Bu mektup, Kılıç Han’a yazılmıştır. Sofinin kain ve bain olduğu ve kalbin birden fazla şeye bağlanmıyacağı ve muhabbet-i zâtîye hâsıl olunca sevgiliden gelen elemlerle nimetlerin müsavi olduğu ve mukarreblerle ebrârın ibâdetleri arasındaki başkalığı ve kendini yok bilen Evliyâ ile insanları davet için geri dönmüş olan Evliyânın başkalıkları bildirilmektedir:
Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hürmetine “aleyhi ve alâ Âlihissalevâtü vetteslîmât” size selamet ve âfiyet versin! Hadis-i şerifte, (Kişi, sevdiği ile birlikte olur) buyruldu.
Kalbinde, Allahtan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan ve ancak Onu “teâlâ ve tekaddese” dileyen kimselere “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” müjdeler olsun. Bu hadis-i şerife göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile beraber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış verişte ise de, hakikatte Allahü teâlâ iledir. Kain ve bain olan sofinin hâli böyledir. Bu sofi, Allahü teâlâ ile (Kain) dir. Yani Allahü teâlâ ile bulunur ve insanlardan (Bain) dir. Yani ayrıdır. Yahut, görünüşte insanlar ile kaindir. Hakikatte ise insanlardan baindir. Kalp, yani gönül birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez. Kalbin mal, evlat, mevki meth olunmak gibi çeşitli arzuları ve bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakikatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Onların nefslerini düşünmemektedir. Nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. Çünkü hiçbir şeyi o şey için sevmemektedir. Onun için hiçbir şey perde olmaz. Kul, hep nefsini düşünmektedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Başka hiçbir şey değildir. Kul, kendinin nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nimet, ancak tam fenâ hâsıl olduktan sonra elde edilebilir. Mutlak olan Fenâ da, Tecellî-i Zâtiye bağlıdır. Çünkü, ortalıktan karanlığın kalkması, ancak, parlak olan güneşin doğması ile olur. (Muhabbet-i zâtîye) denilen bu sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nimetleri ve elemleri, sevenin yanında eşit olur. Bu zaman, ihlas hâsıl olur. Rabbine ancak Onun için ibâdet eder. Kendi nefsi için değil. İbadeti, nimetlere kavuşmak için olmaz. Çünkü, ona göre nimetlerle azaplar arasında başkalık yoktur. İşte bu hâl mukarreblerin derecesidir.
Ebrâr böyle değildir. Bunlar, Allahü teâlâya nimetlerine kavuşmak için ve azabından korktukları için ibâdet ederler. Bu iki dilekleri ise, nefslerinin arzularıdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın Zâtını sevmek saadetine kavuşmamışlardır. Bunun için (Ebrârın Hasenâtı, mukarreblerin seyiatı olmuştur). Çünkü, ebrârın Hasenâtı, bir bakımdan Hasenâttır. Başka bakımdan seyiat olur. Mukarreblerin Hasenâtı ise, her bakımdan Hasenâttır. Yani iyiliktir. Evet, mukarreblerden, tam Bekâya kavuştuktan ve bu sebepler alemine indikten sonra, Allahü teâlâya, korku ile ve nimetlerine kavuşmak için ibâdet eden de vardır. Fakat, bunların korkuları ve arzuları kendi nefsleri için değildir. Bunlar, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için ve Onun gazabından, gücenmesinden korktukları için ibâdet ederler. Bunlar Cenneti de isterler. Çünkü, Cennet, Allahü teâlânın rızasının, sevgisinin bulunduğu yerdir. Yoksa Cenneti istemeleri, nefslerinin zevkleri için değildir. Bunlar Cehennemden korkar. Ondan koruması için duâ ederler. Çünkü, Cehennem, Allahü teâlânın gazabının bulunduğu yerdir. Yoksa, Cehennemden korkuları, nefslerini azaptan kurtarmak için değildir. Çünkü, bu büyükler, nefslerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için halis kul olmuşlardır. Bu mertebe, mukarreblerin en üstün derecesidir. Bu mertebeye kavuşan, (Velâyet-i hassa) makâmına erdikten sonra (Peygamberlik) makâmının yüksekliklerinden bir şeylere de kavuşur.
Sebepler alemine inmeyen ise, müstehlik olan, yani kendini yok bilen Evliyâdan olur. Bunun Peygamberlik makâmının kemâlâtından haberi yoktur. Başkalarını kemâle getiremez. Yukarıda bildirdiğimiz birinci sınıf Evliyâ “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” gibi değildirler. Allahü teâlâ, insanların en üstünü hürmetine “aleyhi ve alâ Âlihi ve etbaihi minessalevâti efdalüha ve minetteslimati ekmelühâ” bizleri bu büyükleri sevmekle şereflendirsin. Çünkü, (Kişi, sevdiği ile beraber olur). Evvelimiz ve sonumuz selamette olsun!
Niçin küfüran eder insan, Huda nimet verir iken,
Utanmayıp eder isyan, kamuyu ol görür iken.
Beher ân hamdü şükretmez, dahi ihsanı fikretmez,
Her gün Hakkı zikretmez, bedende can durur iken?