Bu mektup, mir Seyyid Muhibbullah-i Mankpuriye yazılmıştır. Simâ’, raks ve vecd üzerinde bilgi vermekte, ruh hakkında açıklama yapmaktadır:

Bismillahirrahmanirrahim. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçtiği kullarına selam olsun! Allahü teâlâ, sana her şeyin doğrusunu düşünen ve doğrusunu bulan akıl versin ve her şeyin doğrusunu bildirsin! Vecd ve simâ’ [yani kaside, ilâhî dinleyerek kendinden geçmek, kimlere faydalıdır? Bunlar], halleri değişen, her zamanda başka türlü olan, bir zaman şuurlu, bir zaman şuursuz olan kimseler için faydalıdır. Bunlara (Erbâb-ı kulûb)  denir. Bunlara Allahü teâlânın sıfatları tecellî eder. Her sıfatın tecellîsinde başka bir hâl alırlar. Sonsuz olan sıfatların ve isimlerin tecellîleri, tesirleri altında halden hale dönerler. Halleri değişir, dilekleri hep değişir. Bunlar devamlı bir halde kalamaz. Zamanları değişmeden olamaz. Bir zaman (Kabz)  yani sıkıntı, başka zaman (Bast)  sevinç içindedirler. Bunlara (İbn-ül-vakt)  de denir. Hallerin tesiri altında mağlupdurlar. Bir zaman yükselirler. Başka zaman, aşağı derecelere düşerler.

Tecellîyat-i zatiyeye kavuşanlar kalp makâmından yukarı çıkmışlar, kalbin sâhibine varmışlardır. Hallere köle olmaktan kurtulmuşlar, halleri verene ulaşmışlardır. Bunların vecd ve simaa ihtiyaçları yoktur. Çünkü, zamanları değişmez. Halleri devamlıdır. Daha doğrusu vakitleri ve halleri yoktur. Bunlara (Ebül-vakt)  ve (Erbâb-üt-temkin)  denir. Bunlar kavuşmuşlardır. Hiç geri dönmezler. Bir şey kaybetmezler. Bir şey kaybetmeyen, bir şey bulmaz. Evet, sona kavuşanlar arasında, vakitleri devamlı olduğu halde, simadan faydalanenler de vardır. Bunları biraz aşağıda açıklayacağız. İnşaallahü teâlâ.

Sual:  Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ ile öyle vaktim olur ki, o ânda hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana yaklaşamaz)  buyurdu. Bu hadis-i şerif vaktin devamlı olmadığını göstermiyor mu?

Cevap:  Bu hadis doğru ise, âlimlerin çoğu, burada bildirilen vaktin devamlı olduğunu anlamışlardır. Şöyle de deriz ki, devamlı olan vakitte arasıra hususi haller de olur. Bu hadis-i şerif, bu halleri bildirmektedir.

Sual:  Teganni dinlemek, bu hallerin bulunduğu zaman belki faydalı olur. Böyle olunca, nihâyete kavuşanlar da, bu halleri elde etmek için simaa muhtaç olur.

Cevap:  Bu haller, namaz kılarken hâsıl olmaktadır. Namazın dışında da hâsıl olursa, namazın tesiri iledir. Hadis-i şerifte, (Gözümün nuru namazdadır)  buyruldu. Bu hadis-i şerif, belki çok seyrek olan bu halleri göstermektedir. Başka bir hadis-i şerifte, (Kulun Rabbine en yakın olduğu zaman, namazdaki zamanıdır)  buyruldu. Alak suresi on dokuzuncu son ayetinde mealen, (Secde et, Rabbine yaklaş!)  buyruldu. Allahü teâlâya yakınlık çok olduğu zaman, başkalarının bulunması, araya karışmaları da o kadar azalır. Bu hadis-i şerif ve bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, o vakit, namazda olan vakittir. Vaktin devamlı ve kavuşmanın aralıksız olduğu, tasavvuf büyüklerinin söz birliğinden de anlaşılmaktadır. Zünnun-ı Mısrî buyuruyor ki, (Geri dönen, yalnız yoldan dönmüştür. Kavuşan, geri dönmez).

(Yâd-i daşt),  devamlı huzur demektir. Her ân Allahü teâlânın huzurunda olmaktır. Bu nimet, bu yolun büyükleri olan, Hâcegân “kaddesallahü teâlâ ervâhahüm ve esrârehüm” hazretlerinin yolunda çalışanların eline geçmektedir. Vaktin devamlı olduğunu inkâr etmek, sona varamamayı gösterir. Büyüklerden birkaçı, mesela ibni Atâ ve benzerleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmain”, (Allahü teâlâya kavuştuktan sonra, beşeriyet hallerine dönülebilir) demiştir. Bu sözden, vaktin devamsızlığı anlaşılır. Fakat, sözlerine dikkat edilirse, (Dönülebilir) diyorlar. (Dönenler vardır) demiyorlar. Çünkü, insanlık sıfatlarına dönen hiç olmamıştır. Böyle olduğunu erbabı iyi bilir. Buradan anlaşıldı ki, tasavvuf büyükleri, vasıl olanın geriye dönmiyeceğini söz birliği ile bildirmiştir. Bu söz birliğinden ayrılan birkaç kişi, dönmek câizdir demiştir.

Sona varanlardan birçokları yüksek derecelerden bir dereceye kavuştuktan ve (Cemâl-i ilâhî) ye müşahede hâsıl olduktan sonra, kendilerine soğukluk ve gevşeklik hâsıl oluyor. Böylece kavuşturucu mertebelere yükselmeleri duruyor. Bunların daha kavuşturacak konakları aşması lazımdı. Yaklaştıran derecelerin hepsini geçmemişlerdi. Bu soğuklukla beraber, yükselmek, yaklaşmak arzusundadırlar. İşte bu vakit simâ’ bunlara fayda verir. Hararetlerini, enerjilerini arttırır. Simâ’ yardımı ile yaklaştırıcı mertebelere yükselir. Sükûnet bulduktan sonra, bu mertebelerden geri dönerler. Fakat inerken, o makâmlardaki hallerini kaybetmezler. Bu vecd, bu buluş, kaybettikten sonra olan buluş değildir. Çünkü vuslatı, huzuru hiç kaybetmezler. Her ân kavuşmuş oldukları halde, kavuşturucu konaklara yükselmeleri içindir. Sona gelenlerden vasıl olanların simaları, vecdleri de böyledir. Fenâ ve Bekâya kavuşanlara cezbe verirler. Lakin soğuklukları, gevşeklikleri olduğu için, yüksek konaklara çıkabilmek için, yalnız cezbe iş göremez. Simâ’ da lazım olur.

Tasavvuf büyüklerinden birçokları da “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, velâyet derecesine kavuştuktan sonra, nefsleri kulluk makâmına iner. Ruhları, kendi makâmlarında Cenâb-ı Hakka karşıdır. Kulluk makâmında bulunan nefs-i mutmeinneden her zaman ruha yardım gelir. Ruh bu yardımı ile matluba aşina olur. Bu büyükler, ibâdetle rahat ederler. Kulluk vazifelerini görmekle sükûnet bulurlar. Yükselmek arzuları azdır. İslamiyete uymak nuru ile parlamışlardır. Kalp gözleri, sünnete uymak sürmesi ile kuvvet bulmuştur. Bunun için, keskin görüşlüdürler. Uzaktan öyle şeyler görürler ki, yakında olanlar onları göremez. Yükselmeleri az ise de, nurları çoktur. Aslın nurları ile aydınlanmışlardır. Bu makâmlarında iken şanları, kıymetleri büyüktür. Simaa, vecde ihtiyaçları yoktur. Simâ’ yerine ibâdetlerden istifade ederler. Asldan aldıkları nurlar, yüksek makâmlara çıkmış gibi fayda verir. Simâ’ ve vecde düşkün olan taklitçiler, bunların yüksek şanlarını bilmedikleri için kendilerini âşık, bunları zâhid sanırlar. Aşk ve muhabbet yalnız raksta, vecdde bulunur derler.

Sona kavuşanlardan birçokları da vardır ki, (Seyr-i ilallah)  yolculuğundan ve (Bekâ-billah)  makâmına kavuştuktan sonra, bunlara kuvvetli cezbe ihsan ederler. Kanca takıp çeker gibi sürüklerler. Orada soğukluk bulaşmaz. Gevşeklik gelmez. Yükselmek için, şaşılacak şeylere ihtiyaçları yoktur. Bunların dar olan halvetlerine simâ’ ve nağme yanaşamaz. Vecd ve tevacüd ile ilişikleri yoktur. Yetişebilecek en son mertebeye çekilir, ulaştırılırlar. O Servere “aleyhissalavâtü vetteslîmât vettehiyyat” uymak sayesinde, O Servere “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsus olan makâmdan pay alırlar. Böyle kavuşmak ancak (Efrâd)  denilen seçilmişlere nasip olur. (Kutub) lar da, bu makâmdan pay alır. Ancak Allahü teâlânın ihsanı ile, sonun sonuna kavuşan bir seçilmişi, bu aleme geri çevirirlerse ve yaratılışta uygun olanları yetiştirmek vazifesi buna verilirse, nefsini kulluk makâmına indirirler. Ruhu, nefsten ayrı olarak, Allahü teâlâya doğru olur. İşte bu, ferdiyet kemâllerine sahiptir. Kutupların yetiştirme yetkisine maliktir. Burada, Kutub dediğimiz, (Kutub-i irşad) dır. (Kutub-i evtâd)  değildir. Zıll makâmlarının bilgileri ve asıl makâmlarının mârifetleri kendisine verilmiştir. Daha doğrusu, onun makâmında, ne zıll vardır, ne de asıl vardır. Zılden, asldan ileri geçmiştir. Böyle bir kâmil ve mükemmil çok ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra, bir tane bulunursa, yine büyük nimettir. Her şey onunla nurlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür. Uruc makâmlarının hepsinden daha yukarıya çıkmış kulluk makâmına ınmıştır. İbâdet etmekte rahat bulmuştur. Velâyet makâmlarının en üstünü olan (Abdiyet)  makâmında yerleşen seçilmişleri de vardır. (Mahbubiyet mansabı) na kabiliyet de buna verilir. Bu ise, Velâyet mertebesinin bütün kemâllerini taşımakta ve davet derecesi makâmlarının hepsini içine almaktadır. (Velâyet-i hassa) dan ve (Nübüvvet makâmı) ndan pay almaktadır. Onun şanını şu Mısra kısaca bildirmektedir. Fârisî Mısra tercümesi:

Bütün güzellerde bulunan, yalnız sende vardır!

 Başlangıçta olanlara, vecd ve simâ’ zararlıdır. Yükselmesine engel olur. Şartlarına uygun olsalar da zararlıdırlar. Simaın şartları, bu mektubun sonunda, inşaallah bildirilecektir. Bunun vecdi bozuktur. Hâl kaplaması suçtur. Hareketleri tabiîdir. İsteklerine, nefsinin şehvetleri karışmıştır. Başlangıçta olan, mübtedî denilenler, (Erbâb-i kulûb)  olmayanlardır. Erbâb-i kulûb olanlar yoldakilerdir. Mübtedî ile müntehî arasında bulunanlardır. Müntehî demek, sona varmış, (Fânî-fillâh)  ve (Bâkî-billah)  olmuş demektir. Bunun da dereceleri vardır. Kavuşmanın da mertebeleri vardır. Her derece, her mertebe, birbirinin üstündedir. Bu mertebeler sonsuzdur. Kavuşmakla bitmez, tükenmez. Simâ’, yoldakilere ve müntehîlerin birkaçına faydalıdır. Bunu, yukarıda bildirmiştik. Şunu da bildirelim ki, Erbâb-i kulûb, simasız olamaz demek istemiyoruz. Cezb olunmayanlar, [çekilmekle şereflenmeyenler], sıkı riyazetler, ağır mücâhedeler yardımı ile ilerliyebilirler. Simâ’ ve vecd, yalnız bunlara yardımcı olur. Erbâb-i  kulûb, meczûblardan ise, cezbe yardımı ile ilerlerler. Simâ’ bunlara lazım değildir. Şunu da söyleyelim ki, cezb edilmeyen Erbâb-ı kulûb için, simâ’ her zaman faydalı olmaz. Bundan yardım görebilmek için şartlar vardır. Bu şartlar gözetilmezse zararlı olur.

Simaın şartlarından biri, kendini yüksek bilmemektir. Tamam olduğunu sanırsa ilerliyemez. Evet, simâ’ bunu da biraz ilerletirse de sükun bulduktan sonra, o makâmdan geri iner. Simaın bundan başka şartları, tasavvuf büyüklerinin kitaplarında, (Avârif-ül-meârif)  ve benzerlerinde yazılıdır. Zamanımız tarîkatcilerinin çoğunda, bu şartlar yoktur. Şimdi yapılmakta olan simâ’ ve raksların ve toplantıların zararlı olduğu açıktır. Bunların ilerletmeleri nerede? Hiç ilerletmezler. Yardım etmekten çok uzaktırlar. Fayda yerine zarar verirler.

TENBİH 1:  [(Simâ’),  ilâhî, mevlüt ve kaside ve Kur’ân-ı Kerimi teganni ile okuyanları dinlemek demektir. (Raks),  eli, ayakları tempo ile oynatmak ve dans demektir.] Simâ’ ve raks, müntehîlerden birkaçına da lâzımdır dedik. Çünkü yükselecek çok mertebeleri bulunduğu için, yolda sayılırlar. Erişilebilecek mertebelere yükselmedikçe müntehî olmaz, sona varmış sayılmazlar. Seyr-i ilallah sonuna vardıkları için, bunlara müntehî denılmıştır. Bu seyrin sonu, sâlikin mazhar olduğu isme kadardır. Fakat, bu seyrden sonra, bu ismde ve isme bağlı şeylerde de seyr vardır. Bu ismdeki ve kavuşanların bildikleri şeylerdeki seyrden sonra, ismin sâhibine varıp, burada Fenâ ve Bekâ hâsıl edince, tam müntehî olur. Seyr-i ilAllah’ın doğrusu da budur. İsme kadar olan seyre de, (Seyr-i ilallah)  denilmiş, o mertebede olan Fenâya ve Bekâya da, (Velâyet)  adı verilmiştir. (Seyr-i fillâh)  sonsuzdur denilmesi, Bekadaki seyr içindir. Bütün konakları geçtikten sonradır. Bu seyrin sonsuz olması demek, o ismide seyr olunursa ve bu ismdeki şuûnların her biri ile ayrı ayrı ahlaklanırsa, sonuna varılmaz demektir. Çünkü, her isimde sonsuz şuûnlar bulunmaktadır. Eğer yükselirken, onu bu isimden geçirirlerse, bir adımda geçebilir ve sonun sonuna varabilir. Eğer orada yok olursa, çok şerefli olur. Yok eğer insanları yetiştirmek için, geri indirirlerse, çok büyük üstünlük olur. Bu isme kavuşmanın kolay bir şey olacağını sanmamalıdır. Bu nimete kavuşabilmek için, can fedâ etmek lâzımdır. Acaba kimi bu büyük nimete kavuşturmakla şereflendirirler?

Tenzîh ve takdis sanılan mertebe çok olur ki, teşbih ve tenkistir. Hatta çok mertebeler vardır ki, tenzîh sanılırlar. Halbuki, ruh makâmından da aşağıdırlar. Arşın üstündeki tenzîh gibi görünen de, teşbih dairesinin içinde olabilir. Münezzeh olarak [yani mahluklarla ilgisi olmayarak] görünen şey, ruh aleminden olabilir. Çünkü Arş, maddeli, cihetli, ölçülü şeylerin sonudur. Ruh alemi, cihetli, ölçülü alemin dışındadır. Çünkü ruh, [madde değildir] mekansızdır. Bir yere sığmaz. Ruhun, Arşın dışında olduğunu söylemek, seni şaşırtmasın. Ruhu kendinden uzak sanma! Aranız çok açık zannetme! Öyle değildir. Ruh mekansız olmakla beraber, onun için her yer birdir. Arşın dışında demekle, başka şey anlatılmaktadır. Oraya varamayana anlatılamaz.

[Ruh, radyo dalgalarına benzetilebilir. Bu dalgalar madde değildir. Yer kaplamazlar. Böyle olmakla birlikte, her yerde vardırlar denir. Çünkü, her yerde bulunan radyoda ses hâsıl ediyorlar].

Tasavvuf büyüklerinden birçoğu, ruh makâmına varınca, onu Arşın üstünde buluyorlar. Ruhun tenzîhni [yani, maddelere benzememesini], Allahü teâlânın tenzîhi sanıyorlar. Ruh makâmının bilgilerini, mârifetlerini, ince, gizli şeyler zannediyorlar. Allahü teâlânın Arş üstünde istivasını anladık diyorlar. Halbuki onların gördükleri nur, ruhun nurudur. Bu fakir “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”de, bu makâm hâsıl olunca, şaşırıp kalmıştım. Bereket versin, Allahü teâlânın yardımı imdadıma yetişerek, bu tehlikeden kurtarılmıştım. O nurun, ruhun nuru olduğunu, Allahü teâlânın nuru olmadığını anlamıştım. Bize bu doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize doğru yolu göstermeseydi biz onu bulamazdık. Ruh, mekansız olduğu için, anlaşılamayacak bir mahluk olduğu için, insanı şaşırtmaktadır. Doğruyu açığa çıkaran Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren ancak Odur.

Bunlardan birkaçı, Arşın üstündeki ruhun nuru ile nurlanarak geri dönerler ve onunla Bekâ hâsıl ederler. Kendilerini, teşbih ile tenzîhi birlikte taşıyor sanırlar. Bu nuru kendilerinden ayrı bulurlarsa, cem’den sonra fark, yani birleştikten sonra ayrılmak makâmına kavuştuklarını sanırlar. Tasavvufçuların böyle yanılmaları çok olmuştur. İnsanı böyle yanılmaktan ve korkulu yerlerden koruyan ancak Allahü teâlâdır.

Ruh, bu madde alemine göre, her ne kadar maddesiz ve anlaşılamayacak ise de, hiç anlaşılamayana göre anlaşılır olmaktadır. Sanki bu madde alemi ile, hiç maddesiz olan mukaddes varlık arasında bir geçit gibidir. Bunun için, her ikisine de yakınlığı vardır. Her iki bakımdan da incelenebilir. Hiçbir şeye hiç benzemeyen varlık ise böyle değildir. Maddeli varlıkların, aklın, anlayışın, Ona hiçbir bağlılığı yoktur. Bundan dolayı sâlik, ruhun bütün makâmlarını geçmedikçe, o isme varamaz. Görülüyor ki, önce göklerin her tabakasını ve Arşı geçmek lâzımdır. Madde aleminden büsbütün çıkmalıdır. Bundan sonra mekansız, maddesiz olan (Âlem-i ervâh)  mertebeleri de aşılmalıdır. Bundan sonra bu isme varılabilir. Fârisî beyt tercümesi:

Efendi, yükseldim, kavuştum sanıyor,
Kendini beğenmiş, yerinde sayıyor.

 Allahü teâlâ, mahluklara benzemekten çok uzaktır. O ötelerin ötesi, daha ötesidir. Bu (Âlem-i halk)  denilen madde, ölçü aleminin ötesi (Âlem-i emr) dir. Âlem-i emrin ötesi, isimlerin ve şuûnların zıllerinin ve asllarının topluca ve ayrı ayrı mertebeleridir. Bu zıll ve asıl ve mahluklar ve ilâhî ve toplu ve ayrı ayrı bütün mertebelerin ötesinde hakiki matlubu aramalıdır. Böyle aramak nimetini acaba kime ihsan ederler? Hangi talihliyi bu saadetle şereflendirirler? Bu Allahü teâlânın öyle bir ihsanıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsan sâhibidir. Çok yüksekleri istemelidir. Yolda ele geçenlerle oyalanmamalıdır. Bunların ötesini aramalıdır. Arabî beyt tercümesi:

Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acaba?
Yüksek dağlar ve korkunç tehlikeler var arada!

TENBİH 2:  Sonsuz kavuşmak ve devamlı vakit, ancak mutlak Fenâdan sonra, Bekâ-billah ile şereflenen kimseye nasip olur. Bunun (İlm-i husûlî) si, (İlm-i huzûrî) ye dönmüştür. Bu sözümüzü daha açıklayalım: Bir kimsenin, kendi dışında bulunan bir şeyi bilmesi için, o şeyin görüntüsünün zihinde hâsıl olması lâzımdır. Görüntü hâsıl olmaksızın bilmeye, (İlm-i huzûrî)  denir. İnsan kendisini, İlm-i huzûrî ile bilir. Çünkü kendisi, kendi zihninde vardır. (İlm-i husûlî) de, bilinen şeyin görüntüsü zihinde bulundukça, o şey bilinir. Zihindeki sûret yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı, İlm-i husûlî devamlı olamaz. İlm-i huzûrî böyle değildir. Bilinen şey, hiç unutulmaz. İnsan kendisini, İlm-i huzûrî ile bilmektedir. Kendisi zihinde hep var olduğundan, insan kendini hiç unutmaz. Bekâ-billah, İlm-i huzûrî ile olur. Hiç unutulmaz. Bunu yanlış anlamamalıdır. Bekâ-billah, kendini Hak bulmaktır sanmamalıdır. Tasavvufçulardan birkaçı burada yanıldı. (Hakk-ul-yakîn) in böyle olduğunu sandı. Öyle değildir. Tam Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ-billahın böyle bilgileri yoktur. Onların söyledikleri hakk-ul-yakîn, cezbede hâsıl olan Bekâ-billah ile uygundur. Bizim bildirdiğimiz Bekâ ise başkadır. Fârisî Mısra tercümesi:

Bu şerâbı tatmadıkça, tadını anlayamazsın!

Görülüyor ki, Bekâ-billah devamlıdır. Burada unutmak hiç olmaz. Bekâ-billah hâsıl olmadıkça devam olamaz. Çoklarına ve hele Ebu Bekr-i Sıddîktan gelen yolda olanlara, bu makâma yetişmeden önce, devamlı görünür ise de doğrusu, bizim bildiğimizdir. İşin iç yüzü, bize bildirilen gibidir. Her şeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Herkesin dönüşü Onadır. Geçmişte ve gelecekte her hamd, alemlerin rabbi olan Allahü teâlâ içindir. Onun Resûlüne devamlı ve sonsuz duâlar ve selamlar olsun

 

Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment