Bu mektup, Mevlânâ Emanullah’a yazılmıştır. Kur’ân-ı Kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan doğru îtikadın, Ehl-i sünnet îtikadı olduğu bildirilmektedir:
Bismillahirrahmanirrahim. Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin! İyi bil ki, Allah yolunda bulunmak isteyene, önce lazım olan şey, îtikadını düzeltmektir. Doğru îtikat, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı Kerimden ve hadis-i şeriflerden ve Ashâb-ı kiramdan öğrendikleri, anladıkları îtikattır. Kur’ân-ı Kerimin ve hadis-i şeriflerin manasını doğru anlayan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimleridir. Bunların anladığı, bildirdiği manalara uymayan her şeye, akla, fikre, hayale iyi gelse de ve tasavvuf yolunda keşif ve ilhâm ile anlaşılsa da, hiç kıymet vermemelidir. Bu büyüklerin anladığına uymayan bilgilerden, buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Mesela, bazı ayetlerden ve hadis-i şeriflerden (Tevhid-i vücûdî) anlaşılmaktadır. Bazılarından da, ihâtâ, sereyân, kurb ve maiyet mânâları çıkmaktadır. Fakat, (Ehl-i sünnet âlimleri), bu âyet-i kerîmelerden ve hadis-i şeriflerden, böyle mânâlar anlamadı. Yani Allahü teâlânın bu âlem içinde olmasını, mahlukları kapladığını, bunlarla birleşik olduğunu, kendisinin yakın olduğunu, beraber olduğunu anlamadılar. Böyle olmadığını söylediler. O halde, tasavvuf yolunda ilerleyen bir kimseye böyle bilgiler hâsıl olursa, her varlığı, bir varlık olarak görürse, yahut her şeyi bir varlığın kapladığını, Allahü teâlânın zatının, mahluklara yakın olduğunu anlarsa, bu bilginin, görüşün yanlış ve tehlikeli olduğunu anlamalıdır. Böyle bir yolcu, bu zamanında, sarhoş gibi bir halde olduğundan, özürlü, suçsuz sayılırsa da, böyle tehlikeli bilgilerden kurtulması için, Allahü teâlâya yalvarmalı, ağlamalı, sızlamalıdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru hallere, görüşlere kavuşmak için dua etmelidir. Bu büyüklerin bildirdiği doğru îtikattan kıl kadar ayrı şeylerin gösterilmemesi için Allahü teâlâya sığınmalıdır. Demek ki, tasavvuf yolcularının keşiflerinin, buluşlarının doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmain” bildirdikleri doğru manalara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara ilhâm olunan bilgilerin doğruluğu, ancak o doğru manalara uymaları ile belli olur. Çünkü, onların bildirdiği manalara uymayan, her mana, her buluş kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık, her bozuk kimse, Kur’ân-ı Kerime ve hadis-i şeriflere uyduğunu sanır ve iddia eder. Yarım aklı, kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış mânâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar. Felakete gider. Bakara suresinin yirmi altıncı ayetinde mealen, “Kur’ân-ı Kerimde bildirilen misaller, örnekler, çoklarını küfre sürükler. Çoklarını da hidayete ulaştırır” buyruldu.
Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları mânâlar doğrudur, kıymetlidir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmain”. Bunlara uymayanlar kıymetsizdir. Çünkü bu mânâları, Ashâb-ı kiramın ve Selef-i salihinin eserlerini inceleyerek elde etmişlerdir. O hidayet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedi kurtuluş bunlara mahsus oldu. Sonsuz saadete bunlar kavuştu. Allah yolunda giden kafile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir.
Îtikadı bunlara uygun olan din âlimlerinden biri, fer’ıyatta, yani İslamiyete yapışmakta gevşek davranırsa, kusurlu olursa, buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur. İnatçılık olur. Onların doğru bilgilerini inkâr etmek, kötülemek olur. Çünkü, doğru bilgileri bizlere ulaştıran onlardır. Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu, bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler taşkınlık, azgınlık uçurumlarına düşerdik. İslamiyeti bozulmaktan koruyan, her yere yayan onların çalışmasıdır. İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan kurtulur, saadete kavuşur. Onların yolundan ayrılan sapıtır, herkesi de saptırır.
İyi biliniz ki, tasavvuf yolunun sonuna, yani bu yolun konaklarının hepsini geçerek, velâyet derecelerinin sonuna varanlara hâsıl olan îtikat, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine tam uygun olur. Bu doğru îtikata, Ehl-i sünnet âlimleri, Kur’ân-ı Kerimden, hadis-i şeriflerden ve Ashâb-ı kiramdan alarak, tasavvuf büyükleri ise, keşif veya kalplerine ilhâm olunarak kavuşmuşlardır. Evet, bazı tasavvuf yolcusuna, yolda iken, tasavvuf sarhoşluğu ve hâl kaplaması ile, bu îtikatlara uymayan bazı şeyler hâsıl olmuştur. Fakat, bu hallerin kapladığı makâmları geçip, ilerleyince, nihâyete varınca, bu uygunsuz şeyler yok olur. Eğer ilerlemeyip, yarı yolda kalırlarsa yok olmaz. Bozuk görüşlere saplanıp kalırlar. Fakat, böyle kalanlara kıyamette ceza yapılmaz. Bunlar, yanılan müctehidlere benzer. Müctehid, ictihad yaparken yanılmıştır. Bu ise, keşfinde yanılmaktadır.
Tasavvuf yolcularının yanıldıkları şeylerden biri, vahdet-i vücûd görmeleridir. Yukarıda bildirildiği gibi, Allahü teâlânın, mahlukları ihâtâ ettiğini, bunlarla beraber olduğunu, kendisinin yakın olduğunu sanırlar. Allahü teâlânın sekiz sıfatının ayrıca var olduklarına inanmayanları olur. Halbuki, Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmain”, bu sekiz sıfatın haricde, ayrıca var olduklarını bildirmektedir. Bunların, sıfatları inkâr etmesi, bu sıfatlar ayna gibi olup, bu aynada, Zât-i ilahiyi müşahede ettikleri içindir. Aynada bir şeye bakan kimse, o şeyi görür. Aynayı görmez. Bunun gibi, sıfatları göremedikleri için bunların haricde varlıklarını kabul etmezler. Sıfatlar var olsaydı bunları görürdük derler. Görülmeyen şeyi, yoktur sanırlar. Sıfatların haricde var olduğunu söyleyen âlimlere dil uzatırlar. Hatta, bunlara kafir, müşrik de diyenleri olur. Din âlimlerine, böyle yersiz dil uzatmaya kalkışmaktan Allahü teâlâya sığınırız! Bunları, bulundukları makâmlardan ileri geçirirlerse, böylece şühudlerini şaşırtan perdeler aradan kalkarsa, sıfatları ayna sanmaktan kurtularak, onları haricde, ayrıca var olarak görürler. Varlıklarını inkardan vazgeçerler. Âlimlere dil uzatamaz olurlar.
Bunların Ehl-i sünnet îtikadına uymayan bir işleri de, Allahü teâlânın bazı şeyleri yaratmaya mecbur olacağını gösteren sözleridir. Her ne kadar, mecburdur demiyorlar, irade ederse, isterse yaratır diyorlarsa da, sözlerinden, irade sıfatına inanmadıkları anlaşılmaktadır. Bu sözleri hiçbir dine de uymamaktadır.
Uymayan sözlerinden bir başkası da, Allahü teâlâ kudret sâhibidir diyorlar ve istediğini yapar, istemediğini yaratmaz diyorlarsa da, hep ister, istememesi olmaz diyorlar. Böyle söylemek, Allahü teâlâyı yaratmasında mecbur bilmek demektir. Hatta, kudretini inkâr etmek olur. Çünkü bütün din sahiplerine göre, Allahü teâlânın kudreti, dilerse yaratır, dilemezse yaratmaz manasına olan kudrettir. Bunların sözünden ise, yapmaya mecbur olan, yaratmamasına imkan olmayan bir kudret anlaşılmaktadır. Bu sözleri, hükemanın, filozofların sözüne benziyor. Bunların, elbette ister, istememesi olamaz diyerek, irade sıfatına mana vermeleri, böylece kendilerini felsefecilerden ayırmaları bir işe yaramaz. Çünkü irade etmek, dilemek, eşit olan iki işten birini seçmek demektir. İki iş eşit olmazsa, irade de yok demektir. Bunların sözünde, lazım olmak ve yok olmak tarafları müsavi değildir.
Bunların uygunsuz işlerinden biri de, kaza ve kaderi anlatmalarıdır. Burada da, cebre kaymaktadırlar. Hakim, mahkum da olur. Mahkum, hakim de olur diyorlar. Allahü teâlâyı mecbur bilmek şöyle dursun, Onu birisine mahkum bilmek, üzerinde bir hakim bulunacağını söylemek, çok çirkin bir sözdür.
Ehl-i sünnete uymayan sözlerinden biri de Cennette, Allahü teâlâ, ancak Tecellî-i suri ile görülebilir demeleridir. Bu sözleri, Allahü teâlânın Cennette görüleceğine inanmamak demektir. Sûreti görülebilir demeleri, kendi görülemez demektir. Benzeri görülür demek olur. Allahü teâlâ görülecek, nasıl olduğu anlaşılamayacaktır. Bir şeye benzetilemeyecektir.
Olgun, yüksek insanların ruhlarına kadîm demeleri, bunları ebedi bilmeleri de, Ehl-i sünnet âlimlerine uymamaktadır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmain”. Çünkü âlemlerin hepsi, bütün zerreleri ile birlikte yok idi. Hepsi sonradan yaratıldı. Ruhlar da, âlemden bir parçadır. Allahü teâlâdan başka, her şeye (Âlem) denir.
Görülüyor ki, tasavvuf yolcusunun, işin iç yüzüne varmadan önce, kendi keşif ve ilhamına uymasa da, Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olması lâzımdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmain”. Âlimleri haklı, doğru, kendini yanlış bilmelidir. Çünkü, Ehl-i sünnet âlimleri, bilgilerini, Peygamberlerden “aleyhimüssalavâtü vetteslîmât” almıştır. Bu bilgiler, vahy ile gelmiş olup sağlamdır. Yanlışlıktan, şaşırmaktan korunmuştur. Bu bilgilere uymayan kendi keşfi ve ilhamı ise yanlıştır, bozuktur. Bunun için kendi keşfini, âlimlerin sözünün üstünde tutmak, vahy ile inmiş olan sağlam bilgilerin üstünde tutmak olur. Bu ise, sapıklığın ta kendisidir ve zarar, ziyandan başka bir şey değildir.
Kitaba ve sünnete, yani Kur’ân-ı Kerime ve hadis-i şeriflere uygun îtikat lazım olduğu gibi, müctehidlerin Kitap ve sünnetten çıkardıkları ahkama, yani İslamiyete uygun işlere, ahkam-ı İslamiyeye uymak lâzımdır. Bu ahkam, helal, haram, farz, vâcib, sünnet, müstehap, mekruh ve şüpheli olan işler demektir. Bu ahkamı öğrenmek de lâzımdır. [Müslümanlar 2 kısımdır: Ya (Müctehid) dir veya (Mukallid) dir. Müctehid olmayan her müslümana mukallid denir.] Mukallidlerin, Kitaptan ve sünnetten, müctehidlerin çıkarmış olduğu hükümlere uymayan hüküm çıkarmaları câiz değildir. Kendi çıkardığı hükmlere göre yapacağı işleri kabul olmaz. Her mukallidin bir müctehide uyması, yani bir mezhebe girmesi lâzımdır. Bulunduğu mezhebin muhtar olan, yani âlimlerin çoğunun uyduğu hükümlerine uymalıdır. Ruhsattan, izin verilen işleri yapmaktan sakınmalı, azîmet ile amel etmelidir. Kendi mezhebine uymakla beraber, başka mezheplere de uymaya çalışmalıdır. Böylece müctehidlerin söz birliğine uyulmuş olur. Mesela, İmâm-ı Şafii “rahimehullah” abdest alırken, niyet etmek farz demiştir. Hanefiler de, abdest alırken niyet etmelidir. Bunun gibi, uzuvları yıkarken sıra gözetmek ve birbiri ardına çabuk yıkamak lâzımdır. İmâm-ı Malik, abdest uzuvlarını uğmak farz demiştir. Elbette ovmalıdır. Şafii mezhebinde, elin yabancı kadına ve kendi zekerine dokunması abdesti bozar. Hanefi olanın eli, kendi zekerine veya 18 yakın kadınından başka bir kadına dokununca, abdestini tazelemelidir. [Hanbeli mezhebinde erkeklerin avret mahalli, yalnız zeker ve şercdir. [Bu ikisine seveteyn denir.] Diğer 3 mezhepte olanların, haraç (güçlük) olduğu zaman hanbeli mezhebini taklit etmeleri lâzımdır.] Her işi, 4 mezhebe de uygun yapmaya çalışmalıdır. [Mizanü’l-Kübrâ 40. sayfası başında diyor ki, (Her müslümanın hilaftan kurtulmasının, yani 4 mezhebe de uygun ibâdet etmesinin en iyi yol olduğu söz birliği ile bildirilmiştir).]
Îtikadı ve ameli doğrulttuktan, bu 2 kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran [yani sevgisine kavuşturan] yolda ilerlemek sırası gelir. Zulmanî ve nurani konakları aşmaya başlanabilir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak, yolu bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) bir rehberin teveccühü ve tasarrufu yani idare etmesi ile olabilir. Bunun bakışları, kalp hastalıklarına şifa verir. Onun teveccühü, yani kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür. Bunun için önce, bir rehber aranır. Allahü teâlâ, lütuf ve ihsan ederek, bunu tanıtırsa, bunu tanımayı en büyük nimet bilmelidir. Ondan ayrılmamalıdır. Ona ve bütün emirlerine uyulur. Abdullah-i Ensari buyuruyor ki, (Ya Rabbi! Dostlarını nasıl yaptın ki, onları tanıyan, sana kavuşuyor. Sana kavuşamayacaklar, onları tanıyamıyor). Kendi arzu ve isteklerinden geçer. Onun isteklerine uyar. Hiçbir isteği kalmaz. Ona tâbi olmaya canla, başla uğraşır. Saadetini, onun emirlerini yapmakta bilir. Uyduğu rehber de, istidadına elverişli olan vazifeyi, buna emreder. Zikri veya teveccühü, yahut murakabeyi işaret eder. Yalnız sohbetin kafi olacağını anlarsa, yalnız bunu emreder. Bir kâmil ve mükemmilin sohbeti ele geçerse, tasavvuf yolunda ilerleten şartlarından hiçbir şarta, artık lüzum kalmaz. Talibin haline uygun gördüğünü, ona emreder. Şartlardan bazısında kusuru olursa, onun sohbeti, bu eksiklikleri tamamlar. Teveccühü, kusurlarını giderir. Böyle bir sohbet ile şereflenemeyen bir kimse, eğer muradlardan, seçilmişlerden ise, onu çekerler. Sonu olmayan lütuflarla, onun işini bitiriverirler. Kendisine lazım olan her şartı, her edebi ona bildirirler. Tasavvuf yolunda ilerlemesi için, eski büyüklerden bazısının ruhlarını ona rehber, vasıta yaparlar. Çünkü, Allahü teâlânın adet-i ilahiyesi şöyledir ki, bu yolun konaklarını aşabilmek için, büyüklerin ruhlarını vasıta, sebep kılmıştır. Bu kimse, eğer müridlerden ise, bunun işi, rehbersiz tehlikeli olur. Rehber buluncıya kadar, rehbere kavuşturması için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Tasavvuf yolunda gözetilmesi lazım olan şartları da öğrenmesi ve bunlara riayet etmesi lâzımdır. Bu şartların en başta geleni, nefse uymamaktır. Bu da, vera ve takvâ ile olur. Vera ve takvâ, haramlardan sakınmak demektir. Haramlardan sakınabilmek için, mubahların lüzumundan fazlasını terk etmelidir. Çünkü mubahları, [yani yasak olmayan şeyleri], alabildiğine yapan kimse, şüpheli olanları işlemeye başlar. Bunlar ise, harama yakındır, yani haram işlemek ihtimali çok olur. Uçurum kenarında yürüyen, içine düşebilir. Demek ki, haramdan sakınabilmek için, mubahların fazlasından kaçmak lâzımdır. Bu yolda ilerlemek için vera sâhibi olmak şarttır dedik. Çünkü insanın işleri, iki şeyden biridir: Ya emredilen şeydir, yahut yasak edilmiş şeylerdendir. Melekler de, emredilen şeyleri yapmaktadır. Bunu yapmak, insanı ilerletseydi, melekler de, terakkî ederdi. Meleklerde, yasak edilen şeyden sakınmak yoktur. Çünkü onlar, yasakları yapmayacak şekilde yaratılmıştır. Yasakları işleyemezler. Onun için, meleklere bir şey yasak edilmemiştir. Demek ki, terakkî etmek, yasaklardan sakınmakla olabilmektedir.
Bu sakınmak ise, nefse uymamak demektir. Allahü teâlâ, dinleri, nefsi isteklerinden kurtarmak için karanlık, kötü adetleri yok etmek için gönderdi. Çünkü nefs, hep haram işlemek veya mubahları lüzumundan fazla yaparak, böylece harama kavuşmak ister. Demek ki, haramlardan ve mubahların fazlasından sakınmak, nefse uymamak demektir.
Sual: Nefs, ibâdet yapmak istemiyor. İbadet yapmak da, nefse uymamak oluyor. O halde, emirleri yapmak da, terakkîye sebep olmaz mı? Meleklerin emirleri yapması, nefse uymamak olmadığı için onlar terakkî etmiyor.
Cevap: Emirleri, yani ibâdetleri yapmayı nefsin istememesi, emir altına girmek istemediği içindir. Nefs, bir emir altına girmek, bir şeye bağlanmak istemez. Nefsin bu hâli, [yani başıboş kalmak, bir şeye bağlanmamak arzusu da] haramdır veya mubahların fazlası demektir. Demek ki, emirleri yapmakla, bu haramdan veya mubahın fazlasından sakınılmış oluyor. Bunun için de, nefse uyulmamış oluyor. Yoksa nefse uymamak, yalnız emirleri yapmak demek değildir.
İnsanı kemâle kavuşturan, olgunlaştıran yollar çoktur. Bunların en faydalısı, çabuk ulaştıranı, nefsle mücadelesi çok olanıdır. Ruhsattan sakınan, azîmet ile amel edenlerin yoludur. (Azîmet), haramlardan ve mubahların fazlasından sakınmak demektir. (Ruhsat) ise, yalnız haramlardan kaçınmaktır. Tasavvufçuların çoğu (Simâ’) ve (Raks) yapıyor. Yani nağme ile okuyorlar ve dönüyorlar, oynuyorlar. Birçok şartlarla ve evirip çevirip, simâ’ ve raksa ruhsat denilebilir. Bunların azîmetle hiç ilgisi yoktur. Hatta yüksek sesle zikretmek bile, olsa olsa, ruhsat olabilir. Birçok rehberler, iyi düşünceler ile, bulundukları yolda yenilik, değişiklik yapmıştır. Bunlara da, pek iyimseyerek, nihâyet ruhsat denilebilir. Halbuki, azîmet ile hareket eden büyükler, (Sünnet-i seniye) den, yani İslamiyetten kıl kadar ayrılmamıştır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmain”. Yollarına hiçbir yenilik, bidat karıştırmamıştır. Bunların yolunda, nefse uymamak, nefs mücadelesi tamdır. O halde, yolları en iyi, en faydalı yoldur. Çabuk ulaştırıcıdır ve çok yükseklere ulaştırmaktadır. Fakat son zamanlarda, bu yolu da bozanlar oldu. O büyüklerin izinden ayrılanlar çoğaldı. Değişiklikler, bidatler yapıldı. Simâ’ ve raksa ve yüksek sesle zikre başladılar. Bunları, o büyüklerin niyetlerini kavrayamadıkları için yaptılar. Bidatler karıştırmakla, zamana uymakla, bu yolu daha kıymetlendirdiklerini, olgunlaştırdıklarını sandılar. Bunlar ile, bu yolu yıktıklarını, ellerinden kaçırdıklarını anlayamadılar. Hakkı, doğruyu meydana çıkaran ve insanı hidayet yoluna kavuşturan ancak Allahü teâlâdır. [Yukarıdaki yazılardan anlaşılıyor ki, dünya ve ahiret saadetine kavuşmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumak lâzımdır. Bu kitapları bizlere bildiren ve tanıtan da İmâm-ı Rabbânî’dir. İmâm-ı Rabbânî yi bizlere tanıtan da Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleridir.]
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız