle olan bütün kemâller, ilim mertebesinde genişlemişler, birbirinden ayrılmışlardır. Zât-ı ilâhîde, o basitlik, o toplu kemâller hiç değişmeksizin, ilim sıfatında hepsi dağılmışlardır. Zâtta bulunan bütün kemâller, üstünlükler, ilimde de yerleşmişlerdir. İlmdeki bu kemâllerin de, zılleri vardır. Bu zıllere (Sıfatlar) denilmiştir. Bunların da asıl kaynağı Zât-i teâlâ olduğundan, Zât-i teâlânın varlığı ile vardırlar. (Füsus) kitabının sâhibi, birbirlerinden ayrı olarak ilimde bulunan, yani (Vücut-i ilmi) leri olan kemâllere, (Ayan-i sabite) demiştir. Bu fakire göre, mümkünlerin, yani mahlukların hakikatleri, ademlerle bu ademlere yerleşmiş olan kemâllerin zılleridir. (Adem), yokluk demek olup her kötülüğün, her bozukluğun kaynağıdır. Bunu biraz açıklayalım. Can kulağı ile dinleyiniz! Adem, vücudun karşılığıdır. Yani yokluk, varlığın tam tersidir. Ona bütün bütün aykırıdır. Bunun için, her kötülüğün, her bozukluğun başlangıcıdır. Hatta kötülüklerin, bozuklukların ta kendisidir. Vücut, toplu iken, her iyiliğin, her üstünlüğün ta kendisi olduğu gibidir. O asıl mertebede, vücut, zattan başka olmadığı gibi, o vücudun tersi olan adem de, yokluk mahiyetinden başka değildir. O mertebede, o mahiyete yok denilemez. Tam yokluktur. Bu yokluk mahiyetinin İlm-i ilâhîde ayrıldığı mertebelerde, bu mahiyetten hâsıl olan parçalara yok denilebilir. Bunlar o mahiyetten başkadırlar denilebilir. O toplu olan yokluk mahiyetinden meydana gelmiş gibi olan ve bu mahiyetin zılli gibi olan adem, o zıllerin her parçasında başka başkadır. Bunu daha aşağıda açıklayacağız. Bu adem, o toplu mertebede, her kötülüğün, her bozukluğun tam kendileri olduğundan ve İlm-i ilâhîde, her kötülük, başka kötülüklerden ayrı olduğundan, İlm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmış olan her bir kemâl ve her bir hayır karşılarında bulunan her bir kötülük üzerine aks etmiş, birbirleri ile birleşmişlerdir. Her biri kötülük ve bozukluk olan ademler, kendileri ile birleşmiş olan kemâller ile birlikte, mümkünlerin, yani mahlukların mahiyetleri, yani aslları olmuşturlar. Böyle olmakla beraber, bu ademler, bu mahiyetlerin aslları, özleri gibidirler. Bu kemâller ise, bunların özellikleri gibidirler. İşte bu fakire göre, (Ayan-ı sabite), bu ademler ve bunlarla birleşmiş olan kemâllerin her ikisidir. Her dilediğine gücü yeten Allahü teâlâ, bu yokluk mahiyetlerini bütün lüzumlu şeyleri ile birlikte ve İlm-i ilâhîde bu ademlere aks etmiş olan vücut zıllerinin kemâlleri ile birlikte, mümkünlerin, mahiyetleri yapmıştır. Dilediği zaman, bu mahiyetleri, ilmdeki vücut zılline yaklaştırarak, dışarıdaki varlıkları yaratmiştir. Bu mahiyetleri, dışarıdaki varlıklara başlangıç eylemiştir.
Mümkünlerin ayan-ı sabitesi olan ve onların mahiyetleri olan, İlm-i ilâhîdeki bu sûretleri, ilmdeki vücut zıllerine yaklaştırmak demek, ilmdeki sûretlerin ilmden çıkarak dışarıda var olmaları demek değildir. Böyle şey olamaz. Allahü teâlânın ilminden dışarıda olmak, Allahü teâlânın câhil olması demektir. Mümkünler dışarıda, ilmdeki sûretlere tam uygun olarak, dışarıda ayrıca var olurlar demektir. İlmdeki varlıktan başka, onlara tam uygun olarak, dışarıda da, ayrıca var olurlar. Sanki marangoz ustası, masanın şeklini zihinde düşünür. Onun gibi bir masayı dışarıda yapması gibidir. Masanın zihindeki şekli, masanın mahiyeti demektir. Bu mahiyet marangozun zihninden dışarı çıkmamıştır. Zihindeki o şekle tam uygun olarak, dışarıda da, ayrıca bir masa vücuda gelmiştir.
Her adem, vücudun kemâllerinin, kendine tam karşı bulunan ve kendisine aks etmiş olan zıllerinden bir zılle yaklaşarak, dışarıda var olmuş, ziynet hâsıl etmiştir. Tam adem, böyle değildir. Bu kemâllerin zıllerine karşı olmaz. Onlarla birleşerek, dışarıda bir vücut kazanamaz. Çünkü, bu zıllerin karşısında değildir. Eğer, karşılığı bulunmasaydı, asıl vücuda karşı olurdu. Halbuki zattan başka olmayan bu asıl vücudun karşısında bir şey bulunamaz.
Tam mârifet sâhibi olan bir ârif, asıl vücuda ilerlerse, tam ademe iner. Böylece, bu ademin de, o hazretle bağlantısı olur. Ziynetlenmiş olur. Güzelleşmiş olur. O vakit, ârifin kendi mertebeleri demek olan, kendi ademlerinin bütün mertebeleri, topluca olsun, ayrı ayrı olsun, hepsi güzel ve iyi olurlar. Kemâl ve Cemâl hâsıl ederler. Bütün mertebelerinin iyi, güzel olması, yalnız böyle ârif içindir. Ondan başkasında, iyilik olursa, ya ayrı ayrı ayrılmış ademlerin birkaç mertebesinde olur veya ayrı ayrı bütün mertebelerinde görülür. Bu ikincisi de, çok az bulunur. Fakat, her çeşit kötülük ve bozukluktan başka bir şey olmayan tam ve toplu ademin iyi ve güzel olması, yalnız bu ârif içindir. Bu ârifin şeytanı da, tam iyi olarak, İslâmin güzelliğine kavuşur. Nefs-i emmaresi mutmeinne olur. Mevlasından râzı olur. Bunun içindir ki Peygamberlerin efendisi “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, (Benim şeytanım müslüman oldu) buyurdu. Bundan sonra, gazada, hiçbir gâzî ondan daha ileri olamaz. İyilikleri şeytan kadar gösteremez. Sübhânallah! Bu fakirden elinde olmayarak öyle mârifetler hâsıl oldu ki çokları toplanarak çalışsalar, bir benzerine kavuşamazlar. Geleceği haber verilmiş olan hazret-i Mehdinin de bu mârifetlerden çok pay alacağı umulur. Fârisî beyt tercümesi:
Padişah, koca karı kapısına,
gelirse ey yeğit, sen buna şaşma!
En güzel yaratıcı olan Allahü teâlâ, çok mübarek, pek mukaddestir. Yaratıcı sanılanlara benzemez. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Görülüyor ki mümkünlerin zatları, asılları, ademlerdir. Vücudun kemâllerinin zılleri bu ademlere aks ederek, bunları süslemiştir. Böyle olduğu için, mümkünlerin zatları, her kötülüğün, bozukluğun kaynağıdır. Her çirkinliğin, kusurun yeri olmuşlardır. Mümkünlerde yerleştirilmiş olan her iyilik, her kemâl, asıl vücutden ödünç olarak gelmiştir. Nisa sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Sana gelen her iyilik, Allahü teâlâdandır. Sana gelen her çirkinlik de, kendindendir) buyruldu. Allahü teâlânın ihsanı ile bir kimse, kendindeki iyiliklerin ödünç olarak verilmiş olduklarını görürse, üstünlüklerinin başkasından olduğunu anlarsa, kendini yalnız kötülük bulur. Tam kusur bilir. Kendinde hiçbir kemâl göremez. Aks yolu ile geldiklerini bile göremez. Çıplak kimsenin ödünç çamaşır giymesi gibi olur. Çamaşırların ödünç olduğu, kendisini o kadar kaplamıştır ki hepsini sâhibinde sanır. Kendini çıplak bulur. Üzerinde çamaşır var ise de, kendini çıplak sanır. Böyle görüş sâhibi olan Zât (Abdiyet) kulluk, makâmı ile şereflenir. Bu makâm, velâyet makâmlarının en üstünüdür.
TENBİH: Kötülükle iyiliğin ve aşağılıkla üstünlüğün böyle biraraya gelmeleri, vücut ile ademin bir araya gelmesidir. Bu ise, iki ters şeyin biraraya gelmesi değildir. Bunun için, olmayacak şey sanılmamalıdır. Çünkü tam vücudun tersi, tam ademdir. Zıll mertebelerinde ise, tam vücutden aşağı doğru, derece derece inılmıştır. Adem tarafında da, en aşağı olan tam ademden yukarı doğru basamak basamak yükselmişlerdir. [Bunların birleşmeleri, metal atomları ile ametal atomlarının birleşmeleri gibi, çekirdeklerindeki artı elektriklerin birbirlerini itme kuvvetleri, elektron kuvvetleri ile azalarak birbirlerini çekmeye başlamışlar, iyon şebekesi hâsıl etmişlerdir. Atom çekirdeklerindeki protonları biraraya toplayan ve] İyilik nurları ile kötülük karanlıklarını biraraya getiren Allahü teâlâyı tesbîh ederiz. Hiçbir ayıp ve kusuru Ona kondurmayız.
Sual: Biraz yukarıda, tam ademin de, tam vücuda yakın olduğu yazılı idi. Tam iki zıd, iki ters birleşmiş olmuyor mu?
Cevap: İki zıd şey, bir yerde birleşemez. Birinin, öteki yardımı ile durması ve birinin öteki tersi ile sıfatlanması olamaz değildir. Adem, mevcûd olabilir. Vücut ile yakınlık hâsıl edebilir.
Sual: Adem, nazarî, teorik bir şeydir. Bunun dışarıda var olması, ne demektir?
Cevap: Adem, yani yokluk deyince, hatıra gelen şey teoriktir, hayaldedir. Fakat, ademin çeşitlerinden birinin sonradan var olmasını söylemek niçin bozuk olsun? Eski Yunan felsefecilerinin vücut için söyledikleri de böyledir ki vücut, Vâcib-ül-vücûdun zatından başkadır. Çünkü vücut, teorik bir şeydir, dışarıda bulunamaz. Vâcib-ül-vücûdun kendisi ise, dışarıda vardır. Bunun için ikisi başka başkadır diyorlar. Bunlara cevap olarak da deniliyor ki vücut deyince akla gelen şey nazaridir, dışarıda yoktur. Fakat, vücudun çeşitlerinden biri böyle değildir. Bunun için, vücudun parçalarından biri dışarıda bulunabilir.
Sual: Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki Allahü teâlânın sekiz hakiki sıfatı, zıll mertebelerinde vardır. Asıl mertebesinde vücutleri yoktur. Bu ise, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uygun değildir. Allahü teâlâ, o âlimlerin çalışmalarına karşılık bol bol iyilikler versin! Çünkü, bu âlimler sıfatların Zattan hiç ayrılmadıklarını ve hiç ayrılamayacaklarını bildirmişlerdir.
Cevap: Söylediklerimizden, ayrılabilecekleri anlaşılmaz. Çünkü bu zıll, o asla lâzımdır. Ondan ayrılamaz. Böyle olmakla beraber, yalnız Zât-i teâlâyı arayan, isimleri ve sıfatları hiç düşünmeyen bir ârif, o mertebede yalnız Zâtı bulur. Hiçbir sıfatı düşünmez. Bu, o zaman sıfatlar bulunmaz demek değildir. Görülüyor ki ârife göre, sıfatlar, Zât-ı ilâhîden ayrılmış gibi sanılmaktadır. Dışarıda ayrılmış değildirler. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olur. Bunu iyi anlamalıdır.
Bu açıklamalardan sonra, (Kendini tanıyan, Rabbini tanır) sözü iyi anlaşılır. [İbni Hacer-i Mekki “rahmetullâhi aleyh”, bu sözün sâhibinin hazret-i Ali “radıyallâhu anh” olduğunu bildiriyor. Maverdi, (Edep-üd-dünya) kitabında bunun hadis-i şerif olduğunu yazmaktadır. Demek ki ibni Hacerin sözü, bunun hadis-i şerif olmadığını göstermemektedir.] Çünkü bir kimse, kendisini kötü olarak ve aşağı olarak tanıyınca ve kendisinde bulunan her iyiliğin ve üstünlüğün Vâcib-ül-vücut hazretleri tarafından ödünç verilmiş olduğunu anlayınca, Hak teâlâyı iyi ve üstün ve güzel olarak tanır.
Buraya kadar yapılan açıklamalar anlaşılınca, Nur sûresindeki (Allahü teâlâ, yerin ve göklerin nurudur) mealindeki âyet-i kerimenin özü meydana çıkar. Çünkü, mümkünlerin hepsi ademlerdir. Ademler de hep kötülük ve aşağılıktır. Mümkünlerdeki iyilik ve üstünlük ve güzellik ve düzgünlük, Allahü teâlânın kendisi olan vücutden gelmiştir. Bu vücut, iyiliklerin ve üstünlüklerin kaynağıdır. Bu anlaşılınca, göklerin ve yerin nuru bu vücuttur. Bu vücut, Vacib-i teâlânın kendisidir. Bu nur, göklerde ve yerde, zıllerinin yardımı ile bulunduğundan, zıllerin yardımı olmaksızın, doğrudan doğruya bulunduğunu sanmamak için, bu nuru bir misal ile anlatmaktadır. (Onun nuru bir fenere benzer. O fenerin içinde zeytinyağındaki fitilde yanan ışık vardır. Bu ışıklı fitil cam bir kandil içindedir…) mealindeki âyet-i kerimeyi inşaallah başka bir mektupta uzun açıklayacağız. Çünkü, uzun yazılacak şeyler vardır. Bu mektubumuza sığdıramayacağız. Âyet-i kerimeleri böyle açıklamaya (Te’vil) denir.
Kurân-ı Kerîmin tefsiri, ancak Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” işitildiği gibi yapılabilir. (Kurân-ı Kerîmi, kendi görüşüne, anlayışına göre tefsir eden kâfir olur) hadis-i şerifi, bunu bildirmektedir. (Te’vil) böyle değildir. Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere uygun olmak şartı ile her âlim, anladığı gibi te’vil yapabilir.
Mümkünlerin aslları, kendileri ademlerdir dedik. Mümkünlerin aşağı, bozuk sıfatları, bu ademlerden, Allahü teâlânın icad etmesiyle hâsıl olur. Mümkünlerdeki iyilikler ve üstünlükler, vücudun kemâllerinin zıllerinden ödünç olarak alinmiştir ve Allahü teâlânın icadı ile hâsıl olmaktadırlar.
Bir şeyin iyi veya kötü olduğunu anlamak kolaydır. Ahiret için olan şeyler, güzel görünmeseler bile güzeldir. Dünya için olan şeyler, güzel görünseler, tatlı ve iyi anlaşılsalar bile çirkindir. Dünyanın yaldızlı güzellikleri, hep böyledir. Bunun içindir ki İslamiyette oğlanların ve yabancı kadınların güzelliğine istek ve şehvetle bakmak yasak edilmiştir. Dünyanın yaldızlı, güzel görünen bütün pislikleri böyledir. Bunlar hep ademden hâsıl olur. Ademden ise, hep kötülük ve bozukluk meydana gelir. Eğer bu güzellikler, bu iyilikler, vücudun kemâllerinden olsa idi, yasak edilmezlerdi. Yalnız şurası var ki asıl dururken zılle bakmak çirkin olacağı için, yasak edilebilir ise de, bu yasaklık, ademden olan kötülüklerin yasaklığı gibi haram olmaz, yapmaktan ise, yapmamak daha iyi olur. Görülüyor ki dünyadaki güzellerin güzellikleri, vücudun güzelliğinin zılleri değildir. Ademler, kemâllerin yanında bulunmakla güzel görünmeye başlamışlardır. Ademin her şeyi gibi, bu güzel görünüşü de çirkin ve kötüdür. Şeker kaplanmış zehire benzer. Yaldızlanmış necaset gibidir.
İslamiyetin, nikah edilen güzel kadınlarla ve güzel cariyelerle eğlenmeye izin vermesi, çocuk elde etmek ve insanları üretmek içindir. Âlemdeki düzenin bozulmaması için buna izin verilmiştir.
Tasavvufçulardan birçoğu, güzel yüzlere, tatlı seslere bağlanmışlar. Bu güzelliklerin, Vâcib-ül-vücut teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kemâllerinden ödünç verilen güzellikler olduğunu sanarak, bunlara bağlanmayı iyi ve güzel bilmişler. Hatta, tasavvuf yolunda ilerlemek için yardımcı sanmışlardır. Bu fakirin anladığı böyle değildir. Yukarıda biraz bildirilmiştir. Şuna çok şaşılır ki bunlardan birkaçı, bu yanlış hareketlerini haklı göstermek için vesika da göstermeye kalkışıyor. (Oğlanlardan sakınınız! Çünkü onlardaki güzellik, Allahü teâlânın güzelliği gibidir) sözünü ileri sürüyorlar. Allahü teâlânın güzelliği gibidir sözü, bunları şüpheye düşürmektedir. Halbuki bu söz, onlara yardımcı olmuyor. Onların yanlış anladıklarını bildiriyor. Bu fakirin anlayışının da doğru olduğunu gösteriyor. Çünkü (Sakınınız!) buyurmakta, onlara bakmayı yasak etmektedir. Bunun yanlış anlaşılabileceğini de anlatmak için (Onların güzelliği, Hak teâlânın güzelliği gibidir. Onun güzelliği değildir) buyurmaktadır. Böylece, yanlış anlaşılmasını önlemektedir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Dünya ve ahiret, birbirinin zıttı, tersidir. Bu ikisinden birisini râzı edersen, öteki gücenir) buyurdu. Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki dünyanın güzelliği ile ahiretin güzelliği birbirinin zıttıdır. Birbirine uymaz. Herkes bilir ki dünya güzelliğini, İslamiyet beğenmez. Ahiret güzelliğini beğenir. O hâlde, dünya güzelliği kötüdür. Ahiret güzelliği iyidir. Birincisi ademden, ikincisi vücutden hâsıl olmaktadır. Evet, bazı şeyler vardır ki bir bakımdan dünyadandır, başka bir bakımdan ahirettendir. Bu şeyler, birinci bakımdan çirkindir. İkinci bakımdan güzeldir. Bu iki bakımı birbirinden ayırmak ve her birinin güzelliğini ve çirkinliğini anlamak, İslamiyeti bilmekle olur. Haşr sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlullahın emrettiklerini yapınız! Yasak ettiklerinden sakınınız!) buyruldu. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Dünya yaratıldığı zamandan beri, Hak teâlâ ona beğenerek bakmamıştır. Hak teâlâ onu beğenmez). Bu hadis-i şerifte dünyada ademden hâsıl olan kötülüklerin, çirkinliklerin ve bozuklukların beğenilmediği bildirilmektedir. Adem her kötülüğün ve her bozukluğun yeridir. Bunun için dünyanın güzelliği, tatlılığı ve tazeliği kıymetsizdir. Allahü teâlâ, bunlardan râzı değildir. Allahü teâlâ, ahiretin güzelliğinden razıdır. Ahiret güzelliğine bakar. Enfal sûresi 67. âyetinin meâl-i şerifi, (Siz dünyayı istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, ahireti istiyor) olup Allahü teâlânın dünyaya düşkün olanları beğenmediğini bildirmektedir. Ya Rabbi! Dünyayı, gözümüzde küçült! Ahireti de kalplerimizde büyült! Fakr ile öğünen ve dünya güzelliğinden sakınan Muhammed “aleyhi ve alâ Âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” hürmetine, bu duamızı kabul eyle! Büyük âlim şeyh Muhyiddin-i Arabî dünyadaki kötülüklerin, aşağılıkların ve bozuklukların özüne bakmadığı için, (Mümkünlerin hakikatleri, Hak teâlânın kemâllerinin ilmdeki zılleridir, sûretleridir) dedi. (Bu sûretler, dışarıda biricik varlık olan Zât-i teâlâ aynasında aks ederek dışarıda görünmüşlerdir) dedi. (İlmdeki sûretler, Hak teâlânın şuûn ve sıfatlarından başka bir şey değildirler) dedi. Bunun için de, (Vahdet-i vücûd) dedi. Mümkünlerin varlığını, Vâcibin varlığı sandı “teâlâ ve tekaddese”. Kötülük ve aşağılık, iyiliğe ve yüksekliğe göre meydana çıkar. Tam kötülük ve yalnız aşağılık diye bir şey yoktur dedi. Hiçbir şeyin kendisi kötü değildir. Küfür ve dalâlet, sapıklık bile imana ve hidayete bakınca kötü olur. Yoksa kendileri kötü değil, iyi ve yarar olduklarını sandı. Kâfirlerde ve fasıklarda bunların bulunması, doğruluk olur, sapıklık olmaz, dedi. Hud sûresinin ellialtıncı âyetinin, (Allahü teâlâ, her hayvanı dilediği gibi kullanmaya kâdirdir. Benim Rabbim hak ve adalet üzeredir) meâl-i şerifini kendine şahit göstermektedir. Evet, vahdet-i vücuda inanan herkes böyle sözlerden çekinmez. Bu fakire bildirildiğine göre, mümkünlerin mahiyetleri, hakikatleri, aslları, ademlerle, vücudun bu ademlere aks etmiş ve birleşmiş olan kemâlleridir. Bunu yukarıda uzun bildirdik. Doğruyu meydana çıkaran, ancak Allahü teâlâdır. Doğru yola kavuşturan ancak Odur.
Oğlum! Allah adamlarının hiçbirinin ne açık olarak ve ne de işaret ederek söylememiş oldukları bu bilgiler ve mârifetler, çok şerefli, çok kıymetli bilgilerdir. Bin sene sonra meydana çıkan ve Vacib-i teâlânın hakikati ile mümkünlerin hakikatlerini tam uygun olarak anlatan yüksek bilgilerdir. Kitaba ve sünnete uymayan ve doğru yolun âlimlerinin sözlerine benzemeyen bir yerleri yoktur. Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm” sanki ümmetine öğretmek için yaptığı, (Ya Rabbi! Her şeyin doğrusunu, bize olduğu gibi tam göster!) duâsı, belki de, yukarıda bildirilen hakikatlerin, mahiyetlerin gösterilmesi içindir. Bunlar (Ubûdiyyet), kulluk makâmında anlaşılır. Aşağılığı ve alçaklığı ve kırıklığı görmeye de işaret buyurmaktadır. Bunları görmek, kulluğa uygundur. Zavallı bir kulun, kendini sâhibi gibi bilmesi, hiç yakışır mı? Pek edepsizlik olur.
Oğlum! Şimdi o zamandayız ki geçmiş ümmetlerde, böyle çok karanlık zaman gelince, büyük bir Peygamber gönderilerek, yeni bir din kurulurdu. Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu için ve bu ümmetin Peygamberi, Peygamberlerin sonuncusu olduğu için “aleyhi ve alâ Âlihi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, bunların âlimlerine, İsrail oğullarının Peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vazifeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir (Müceddid) yenileyici, kuvvetlendirici seçerler. Bununla İslamiyeti tazelerler. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir (Ülül’azm) Peygamber gönderdikleri ve Onun işini bir Nebiye bırakmadıkları gibi, bu ümmette de, tam mârifetli, bilgili bir âlim, ârif seçilir. Bu Zât, geçmiş ümmetlerdeki Ülül’azm Peygamberlerin işini yapar. Fârisî beyt tercümesi:
Ruhül-kudsün yardımı, imdada yetişirse,
Mesihin yaptıkları, nasip olur herkese.
Oğlum! Tam varlık, tam yokluğun karşılığıdır. Mektubun başında tam varlık, Vâcib-ül-vücûdun hakikatidir. Her iyiliğin ve üstünlüğün de tam kendisidir demıştık. Böyle söylemek, topluca düşünerek olsa bile o makâm için yakışık alamaz. Çünkü, zıll olmak anlaşılır. Bu vücudun karşılığı olan ademin de, hiçbir şeye bağlılığı, benzerliği yoktur. Bu ademin de, her kötülüğün, her aşağılığın tam kendisi olduğunu söylemek de burada yakışmaz. Çünkü, bir bağlılık anlaşılabilir.
Bir şey, tam olarak ancak kendine tam zıd, tam karşı olan şey üzerinde meydana çıkar. [Mesela ılık su, soğukta sıcak görünür. Siyah nokta, beyaz üzerinde belli olur. Yıldız gece karanlığında görülür.] Her şey, zıttı arasında belli olur. Bunun için tam vücut, tam olarak, tam yokluk üzerinde belli olur. Tam yokluk, tam varlığa bir ayna olur.
Tasavvuf yolunda, geri dönüp inmek, ilerlerken yükselmek kadar olur. [Çok çıkan, geri dönünce, çok iner.] Bir kimse, Allahü teâlânın yardımı ile tam vücuda yükselirse, bu kimse dönüşte, tam ademe kadar iner. Yükselirken ârifin şuuru gider, bilgisi kalmaz. İnerken şuuruna ve bilgisine kavuşur. Bu şuur ve mârifet makâmında, onu hiç zıll bulunmayan ve Zâtın şuûn ve itibarlarından da uzak olan (Tecellî-i Zâtî) ile şereflendirirler. Bundan önce olan bütün tecellîlerin, isimler, sıfatlar, şuûn ve itibarat zıllerinden bir zıllin perdesi arkasında olduğunu ona bildirirler. Her ne kadar ârif, o tecellîleri, isimlerin ve şuûnun arada perde olmayarak hâsıl olduğunu, tam vücudun perdesiz olarak tecellî ettiğini sanır ise de, bir zıllin perdesi arkasında tecellî etmektedir. Sübhânallah! Her kötülüğün, her aşağılığın yeri olan bu adem, vücudun tam zuhûruna vasıta olduğu için, güzellik kazanmakta, hiç kimsenin bulamadığına kavuşmaktadır. Kendisi kötü olan şey, araya güzelliğin karışması ile güzel olmaktadır. İnsanın nefs-i emmaresi de, hep kötülüğe kayar. Ademe her şeyden daha çok yakındır. Bunun için, tam tecellîye her şeyden daha çok kavuşmaktadır. Her şeyden daha yukarı çıkmaktadır. Fârisî Mısra tercümesi:
İhsana en uygun olan, günah işleyenlerdir!
Mârifeti tam olan bir ârif, bütün makâmlardan ileri yükseldikten ve her mertebeden geçerek indikten sonra, tam ademe inerek Vücut-i teâlâya ayna olunca, sıfatların ve isimlerin bütün kemâlleri onda görünür. Tam vücutde bulunan bütün latîfeler onda görünür. Ondan başka kimse bu nimete kavuşamaz. Bu ayna olmak nimeti, onun boyuna göre biçilip dikilerek, üzerine giydirilmiş kıymetli bir elbiseye benzer. Kemâllerin, üstünlüklerin zılleri, sûretleri, her ne kadar İlm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmışlar ise de ve ârifin ayna olması da, ilim mertebesinde ise de, ârifin aynası dışarıda vardır ve bütün kemâlleri dışarıda göstermektedir.
Sual: Ademin ayna olması ne demektir? Adem, hiçbir şey değildir. Hangi bakımdan vücudun aynası olmaktadır?
Cevap: Adem dışarıdaki varlıklara göre hiçtir. Fakat ilimde bir ayrılık kazanmıştır. Hatta, ilimde bir varlık da olmuştur. Tasavvuf yolunun sonuna varanlar “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, ademin zihindeki varlığına, vücudun aynası, şundan dolayı demişlerdir ki adem mertebesinde bulunan bütün kötülüklerin ve aşağılıkların hiçbiri, ademin karşılığı olan vücutde bulunmaz. Ademde bulunmayan her üstünlük de, vücutde vardır. Bu inceliğe dikkat edilirse, adem vücutdeki kemâllerin görünmesine sebep olmaktadır. Ayna olmak demek de, işte budur. Burasını iyi anla! İşine çok yarayacaktır. Her şeyin doğrusunu bildiren ancak Allahü teâlâdır.
Oğlum! Bu yazılan mârifetlerin hepsinin Allahü teâlâ tarafından ilhâm edilmiş olduklarını, şeytan vesveselerinin hiç karışmadığını umarım. Buna delil, senet olarak şunu da söyleyeyim ki bu bilgileri yazmak istediğim ve Allahü teâlâya sığındığım zaman, meleklerin “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” sanki şeytanları buralardan kovdukları görüldü. Onları buralara yaklaştırmadılar. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
Kıymetli nimetleri meydana çıkarmak, hamd yollarının en büyüklerinden biridir. Bu büyük nimetleri açıklamaya kalkıştım. (Ucb), kendini beğenmek sanılmasından uzak olacağını umarım. Ucb nasıl olabilir ki Allahü teâlânın yardımı ile kendi kötülüğüm ve alçaklığım hep gözümün önündedir. Bütün kemâller, iyilikler de Allahü teâlânındır. Geçmişte ve gelecekte olan her hamd âlemlerin Rabbi içindir. Onun Peygamberlerine ve Peygamberinin kerim olan Âline ve yüksek Ashâbının hepsine iyi duâlar ve selamlar olsun “salevâtullahi teâlâ aleyhi ve alâ Âlihi ve Ashâbihi ecma’în”! Doğru yolda bulunanlara ve Muhammed Mustafanın izinde gidenlere de selam olsun “aleyhi ve alâ Âlihissalevâtü efdalüha vetteslîmâtü ekmelühâ”!
İlave: Vücut ve adem ve Allahü teâlânın sıfatları, akıl ile anlaşılamaz. Allahü teâlâ, akıl ile anlaşılamayan şeyleri görüp anlayabilen başka bir kuvvet, sevdiği kullarına verir. Bu kuvvete (Basiret=Kalp gözü) ve bu kullara (Evliyâ) denir. Evliyâ, kalp gözleri ile görüp anlar ve birbirlerine anlatırlar. Başkalarının, bu şeyleri akıl ile araştırmalarına izin verilmedi. Kalp gözüne kavuşmak için, müslüman olmak ve tasavvuf yolunda çalışmak lâzımdır. Tasavvuf yolunda çalışmayan müslümanın kalbi hastadır. Müslüman olmayan bir kimsenin kalbi ölüdür. Kalp gözü kördür.