Bu mektup, [İmam-ı Rabbani hazretleri tarafından] Mevlânâ Muhammed Eşref’e yazılmıştır. Dört halifenin üstünlüklerini ve Ashâb-ı kirâmın büyüklüğünü bildirmektedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevgili Peygamberine ve temiz Ehl-i beytine ve Ashâbının hepsine salât ve selâm olsun “salevâtullahi aleyhi ve alâ Âlihi ve Ashâbih”! Din ve dünya saadetinize duâ ederim.
Kıymetli kardeşim! Birkaç şaşılacak bilgi ve işitilmemiş gizli şeyler ve Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği hoş şeyleri bildireceğim. Bunların çoğu, Şeyhaynın [yani, hazret-i Ebû Bekir ile hazret-i Ömer’in] ve hazret-i Osman-ı Zinnureynin ve Allah’ın arslanı hazret-i Ali’nin üstünlüklerini ve yüksekliklerini göstermektedir. Kısa anlayışıma göre yazıyorum. Dikkatle dinleyiniz! Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömer-ül Fâruk “radıyallâhu anhüma”, Muhammed aleyhisselâmın yüksekliklerine ve velâyet-i Mustafavinin derecelerine kavuştukları gibi, velâyet bakımından, hazret-i İbrahim aleyhisselâma ve insanları dine çağırmak bakımından da, Mûsâ aleyhisselâma bağlıdırlar. Hazret-i Ali ise, her iki bakımdan da, hazret-i Îsâ aleyhisselâma bağlıdır. Hazret-i Îsâ, ruhullahtır ve kelimetullahtır. Bunun için kendisinde velâyet yüzü, Peygamberlik yüzünden daha kuvvetlidir. Hazret-i Ali de, Ona bağlı olduğu için, Onda da, velâyet yüzü daha kuvvetlidir. Dört Halifenin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” mebde-i taayyünleri [yani rableri, kendilerini yetiştiren], ilim sıfatıdır. Topluca veya açıkça çeşitli yönlerden ayrılırlar. Bu sıfat, topluluk bakımından, Muhammed aleyhisselâmın terbiyecisidir. Genişlik bakımından ise, İbrahim aleyhisselâmın rabbidir. Her iki bakımdan ise, Nuh aleyhisselâmın rabbidir. Mûsâ aleyhisselâmın rabbi, kelam sıfatıdır. Îsâ aleyhisselâmın rabbi, kudret sıfatıdır. Âdem aleyhisselâmın rabbi, tekvîn sıfatıdır.
Hazret-i Ebû Bekir’le hazret-i Ömer, Resûlullahın Peygamberlik yükünü taşımaktadırlar. Fakat burada da, her ikisinin mertebesi ayrıdır. Hazret-i Ali, Îsâ aleyhisselâma bağlı olduğundan ve velâyet yüzü daha kuvvetli olduğundan, Muhammed aleyhisselâmın velâyet yükünü taşımaktadır. Hazret-i Osman-ı Zinnureyn, ortada olduğu için, her iki yükü de taşımaktadır. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma bağlılığı daha çoktur. Çünkü, herkesi dine çağırmak, Peygamberlik makâmına uygun bir iştir. Bu iş, bizim Peygamberimizden sonra, Peygamberler arasında, Onda daha çok ve daha geniştir. Onun kitabı, Kurân-ı Kerîmden sonra, gökten inen kitapların en iyisidir. Bunun içindir ki Onun ümmeti, geçmiş ümmetler içinde, Cennete en önce girecektir. İbrahim aleyhisselâmın dini ve milleti, bütün dinlerin ve milletlerin en üstünü ve yükseği idi. Bunun için, Peygamberlerin en üstününe, Onun milletine uymak emrolunmuştur. Nahl sûresi, 123. âyetinin, “Sonra, sana bildirdik ki İbrahim aleyhisselâmın milletine tâbi olasın!” meâl-i şerifi, böyle olduğunu göstermektedir. Geleceği haber verilmiş olan hazret-i Mehdinin rabbi de, ilim sıfatıdır. Bu da, hazret-i Ali gibi Îsâ aleyhisselâma bağlıdır. Sanki Îsâ aleyhisselâmın iki ayağından biri, hazret-i Alinin başı üzerinde, ikinci ayağı hazret-i Mehdinin başı üzerindedir.
Mûsâ aleyhisselâmın velâyeti, Muhammed aleyhisselâmın velâyetinin sağındadır. Îsâ aleyhisselâmın velâyeti ise, solundadır. Hazret-i Ali, Muhammed aleyhisselâmın velâyeti yükünü taşıdığı için, Evliyâ yollarının çoğu Ona bağlıdır. Velâyetin yüksek derecelerine kavuşmuş olan ve insanlar arasına karışmayan Evliyânın çoğuna, hazret-i Ali’nin yüksekliği, hazret-i Ebû Bekir’le hazret-i Ömer’in yüksekliklerinden daha çok bildirildi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Eğer, Ehl-i sünnet âlimleri, bu ikisinin hazret-i Ali’den daha üstün olduğunu söz birliği ile bildirmemiş olsalardı, bu Evliyânın çoğu, hazret-i Alinin daha üstün olduğunu bildirirlerdi. Çünkü, hazret-i Ebû Bekir ile hazret-i Ömer’in üstünlükleri, Peygamberlerin üstünlükleri gibidir “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Velâyet yolunda olanların elleri, o üstünlüklerin eteklerine yetişemez. Bunların, nübüvvetin yüksekliklerinde dereceleri o kadar yüksektir ki keşif sahiplerinin keşifleri, o derecelerin yoluna bile varamaz. Velâyetin yüksek dereceleri, Peygamberliğin yüksek derecelerine çıkabilmek için merdiven gibidir. Vasıtanın, aracının, aranılandan ne haberi olabilir? Başta olanlar, sonda bulunanlardan ne anlayabilir? Peygamberlik zamanı çok uzaklaştığı için, bugün, bu sözümüz, çok kimseye ağır gelir. İnanmak istemezler. Fakat, ne yapılabilir? Fârisî beyt tercümesi:
Ayna arkasındaki papağan gibiyim,
ezeli üstad ne derse, onu söylerim.
Allahü teâlâya çok hamd ve şükürler olsun ki bu sözlerimin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygundur. Onların söz birliği ile beraberdir. Onların akıl ile ilim ile buldukları, bana keşif yolu ile bildirilmektedir. Onların kısaca anladıkları, bu fakire geniş olarak açıklanmaktadır. Resûlullaha uyarak, Peygamberlik makâmının yüksek derecelerine kavuşturulmadan ve o yüksekliklerden doyurucu bir pay verilmeden önce, 2 halifenin üstünlüklerini, bu fakire, keşif yolu ile bildirmemişlerdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymaktan başka kurtuluş yolu yok idi. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! O, bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri hep doğru söylemişlerdir.
Hazret-i Emirin “radıyallâhu anh” ismi Cennet kapısının üzerinde yazılı olduğunu öğrenince, Şeyhayn hazretlerinin [yani Ebû Bekir ile Ömer’in] “radıyallâhu anhüma” Cennet kapısındaki hususiyet ve itibarlarının nasıl olduğunu merak ettim. Anlamak için çok uğraştım. Nihâyet anladım ki bu ümmetin [yani müslümanların] Cennete girmeleri bu 2 büyük zâtın emri ve izni ile olacaktır. Sanki Ebû Bekir “radıyallâhu anh” Cennet kapısında durup, içeri girmeye, izin verecek ve Ömer “radıyallâhu anh” ellerinden tutarak içeri götürecektir. Bütün Cennetin, sanki Ebû Bekrin “radıyallâhu anh” nuru ile dolu olduğunu hissediyorum. Bu fakire göre, Şeyhayn hazretlerinin bütün Sahabe-i kirâm “aleyhimürRıdvân” arasında ayrı bir şân ve üstünlükleri vardır. Başka hiçbirisi, bunlara ortak değildir. Sıddîk “radıyallâhu anh”, Peygamber efendimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile sanki aynı bir evin sâhibidir. Farkları, bir evin 2 katı arasındaki fark gibidir. Fâruk “radıyallâhu anh” da, Ebû Bekre “radıyallâhu anh” tufeyl olarak, bu devlethanede bulunmaktadır. Diğer Sahabe-i kirâmın, Server-i âleme “sallallâhü aleyhi ve sellem” yakınlıkları, sünnet-i seniyesine [yani İslamiyetine] uydukları kadar, mahalle komşusu veya hemşehri gibidirler. Bunlar, böyle olunca, sonra gelenlerin Evliyâsı, nerede kalır, artık düşünmeli! Fârisî Mısra tercümesi:
Seslerini uzaktan işitmek de büyük nimettir.
O hâlde onlar Şeyhaynin büyüklüğünden ne anlayabilirler? Her ikisinin büyüklüğü, o kadar çoktur ki Peygamberler “aleyhimüsselâm” sırasındadırlar. Peygamberlik makâmından başka, bütün üstünlüklerine maliktirler. Nitekim Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu). İmâm-ı Gazâlî “rahmetullâhi aleyh” buyuruyor ki halife Ömer “radıyallâhu anh” şehit olunca, Abdullah ibni Ömer, Sahabe-i kirâma dedi ki: (İlmin 10’da 9’u, Ömer “radıyallâhu anh” ile beraber öldü). Bazılarının bu sözü anlamayarak durakladıklarını görünce, (İlimden maksadım Allahü teâlâyı bilmektir. Abdest ve guslün bilgileri değildir) dedi. Ömer böyle olunca Ebû Bekir’in büyüklüğü nasıl anlaşılır ki Ömer’in bütün iyilikleri onun bir iyiliğidir. Böyle olduğu, hadis-i şerifte bildirilmektedir. Ömer ile Sıddîk “radıyallâhu anhüma” arasındaki fark, Sıddîk ile Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” arasındaki farktan ziyâdedir. Başkalarının Sıddîktan “radıyallâhu anh” ne kadar aşağıda olduğunu bundan anlamalıdır. Şeyhayn “radıyallâhu anhüma” öldükten sonra da, Peygamberimizden “sallallâhü aleyhi ve sellem” ayrı kalmadılar. Mahşere de onlarla beraber kalkıp gideceğini haber vermiştir. O hâlde efdaliyet, üstünlük, Ona daha yakınlık demek olup bu da, ikisine mahsustur. Bu fakirliğim ve aşağılığım ile onların yüksekliğinden ne anlayabilir ve söyleyebilirim ve üstünlüklerinden ne anlatabilirim? Tozun, dumanın, güneşi anlatmaya gücü yeter mi? Bir damla su, büyük denizleri söyleyebilir mi?
İnsanlara nasihat etmek, herkese yol göstermek için geri dönmüş olan Evliyâ, hem velâyet, hem de davet bilgilerini ve kıymetlerini taşıdıklarından, keşiflerinin nuru ile ve Tabiîn ve Tebei tabiînden ictihad derecesine yükselen âlimler, hadis-i şeriflerin derinliklerindeki mânâları bulup anlamak ile Şeyhaynın “radıyallâhu anhüma” kemâlâtından biraz anlayarak, hakikatlerinden az bir şey ele geçirerek üstünlüklerini bildirmişler ve bunda söz birliği hâsıl olmuştur. Bu sözlerine uymayan keşiflerin, buluşların yanlış olduğunu söyleyerek bunlara kıymet vermemişlerdir. Bu ikisinin üstünlüğü Sahabe-i kirâm arasında zaten şöhret bulmuştu. Mesela, Buhârî-i şerifte Abdullah ibni Ömer “radıyallâhu anhüma” diyor ki (Biz, Peygamber “sallallâhü aleyhi ve sellem” zamanında Ebû Bekr gibi kimseyi bilmezdik. Ondan sonra, Ömer’i, ondan sonra da Osman’ı “radıyallâhu anhüm” bilirdik, onlardan sonra kimseyi kimseden üstün tutmazdık). Ebû Davud’un bildirdiğine göre, yine Abdullah ibni Ömer “radıyallâhu anhüma” diyor ki: (Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” zamanında bizler, en üstün Ebû Bekir’dir, sonra Ömer, sonra Osman “radıyallâhu anhüm” derdik).
Evliyâlık, Peygamberlikten daha yüksektir sözü, (Erbâb-ı sekr) in, [yani zan ve hayal ile konuşanların] sözüdür. Yani geri dönmeyen, Peygamberlik makâmının kemâlâtından haberi olmayan Evliyânın sözüdür. Bu fakir birçok mektuplarımda, uzun uzadıya bildirdim ki Peygamberlik, velâyetin üstündedir. Hatta Peygamberin kendi velâyetinin üstündedir. Sözün doğrusu da budur. Bunun aksini söyleyen, Peygamberlik makâmının yüksekliğini bilmeyendir. Evliyâlık yolları arasında Silsile-tüz-zeheb yolu, Sıddîk-i ekberin “radıyallâhu anh” yolu olduğundan, bu yolun yolcuları uyanık olur. Onun için de, yolların en üstünüdür. Başka yoldaki Evliyâ, bunların kemâlâtına nasıl yetişebilir? Onların iç yüzünü nasıl anlayabilir? Bu yolun yolcularının, bu işte karları müsavidir demek istemiyorum. Belki milyonda biri böyle olabilirse nimettir, saadettir. Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” haber verdiği hazret-i Mehdi, velâyetin en yüksek derecesinde olacağına göre, o da bu yoldan yetişmiş ve bu yolu tamamlamış ve düzeltmiş olacaktır. Çünkü bütün velâyet yolları, bu yoldan aşağıdır ve ulaştıkları velâyetlerde, Peygamberlik makâmının kemâllerinden az bir şey vardır. Bu yoldan kazanılan Evliyâlıkta ise, Sıddîk-ı ekberin “radıyallâhu anh” yolu olduğu için, o kemâlattan pek çok bulunur. Fârisî Mısra tercümesi:
Gör ki yollar arasındaki fark ne kadar çoktur.
Hazret-i Emir “radıyallâhu anh” Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” velâyetini aldığı, taşıdığı için, geri dönmeyen yani halk arasına karışmayan, yani velâyetin kemâlatı kendilerinde fazla bulunan Evliyânın, mesela Kutupların, Ebdalin ve Evtadın terbiyeleri onun imdadı ve yardımı iledir. (Kutub-ül-aktâb) yani (Kutub-i medâr) onun emrinde ve terbiyesindedir [yani vazifesini onun imdadı ve yardımı ile yapar]. Fâtıma-tüz-zehira ile Hasan ve Hüseyin de bu makâmda hazret-i Emir “radıyallâhu anhüm” ile ortakdırlar.
Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ashâbının hepsi “radıyallâhu anhüm” büyüktür. Her birini büyük bilmek ve söylemek lâzımdır. Enes bin Mâlik “radıyallâhu anh” buyuruyor ki Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Allahü teâlâ, bütün insanlar arasından beni seçti, ayırttı. İnsanların en iyisini bana Ashâb olarak seçti. Bunların arasından da bana akraba ve yardımcı olarak en üstünlerini ayırttı. Bir kimse, Beni sevdiği için, bunlara hürmet ederse, Allahü teâlâ, onu her tehlikeden korur. Onlara hakaret ederek, Beni incitenleri de incitir). Abdullah ibni Abbas buyuruyor ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Ashâbıma dil uzatanlara, onları sövenlere, Allah lanet eylesin. Bütün meleklerin ve insanların lanetleri onların üzerine olsun!” Âişe-i Sıddîka “radıyallâhu anha” buyuruyor ki Resûl “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Ümmetimin en kötüsü, Ashâbıma dil uzatmaya cesaret edenlerdir”.
Ashâb-ı kirâm “aleyhimürRıdvân” arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden, güzel düşüncelerden ileri geldi bilmek, dünyalık için, menfaat için bilmemek lâzımdır. Çünkü, onların ayrılığı ictihad ve te’vil ayrılığı idi. Heva ve hevesten doğan ayrılık değildi. Ehl-i sünnet âlimleri hep böyle söylüyor. Şu kadar var ki hazret-i Emir ile muharebe edenler, hata etti. Hak, hazret-i Emir “radıyallâhu anh” tarafında idi. Fakat hataları, ictihad hatası olduğundan, bir şey denemez ve dil uzatılamaz. (Şerh-ı mevakıf) kitabına göre, Amidi diyor ki (Cemel ve Sıffin vak’aları ictihad yüzünden idi).
Ebû Şekur-i Sülemi, (Temhid) kitabında diyor ki (Ehl-i sünnet vel-cemaate göre hazret-i Muaviye ve Onunla beraber olanlar “radıyallâhu anhüm” hata etmişlerdi. Fakat hataları, ictihad hatası idi).
İbni Hacer-i Mekki (Savaık) kitabında diyor ki: (Hazret-i Muaviye’nin hazret-i Emir ile “radıyallâhu anhüma” muharebesi, ictihad sebebi ile idi. Ehl-i sünnet âlimleri böyle biliyor). (Mevakıf) ı şerh edenin, (Ashâbımızın çoğuna göre, o muharebeler, ictihad sebebiyle değildi) sözünde Ashâbımız diyerek, kimleri anlatmak istemiştir? Ehl-i sünnet âlimleri böyle söylemiyor, aksini söylüyor. Büyüklerin kitapları hep ictihatta hata olduğunu bildirmektedirler. İmâm-ı Gazâlî ve kadı Ebû Bekr ve diğer imamlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunlar arasındadır. O hâlde Hazret-i Emir “radıyallâhu anh” ile muharebe edenlere fasık, yoldan çıkmış gibi şeyler söylemek câiz değildir.
Kadı Iyad’ın (Şifa) kitabında, İmâm-ı Mâlik “radıyallâhu anh” diyor ki: (Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ashâbından birine, mesela Ebû Bekre veya Ömere veya Osmana veya Muaviyeye veya Amr ibni Asa “radıyallâhu anhüm” söven ve onları kötüliyen bir kimse, eğer yoldan çıktılar, kâfir oldular dedi ise, bu kimseyi öldürmelidir. Yok eğer başka bir ayıp ve kusur ile kötüledi ise, şiddetli dövmelidir). Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” ile muharebe edenler, şiîlerin taşkın olanlarının dedikleri gibi, kâfir değildir. Fasık da değildir. Çünkü, Âişe-i Sıddîka “radıyallâhu anha” ve Talha ve Zübeyr ve Sahabe-i kirâmdan birçoğu onlardandır “Rıdvânullahi aleyhim ecma’în”. Talha ile Zübeyr “radıyallâhu anhüma” Cemel muharebesinde, on üçbin kişi ile beraber öldürülmüştü. Hazret-i Muaviye “radıyallâhu anh” bu zaman işe karışmamıştı. Bir müslüman, bunlara yoldan çıktı ve günaha girdi gibi sözler söyleyemez. Kalbi bozuk, ruhu pis olan, söyler. Fıkıh âlimlerinden bazısı hazret-i Muaviye “radıyallâhu anh” için (Cevr), yani zulüm etti, demiş ise de, bundan maksatları, hazret-i Emirin hilafeti zamanında kendini halife ilan etmesi haksız idi, demektir. Yoksa, yoldan çıkmak ve günah alâmeti olan zulüm demek değildir. Bu sûretle sözleri, Ehl-i sünnet büyüklerinin sözlerine uymuş olur. Bununla beraber, hakiki din âlimleri, böyle yanlış mânâlar anlaşılabilecek sözleri söylemezler. Hazret-i Muaviye için “radıyallâhu anh” zalim, nasıl denilebilir? Bunun, Allahü teâlânın emirlerini ve müslümanların haklarını gözetmekte âdil bir halife olduğunu (Savaık-ul-muhrika) kitabında, allame İbni Hacer-i Mekki yazıyor. Çirkin hata da dememelidir. Hata sözüne eklenen her şey hata olur. Hele lanet sözünü kullanmak, zan ve şüphe ile olsa bile hiç doğru değildir. Böyle sözleri Yezid için söyleseler yeridir. Fakat, Muaviye “radıyallâhu anh” için söylemek çok şeni, çok çirkin olur. Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem”, hazret-i Muaviyeye “radıyallâhu anh” hayırlı duâlar ettiğini, hadis âlimlerinin hepsi söylüyor. Mesela, (Ya Rabbi! Ona kitap [yani yazı ile ilim ile], hesap öğret ve Onu azaptan koru!) ve bir kere de, (Ya Rabbi! Onu doğru yola götür ve doğru yola götürücü yap!) buyurdu. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” duâsının kabul olunacağı ise şüphesizdir. [Ona beddua etti diyen, yeni din adamlarının (!), din kitaplarından hiç de haberi olmadığı anlaşılmıyor mu?] Ashâb-ı kirâmın herhangi biri için, böyle uygunsuz sözler söylemek hiç iyi değildir. Ya Rabbi! Unutarak, yahut yanılarak yaptıklarımızı bizlere sorma! İmâm-ı Şabi hazretlerinin hazret-i Muaviye’yi “radıyallâhu anh” kötülediği yolundaki sözleri de doğru değildir. Böyle bir şey olsaydı, Şabi’nin talebesi olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin bu sözleri söylemesi lazım gelirdi. İmâm-ı Mâlik “radıyallâhu anh”, Tebei tabiîndendir ve hazret-i Muaviye’nin “radıyallâhu anh” asrında yaşamıştır. Medine-i münevvere âlimlerinin en yükseği olduğu muhakkaktır. İşte o büyük âlim, Muaviye’yi ve Amr bin As’ı “radıyallahü teâlâ anhüma” sövenleri öldürünüz der mi idi? Demek ki onu sövmeyi büyük günahlardan sayarak sövenleri öldürmeyi emretmiştir. Onu sövmeyi, Ebû Bekir ve Ömer’i ve Osman’ı “radıyallâhu anhüm” sövmek gibi bilmiştir.
O hâlde hazret-i Muaviyeyi “radıyallâhu anh” sövmek asla câiz değildir. İyi düşünmek lâzımdır ki; hazret-i Muaviye “radıyallâhu anh” bu işlerde yalnız başına değildi. Ashâb-ı kirâmın hemen hemen yarısı onunla beraberdi. Eğer hazret-i Emir “radıyallâhu anh” ile muharebe edenlere kâfir veya fasık denirse, din-i İslamın yarısı yıkılır. Zira din-i İslamı dünyaya yayan, bizlere bildiren onlardır. O hâlde, onları ancak zındık, yani din-i İslamı yıkmak için uğraşan kimse kötüler. O muharebelerin, karışıklıkların ortaya çıkması hazret-i Osman’ın “radıyallâhu anh” şahadeti ile başladı. Katillerden kısas istenmesi ile başladı. Talha ile Zübeyr “radıyallâhu anhüma” kısas geciktiği için Medine-i münevvereden çıktılar. Âişe “radıyallâhu anha” de bu işte bunlarla beraberdi. Cemel muharebesi, hazret-i Osman’ın “radıyallâhu anh” katillerine kısas yapılmasının geciktiği için oldu. Bu muharebelerde on üçbin kişi ve Talha ile Zübeyr “radıyallâhu anhüma” da öldürüldü. Muaviye “radıyallâhu anh” sonradan Şamdan işe karıştı, bunlarla birleşti. Sıffin muharebesi yapıldı. İmâm-ı Gazâlî diyor ki bu muharebeler halife olmak için değildi. Hazret-i Emirin “radıyallâhu anh” hilafeti başlangıcında, katillere kısas yapılması içindi. Allame İbni Hacer-i Mekki hazretleri de, (Ehl-i sünnet böyle buyuruyor) diyor. Hanefi âlimlerinin büyüklerinden olan Ebû Şekur-i Sülemi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki (Hazret-i Muaviyenin hazret-i Emir ile muharebesi hilafet için idi “radıyallâhu anhüma”. Çünkü, Peygamber “aleyhissalatü vesselâm” ona, (İnsanların başına geçtiğin zaman, onlara yumuşak davran!) buyurmuştu. Bunu işittiği günden beri içinde hilafet arzusu uyanmıştı. Fakat, ictihadında hata etmişti. Hazret-i Emirin “radıyallâhu anh” ictihadı doğru idi. Çünkü, onun hilafeti zamanı, hazret-i Emirin “radıyallâhu anhüma” hilafetinden sonra idi. Bundan anlaşılıyor ki karışıklığın başlaması kısasın gecikmesi idi. Sonradan halife olmak fikri de, ortaya çıktı. Her ne olursa olsun, ictihad yerinde idi. Hata eden 1 derece, doğru olan 2 derece sevap kazandı. Bu işte, bize düşen en iyi yol, Peygamber efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ashâbının “radıyallâhu anhüm” kavgalarına karışmamalıyız. Bunları konuşmamalıyız. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki “Ashâbım “Rıdvânullahi aleyhim ecma’în” arasında olan işlere karışmayınız!” Yine buyurdu ki “Ashâbım “aleyhimürrıdvân” konuşulurken dilinizi tutunuz!” ve bir hadis-i şerifte, “Ashâbım için Allahü teâlâdan korkunuz, Ashâbım için dil uzatmayınız!” buyruldu.)
İmâm-ı Muhammed Şâfiî “radıyallâhu anh” diyor ki: “Allahü teâlâ, ellerimizi o kanlara bulaştırmadığı gibi, biz de, dilimizi karıştırmıyalım”. Bundan anlaşılıyor ki onlara hata etti demek bile câiz değildir. Hepsi için hep iyi ve hayırlı söylememiz lâzımdır.
Evet, alçak Yezid inatcı ve fasık idi. Ona da lanet edilmemesi, Ehl-i sünnetin, kâfir bile olsa bir kişiye lanete izin vermediği içindir. Ancak kâfir olarak öldüğü bilinen kimseye lanet câizdir demişlerdir. Ebû Leheb ve eşi gibi. Yoksa Yezide lanet edilmemeli, demek değildir. Allahü teâlâyı ve Onun Resûlünü “sallallâhü aleyhi ve sellem” incitenlere dünyada ve ahirette, Allah lanet eylesin!
Zamanımızda birçok kimse, hilafet meselesini dillerine dolamışlar. Sözü evirip çevirip Ashâb-ı kirâm arasındaki muharebelere getiriyorlar. Câhillerin yazdığı tarihleri okuyarak ve bidat sahiplerinin yalanlarına inanarak, Ashâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” çoğunu kötülüyorlar. Onlara lâyık olmayan şeylerle lekeliyorlar. Onun için, bu bakımdan bildiğim hakikatleri yazarak dostlarıma göndermeyi lüzumlu gördüm. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ortalık karışıp, yalanlar yayılıp, dinden olmayan şeyler ortaya çıkınca, adetler, ibâdetlere karıştırılır ve Ashâbıma “aleyhimürrıdvân” dil uzatılınca, doğruyu bilenler, herkese bildirsin! Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların laneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği hâlde, bildirmeyenlere olsun! Allahü teâlâ, böyle âlimlerin ne farzlarını, ne de başka ibâdetlerini kabul etmez.)
Allahü teâlâya ne kadar hamd etsek azdır ki zamanımızın âlimleri “rahmetullâhi aleyhim” hanefi mezhebindendir ve Ehl-i sünnettir. Yoksa iş, müslümanlara çok güç olurdu. Bu büyük nimete şükretmek her müslümana lâzımdır.
[Her müslümanın, Ehl-i sünnet îtikadını öğrenip, imanını ona göre düzeltmesi, şunun bunun sözüne ve uydurma kitaplara aldanıp da, doğru yoldan kaymamaya çalışması lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını bırakıp da, dinini, imanını, din düşmanlarının hileler ile yalancı, okşayıcı kelimeler ile yazdığı kitaplardan ve mecmualardan öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır]. Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin sözlerini bildiren kitapları okuyup, onlara uymaktan başka kurtuluş yolu yoktur.