Bu mektup, Abdülhamid-i Bingaliye yazılmıştır. Tasavvuf yolcusuna lazım olan edepler ve onların birkaç şüphelerinin giderilmesi bildirilmektedir:
Bismillahirrahmanirrahim. Peygamberinin edepleri ile bizleri edeplendiren ve Muhammed Mustafanın “aleyhi ve alâ alihissalavâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” ahlakına kavuşturan Allah’ımıza hamd olsun! Bu yolun sâlikleri ikiye ayrılır: Ya mürid olurlar, yahut murad olurlar. Murad olanlara müjdeler olsun! Cezb ve muhabbet yolundan, bunları durmadan çekerler. Aradıklarına ulaştırırlar. Lazım olan her edebi, pir yardımı ile veya arada pir olmadan, bunlara öğretirler. Yanıldıkları zaman, haber verirler. Ondan dolayı bir şey yapmazlar. Eğer rehbere ihtiyacı olursa, kendisi aramadan, uğraşmadan ona kavuştururlar. Kısaca, Allahü teâlânın sonsuz olan ihsanı, onun her zaman imdadına yetişir. Sebep yaratarak veya sebepsiz olarak, işini görürler. Şura suresi on üçüncü ayetinde mealen, (Allahü teâlâ, dilediğini seçerek kendine kavuşturur) buyruldu.
Talib olanların, arada vasıta olmadan kavuşmaları çok güçtür. Cezbe ve sülûk nimetlerine kavuşmuş olan, Fenâ ve Bekâ ile şereflenmiş olan, (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillâh) ve (Seyr-i anillah-i billah) ve (Seyr-i-fil-eşyai billah) yollarını geçmiş olan bir vasıtanın yardımı lâzımdır. Bunun cezbesi, sülûkünden önce olmuş ise ve muradlardan olarak yetiştirilmiş ise, bulunmaz bir nimettir. Onun sözleri, ölmüş kalpleri diriltmek için devadır. Bakışları şifadır. Taş kesilmiş kalpler, onun muhabbetine kavuşmakla yumuşak olur. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, meczûb olan sâlik de, büyük bir nimettir. Bu da talipleri yetiştirebilir. Onun yardımı ile, Fenâ ve Bekâ nimetine kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:
Gökler, Arşa bakılırsa aşağıdır.
Yoksa, toprağa göre, çok yüksektirler.
Allahü teâlânın lutfü ve ihsanı ile, böyle olgun ve oldurabilen bir zât ele geçerse, onun şerefli vücudunün kıymetini bilmelidir. Kendini ona tam teslim etmelidir. Kendi saadetini onun rızasına kavuşmakta aramalıdır. Onun râzı olmadığı şeyleri, kendi için felaket bilmelidir. Kısaca, bütün istekleri, onun rızasına kavuşmak olmalıdır. Peygamberimiz “aleyhi ve alâ alihissalavâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”, (Bir kimsenin bütün istekleri, benim getirdiğim şeyler olmadıkça, îman etmiş olmaz) buyurdu.
Sohbetin edeplerine uymak ve şartlarını gözetmek, bu yolda herhalde lâzımdır. Feyiz yolu, ancak bununla açılır. Bunlar gözetilmezse, hiçbir şey elde edilemez. Ondan “kaddesallahü teâlâ aleyhim ecmaîn” fayda elde edilemez. Çok lazım olan edeplerden ve şartlardan birkaçını bildiriyorum. Can kulağı ile dinleyiniz:
Talib, gönülden, her şeyi çıkarıp, bütün varlığı ile pirine bağlanmalıdır. Onun yanında, ondan izin almadan, nâfile ibâdet ve zikir yapmamalıdır. Onun yanında iken, ondan başka hiçbir şeye bakmamalıdır. Bütün gücü ile, ona bağlanıp oturmalıdır. O emretmedikçe, zikir bile yapmamalıdır. Onun yanında farz ve sünnet namazlardan başka namaz kılmamalıdır. Bir sultanın veziri, sultanın yanında iken, kendi elbisesine bakar. Eli ile kuşağını düzeltir. O ânda, sultan ona bakıyordu. Kendinden başkası ile olduğunu görünce, onu azarlayarak, benim vezirim olasın da, benim karşımda, elbisenin kuşağı ile oynayasın. Buna dayanamam diyerek onu azarlar. Düşünmelidir ki, bu alçak dünyanın işleri için, ince edeplere dikkat edilince, Allaha kavuşturan işlerde edepleri tam ve olgun olarak gözetmek ne kadar çok lazım olacağı anlaşılır. Kendi gölgesi, onun elbisesine veya gölgesine düşmeyecek bir yerde durmaya veya oturmaya dikkat etmelidir. Onun namaz kıldığı yere hiçbir zaman basmamalıdır. Onun abdest aldığı yerde abdest almamalıdır. Onun kullandığı kabları kullanmamalıdır. Onun yanında, bir şey yememeli, içmemeli ve kimse ile konuşmamalıdır. Hiç kimseye, hiçbir yere bakmamalıdır. O yok iken, onun bulunduğu yere doğru ayak uzatmamalıdır. O yere doğru tükürmemelidir. Onun her yaptığını, her söylediğini, yanlış görünse bile, doğru ve iyi bilmelidir. O her şeyi ilhâm ile ve izin ile yapar. Bunun için, hiçbir işine, bir şey söylenemez. İlhamında hata olsa bile, ilhamda yanılmak, ictihatta yanılmak gibidir. Ayıplamak ve karşı gelmek câiz olmaz. Bu yolda vasıta olanı seven bir kimseye, Onun her yaptığı ve her sözü sevgili gelir. Ona karşılık vermenin yeri olmaz. Her işte, yemekte, içmekte, elbise giymekte, yatmakta ve ibâdetlerde, hep ona uymalıdır. Namazı onun gibi kılmalıdır. Fıkıhı, onun ibâdetlerini görerek öğrenmelidir. Fârisî beyt tercümesi:
Bir güzelin yanında bulunsa kişi,
Bağ ve bostan ve güllerle olmaz işi.
Onun hiçbir işine, hiçbir sözüne, hardal tanesi kadar bile karşılık vermemelidir. Karşılık veren mahrum kalmaktan kurtulamaz. İnsanların en aşağısı, bu büyüklerde kusur gören kimsedir. Allahü teâlâ, bu büyük beladan bizleri korusun! Onda bir harika, bir kerâmet aramamalıdır. Gönlünden böyle bir şey geçirmemelidir. Bir müminin, bir Peygamberden, bir mucize istediği, hiç görülmüş müdür? Kafirler ve inanmayanlar mucize ister. Fârisî iki beyt tercümesi:
Mucizeden maksat, düşmanı kırmaktır.
Nebiyi sevmek demek, ona uymaktır.
İmana gelmez herkes, mucize ile,
İmana kavuşur insan muhabbetle.
Gönlünde bir şüphe hâsıl olursa, hemen bildirmelidir. Şüphesi çözülmezse, kusuru kendinde bilmelidir. Pirde hiçbir kusur görmemelidir. Rüyalarını ondan saklamamalıdır. Tabirlerini ondan beklemelidir. Kendi yaptığı tabiri de söylemeli, doğru olup olmadığını sormalıdır. Kendi keşflerine güvenmemelidir. Bu dünyada, doğru ile yanlış karışıktır. Haklı ile haksız bir aradadır. Sıkışmadıkça ve izin almadıkça ondan ayrılmamalıdır. Ondan ayrılıp başkasına gitmek, müridliğe yakışmaz. Sesini, onun sesinden yükseltmemelidir. Onunla yüksek sesle konuşmak, edepsizlik olur. Kendine gelen her feyzi, her keşfi, ondan bilmelidir. Rüyada, başka şeyhlerden feyiz geldiğini görürse, onları da, kendi şeyhinden bilmelidir. Bütün üstünlüklerin ve feyizlerin onda bulunduğunu, kendisine uygun olan feyzi, bu feyize uygun olan bir zât şeklinde olarak Ondan geldiğini ve onun latîfelerinden, o feyize uygun bir latîfenin, o zât şeklinde göründüğünü bilmelidir. Kendisi yanılarak, Onun latîfesini, başka zât sanmış, feyzi ondan geliyor bilmiştir. Bu büyük bir yanılmaktır. Hak teâlâ yanılmaktan korusun! İnsanların en üstünü hürmetine, saadete vasıta olan zata inancı ve sevgiyi doğru eylesin “aleyhi ve alâ alihissalavâtü vetteslîmât”. Kısacası, (Tasavvuf baştan başa edeptir), ata sözü olmuştur. Edebi gözetmeyen bir kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz. Edeplerden birkaçını yapamadığı için üzülürse ve edepleri yerine getiremezse ve uğraştığı halde başaramazsa, affolunur. Fakat, kusurunu bildirmesi lâzımdır. Eğer Allah korusun, edepleri gözetmez ve bundan dolayı üzülmezse, bu büyüklerin faydasına ve bereketine kavuşamaz. Fârisî beyt tercümesi:
Saadet yazılmamışsa bir kimseye,
Faydalanmaz Peygamberi görse de.
Bir kimse, vasıtanın yardımı ile Fenâ ve Bekâ mertebesine kavuşarak, ilhâm ve firaset yolu kendisine açılırsa ve Ondan bu müjdeyi alırsa ve kemâle geldiğini işitirse, o zaman, ilhâm olunan birkaç şeyde Ona uymaması ve kendi ilhamına göre hareket etmesi câiz olur. Çünkü böyle yükselen bir mürid, rehbere uymaktan kurtulmuştur. Başkasına uyması hata olur. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ashâbı ictihad işlerinde yani Kur’ân-ı Kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş olan şeylerde, O Serverin ictihadından ayrılmışlardır. Bunların birkaçında, Ashâbın ictihadı doğru olmuştur. Çok okuyanlar, böyle olduğunu bilirler. Bundan anlaşılıyor ki, olgunlaşan birinin vasıtaya uymaması câizdir. Ona uymaması edepsizlik olmaz. Hatta bu mertebenin edebi, ona uymamaktır. Eğer böyle olmasaydı, edeplerin en yüksek mertebesine varmış olan Ashâb-ı kiram, hiç uymamazlık etmezlerdi. İmâm-ı Ebu Yusufun, ictihad mertebesine yükseldikten sonra, İmâm-ı Azam Ebu Hanifeye uyması doğru değildir. Kendi reyine uyması, İmâm-ı Azama uymaması doğrudur “radıyallahü anhüma”. İmâm-ı Ebu Yusufun, (Kur’ân-ı Kerimin mahluk olup olmamasında, Ebu Hanife ile altı ay çekiştim) dediği meşhurdur. Sanatların ilerlemesi, düşüncelerin birbirlerine eklenmesi ile olur. Bir düşünce ile kalsaydı, ilerleme olmazdı. Sibeveyh zamanında olan Nahv bilgisine yeni buluşlar ve yeni görüşler eklenerek, bugün yüz kat fazla artmıştır. Fakat, bu ilmin temelini kuran odur. Üstünlük onundur. Her şeyin üstünü, kurucusudur. Yükseltmek şerefi ise, sonra gelenlerindir. Bundan dolayıdır ki, hadis-i şerifte, (Ümmetim, yağmura benzer. Öndekiler mi, sondakiler mi daha iyidir, belli olmaz) buyruldu.
EK: Okuyanların şüphelerini gidermek için, şunu ekleyelim ki, (Vasıta diriltir ve öldürür. O makâmın öldürme ve diriltme gücü olması lâzımdır) demek, ruhu diriltmektir. Cismi, bedeni diriltmek değildir. Öldürmek de ruhu öldürmektir. Cismi değil. Ruhun dirilmesi ve ölmesi, Fenâ ve Bekasıdır ki, (Velâyet makâmı) na ve kemâle ulaştırır. Olgun bir zât, Allahü teâlânın izini ile, bu iki şeyi yapabilir. Bu zatın öldürmesi ve hayat vermesi lâzımdır. Hayat vermek ve öldürmek demek, Bekâ ve Fenâ makâmına kavuşturmak demektir. Bedeni öldürmek ve ölüyü diriltmekle, bu makâmın bir ilgisi yoktur. O, bir miknatısa benzer. Mıknatısın tesir ettiği iğne, saman çöpü gibi şeyler, onun arkasında sürüklenir. Ondan miknatıs enerjisi alırlar. Evliyânın harikalar ve kerâmetler göstermesi, insan toplamak için değildir. [Mıknatısın kuvvet çizgileri gibi] görünmeyen kuvvetlerle çekerler. Onları tanımayan ve sevmeyenler, onlardan istifade edemez, yükselemezler. Binlerle mucize, harika ve kerâmetler görseler, hiç fayda olmaz. Bu sözümüze inanmak için, Ebu Cehili ve Ebu Lehebi gözönüne getirmek yetişir. Allahü teâlâ, Enam suresinin yirmi beşinci ayetinde, kafirleri bildirirken mealen, (Ayetlerin hepsini görseler de, onlara inanmazlar. Hatta, sana geldikleri zaman, seninle dövüşürler. Kafirler bu söylediklerin, olsa olsa, eskilerden kalan hurafelerdir, uydurma şeylerdir, derler) buyurdu. Vesselâm.
Önce çalışmak, sonra dua, dinin esâsı!
Boş durup da rahat bekleyen kulun fenâsı!
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız