Bu mektup, zâhir bilgilerini toplamış ve bâtın sırlarına kavuşmuş olan oğlu şeyh Muhammed Mâ’sûm hazretlerine yazılmıştır. Velâyet-i evliyâ ve Velâyet-i enbiyâ ve Velâyet-i mele-i alâ arasındaki farklar ve Peygamberliğin, Evliyâlıktan üstün olduğu bildirilmektedir:
Allahü teâlâ anlayışını arttırsın! (Velâyet), evliyâlık demektir. Allahü teâlâya yakın olmaktır. Bu yakınlık, araya zıl karışmadan olamaz. Arada perdeler bulunur. Evliyânın velâyetinde zıll olduğu meydandadır. Peygamberlerin velâyeti “aleyhimüssalavâtü vetteslîmât” her ne kadar zıllerden kurtulmuş ise de, isimlerin ve sıfatların perdeleri araya karışır. (Velâyet-i mele-i alâ) “alâ nebiyyina ve aleyhimüssalavâtü vetteslîmât”, her ne kadar, isimlerin ve sıfatların perdelerinin üstünde ise de, Zât-i ilahinin itibarlarının ve şuûnun perdelerinden kurtulamaz. Kendisine zıl hiç karışmayan makâm, yalnız (Nübüvvet) ve (Risâlet) dir. Bu makâm, sıfatların ve itibarların perdesi üstündedir. Bundan dolayı, Peygamberlik, Evliyâlıktan üstündür. Nübüvvetin yakınlığı, zatadır, asladır. Nübüvveti ve inceliğini anlayamayan, velâyeti, nübüvvetten daha üstün sanır. Görülüyor ki (Vüsûl), yani kavuşmak, nübüvvet mertebesindedir. (Hüsûl) ise, velâyet makâmındadır. Çünkü, zıl karışmadan husul olmaz. Vusul ise, zıllerin dışındadır. Bundan başka, husulün sonunda, ikilik kalkar. Vusulün sonunda ise, ikilik vardır. İkiliğin kalkması, (Evliyâlık makâmı) na uygundur. İkiliğin kalması ise, (Nübüvvet makâmı) na yakışır. İkiliğin kalkması, velâyet makâmına uygun olduğu için, velâyet makâmında, her zaman sekr bulunur. Nübüvvet mertebesinde ikilik bulunduğu için, bu mertebede hep sahv, şuur bulunur. Bundan başka, ister sûretlerle, şekillerle olsun, ister renklerin ve nurların perdeleri altında olsun, bütün tecellîler velâyet makâmlarında ve bu makâmların başlangıcında olur. Nübüvvet mertebesinde ise, asla vüsûl nasip olmuştur. Tecellîlere ve zuhûrlara lüzum kalmamıştır. Çünkü bunlar, aslın zılleridir, görüntüleridir. Asıl mertebesine varmadan önce, baştan ilerlerken de bu tecellîlere ihtiyaç yoktur. Eğer, asla velâyet yolundan yükseliyorsa, tecellîler olur. Fakat, bu tecellîler Peygamberlik kemâlâtına kavuşturan yoldan değil, velâyet yolundan gelmektedir. Sözün kısası, tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden olur. Zıllere bağlı olmaktan kurtulmuş olanlar, tecellîlere muhtaç olmaktan kurtulmuş olanlar, tecellîlere muhtaç olmazlar. Vennecmi suresindeki, (Gözü hiç ayrılmadı) âyet-i kerîmesinin inceliğini buradan anlamalıdır.
Yavrum! Aşk feryatları, muhabbet gürültüleri, aşırı istek gösteren bağırmalar, kavuşamamak üzüntüsünden doğan iniltiler, vecd, tevacüd, çırpınmak, zıplamak gibi şeylerin hepsi, zıllerin makâmlarında olur. Tecellîlerde, zıllerin görünmesinde hâsıl olur. Asla kavuştuktan sonra, bunların hiçbiri olamaz. Bu makâmda muhabbet, ibâdetlere sarılmak ile kendini gösterir. Âlimlerin bildirdiklerini yapmak ister. Bundan başka olan zevkli ve şevkli şeyler burada yoktur. Tasavvufculardan çoğu, böyle şeyleri muhabbet sanmışlardır.
Yavrum! İyi dinle ki, Velâyet makâmında ikiliğin giderilmesi istenildiği için, Evliyâ, iradelerini yok etmeye uğraşırlar. Beyazıt-i Bistami hazretleri, (İstemekten kurtulmamı istiyorum) dedi. Nübüvvet mertebesinde ikiliği yok etmek lazım olmadığı için, iradeden kurtulmak istenilmez. Çünkü irade, kâmil sıfatlardan biridir. Eğer iradeye bir aşağılık bulaşmış ise, iradenin bir aşağı şeye bağlanmasından olmuştur. Demek ki, irade sıfatını pis şeye, beğenilmeyen şeye bağlamamalıdır. Hep Hak teâlânın beğendiği şeyleri istemelidir.
Bunun gibi, Velâyet makâmında, insanlık sıfatlarının hepsinden kurtulmaya çalışır. Nübüvvet mertebesinde ise, bu sıfatların kötü şeylere bağlanmaması aranılır. Bu sıfatların kendileri, kamildirler. İlim sıfatının kendisi, kâmil sıfatlardan biridir. Eğer buna bir aşağılık gelmiş ise, kötü bir şeye bağlandığı içindir. Demek ki, bunu kötü şeylere bağlamamak lâzımdır. Yoksa, sıfatın kendisini yok etmek lazım değildir. Bütün sıfatlar da, hep böyledir. Öyle ise, Nübüvvet makâmına Velâyet yolundan gelen kimsenin, yolda iken, sıfatların kendini yok etmesi lâzımdır. Velâyet yolundan gelmeyen bir kimsenin, sıfatların kendilerini yok etmesi lazım olmayıp, bu sıfatların kötü şeylere bağlanmalarını yok etmesi lâzımdır.
Yukarıda bildirilen velâyet, zıllerde olan velâyettir. Buna (Velâyet-i sugra) veya (Velâyet-i evliyâ) denir. (Velâyet-i enbiyâ) başkadır. Zıllden ileri geçmiştir. Bu velâyette, insanlık sıfatlarının kötü şeylere bağlanmasını yok etmek lâzımdır. Sıfatların kendilerini yok etmek lazım değildir. Sıfatların kötü şeylere bağlanmaları yok edilince, (Velâyet-i enbiyâ) hâsıl olur “aleyhimüssalavâtü vetteslîmât”.
Velâyet-i enbiyadan sonra olan yükselmeler, (Kemâlât-ınübüvvet) makâmlarında olur. Bundan anlaşılıyor ki, Velâyetin aslı olmadan, Nübüvvet olamaz. Çünkü Velâyet, Nübüvvetin başlangıcıdır. Fakat kemâlât-ınübüvvete kavuşmak için, zıllerdeki velâyet hiç lazım değildir. Birçok Evliyâda, bu da bulunur. Birçoğunda ise, bu velâyetten hiç geçilmez. Burasını iyi anlamalıdır.
Sıfatların kendilerini yok etmek, bunların kötü şeylere bağlanmalarını yok etmekten daha güçtür. Bundan dolayı Peygamberlik kemâlâtına kavuşmak, velâyet kemâlâtına kavuşmaktan daha kolay ve daha çabuk olur. Asla kavuşmakta olan her şeyde de, böyle kolaylık ve çabukluk vardır. Asıldan uzaklaştıkça, kolaylık ve çabukluk azalır. Herkes bilir ki, aslın kimyâsı, yani kıymetli maddesi çok olan filizinden, bu maddeyi elde etmek, kolay bir iş ile ve çabuk hâsıl olur. Kıymetli maddesi az olan bir filizin işlenmesinde sıkıntılar ve güçlükler artar. Kıymetli maddeye kavuşmak için, bütün bir ömür elden gider, yine de kavuşamaz. Şöyle böyle ele geçenler de, kıymetli maddeye benzeyebilir. Çok olur ki, benzeyiş de, zamanla yok olarak, kendi aslına döner. Yalancılık ve adam aldatmak olur. Madde filizinin aslına kavuşan, böyle değildir. Maddeye kolay işle ve çabuk kavuştuğu gibi, yalancılık ve aldatmak tehlikesi de yoktur.
Bu yolun sâliklerinden birçoğu, güc riyazetler ve ağır mücâhedeler çekerek, zıllerden bir zılle kavuştukları zaman, güç riyazetler ve ağır mücâhedelerle aranılana kavuşulur diyorlar. Bundan daha kısa, başka bir yolun bulunduğu ve nihâyetin nihâyetine kavuşturduğunu bilmiyorlar. Allahü teâlâ ihsan ve ikram ederek seçtiği kulunu bu yolla kavuşturur. Onun için bu yola (İctibâ) yolu denir. Onların seçtikleri ve mücâhede çektikleri yola (İnâbe) yolu denir. İnâbe yolundan kavuşanlar pek azdır. İctibâ yolundan kavuşanlar pek çoktur. Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssalavâtü vetteslîmât”, İctibâ yolundan gittiler. Peygamberlerin Ashâbı da, onlara uydukları için, vâris olarak, ictibâ yolu ile vasıl oldular. İctibâ yolunda riyazetler çekmek, kavuşmak nimetine şükretmek içindir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize birisi sordu: (Geçmişteki ve gelecekteki günahlarınızın hepsi afv ve mağfiret olunmuş iken, niçin bu kadar riyazetler çekiyorsunuz?) Cevabında: (Şükredici kul olmayayım mı?) buyurdu. İnâbet yolunda gidenlerin mücâhedeleri ise, kavuşabilmek içindir. Aralarındaki farkı düşününüz! (İctibâ yolu), çekip götürmek yoludur. (İnâbet yolu) ise, gitmek yoludur. Götürmek ile gitmek arasındaki fark, pek büyüktür. Çabuk çekerler ve çok uzaklara kavuştururlar. Yavaş giderler ve yolda kalırlar. Behâüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hazretleri, (Biz ihsan olunmuşlardanız!) buyurdu. Evet, ihsan edilmemiş olsa, başkalarının nihâyeti, bunların bidayetinde nasıl yerleştirilmiş olur? Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsanıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsan sâhibidir.
Yine sözümüze dönelim. Bu fakir, yüksek hocama “kuddise sirruhüma” yazdığım mektuplardan birinde, bütün istediklerim ortadan kalkmıştır. Fakat, isteğin kendisi daha yerindedir, demiştim. Bir zaman sonra, bu isteğin de, istenilen şeyler gibi yok olduğunu bildirmiştim. Hak teâlâ, Peygamberlerine vâris yapmakla şereflendirince “aleyhimüssalavâtü vetteslîmât” iradenin kötü şeylere bağlanmasının yok olduğunu anladım. İradenin kendisi yok olmamıştı. İradenin kötü şeylere bağlanmasının yok olması için önce kendisinin yok olması lazım gelmez. Çok olur ki, yalnız Allahü teâlânın lutfü ve ihsanı ile öyle şeylere kavuşulur ki, uğraşmakla ve sıkıntılar çekmekle, bunun onda biri elde edilemez.
Oğlum! Velâyet makâmında, dünyadan ve ahiretten vazgeçmek lâzımdır. Ahirete bağlanmayı, dünyaya bağlanmak gibi bilmelidir. Ahiret için çalışmanın, dünya için çalışmak gibi iyi olmadığını bilmelidir. İmâm-ı Dâvud-i Tai buyuruyor ki, (Selamete kavuşmak istersen, dünyadan selamet bul, kurtul! Kıymetlenmek istersen, ahiret için eğilme!). Tasavvuf büyüklerinden biri buyuruyor ki, Âl-i İmran suresi yüz elli ikinci ayetinin, (Dünyayı isteyenleriniz ve ahireti isteyenleriniz) meâl-i şerifi ikisini isteyenleri de şikayet etmektedir. Kısacası, (Fenâ), Hak teâlâdan başka her şeyi unutmak demektir. Dünyayı da, ahireti de unutmak lâzımdır. Fenâ ve Bekâ, velâyetin birer parçalarıdır. Bunun için, velâyette, ahireti unutmak lâzımdır. Kemâlât-ınübüvvet mertebesinde ahirete gönül bağlamak iyidir. Ahiret için çalışmak beğenilir, makbul olur. Hatta, bu makâmda yalnız ahiret için çalışılır. Yalnız ahiret düşünülür. Secde suresi on altıncı ayetinde mealen, (Rablerinin azabından korkarak ve rahmetini umarak dua ederler) ve İsra suresi elli yedinci ayetinde mealen, (Rablerinden çekinirler ve azabından korkarlar) ve Enbiyâ suresi kırk dokuzuncu ayetinde mealen, (Onlar kıyamet gününden merhamet umarlar) buyrulmuştur ki, bu makâm sahiplerinin hâlini göstermektedir. Bunlar, ahiret hallerini düşünerek ağlarlar. Kıyamet hallerinin korkusundan sızlarlar. Kabir fitnesinden her zaman, Allahü teâlâya sığınırlar. Cehennem azabından kurtulmak için, Ona yalvarırlar. Bunlara göre, ahiretten korkmak, Allahü teâlâdan korkmak demektir. Allahü teâlâyı istemek ve sevmek, ahireti istemek ve sevmektir. Çünkü Allahü teâlâya kavuşmak, ahirette vaat edilmiştir ve Allahü teâlânın kulundan rızası, ahirette belli olacaktır. Hak teâlâ, dünyayı sevmez. Ahireti sever. Sevilmeyen, sevilen ile hiçbir şeyde bir tutulamaz. Çünkü, sevilmeyenden yüz çevrilir, beğenilene dönülür. Beğenilenden yüz çevirmek, sekrdir. Allahü teâlânın davet etmesine ve beğenmesine karşı gelmektir. Yunus suresi yirmi beşinci ayetinde mealen, (Allahü teâlâ, Dar-üs-selâma çağırıyor) buyruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze şahittir. Allahü teâlâ, aşırı olarak ve sıkı olarak ahirete çağırmaktadır. Ahiretten yüz çevirmek, Hak teâlâya karşı gelmek olur. Onun beğendiği şeyi ortadan kaldırmaya uğraşmak olur. İmâm-ı Dâvud-i Tai, çok büyük olduğu halde, velâyette ileri gitmiş olduğundan, (Ahireti istememek kerâmettir) dedi. Ashâb-ı kiramın “aleyhimürrıdvan” hepsinin ahiret için çalıştıklarını, ahiret azabından titrediklerini bilmiyormuş gibi konuştu. Hazret-i Ömer-ül-Faruk “radıyallahü anh” bir gün, deve üstünde, bir sokaktan geçiyordu. Birisi Vetturi suresinin yedinci ayetini okuyordu. Meâl-i şerifi, (Rabbinin azabı elbette vardır. Onu önleyecek yoktur) olan âyet-i kerîmeyi işitince, aklı başından gitti. Deveden aşağı yıkıldı. Kaldırıp evine götürdüler. Günlerce hasta yattı. Herkes, ziyaretine gelirdi. Evet, sona varmadan önce, Fenâ makâmında iken, dünya ve ahiret unutulur. Ahirete bağlılığın, dünyaya bağlılık gibi olduğu sanılır. Fakat, Bekâ şerefi ile şereflenerek, nihâyete kavuşunca ve nübüvvet kemâlatı ışık salınca, her ân ahiret düşüncesi ve Cehennem korkusu vardır. Bundan Allahü teâlâya sığınmaktadır. Rabbinden Cenneti istemektedir. Cennetin ağaçları, nehirleri ve hûrîleri, gılmanı, dünyada olanlara hiç benzemez. Bunlarla hiçbir ilgileri yoktur. Hatta, bunların zıttı, tersidirler. Kızmak ile beğenmek birbirinin tersi oldukları gibidirler. Cennetin ağaçları, nehirleri ve orada olan her şey, dünyadaki ibâdetlerin, iyiliklerin sonuçları, meyveleridir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Cennette ağaç yoktur. Oraya çok ağaç dikiniz!). Oraya ağacı nasıl dikelim dediklerinde, (Tesbîh, tahmîd, temcîd ve tehlîl okuyarak) buyurdu. Yani, (Sübhânallahi velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber) diyerek Cennete ağaç dikiniz buyurdu. Bir hadis-i şerifte, (Bir kimse, Sübhânallahil’azîm ve bi-hamdihi derse, onun için Cennette bir ağaç fidanı dikilir) buyurdu. Görülüyor ki, Cennet ağacı, dünyada harfler ve sesler şeklinde, bu kelimeye yerleştirilmiş olduğu gibi, Cennette, bu kemâller ağaç şeklinde bulunmaktadır. Bunun gibi, Cennette bulunan her şey, dünyadaki ibâdetlerin, iyi işlerin neticeleridir. Allahü teâlânın kemâllerinden herhangi biri, bu dünyada, iyi sözlerde ve iyi işlerde yerleştirilmiş olduğu gibi, bu kemâlât, Cennette, lezzetler, nimetler perdesi altında meydana çıkar. Bunun içindir ki, oradaki lezzetleri, nimetleri Allahü teâlâ beğenir. Bunları tatmak, Cennette sonsuz kalmaya ve Allahü teâlâya kavuşmaya sebep olur. Zavallı Râbia “rahmetullahi aleyha” eğer bu inceliği anlamış olsaydı, Cenneti yakıp yok etmeyi düşünmezdi. Ona bağlılığı, Allahü teâlâya bağlılıktan başka sanmazdı!
Dünya lezzetleri, dünya nimetleri böyle değildir. Bunların başlangıcı hep kötülük ve aşağılıktır. Bunların neticeleri, ahiret nimetlerinden mahrumluktur. Allahü teâlâ, bizi bundan korusun! Dünya lezzetleri, eğer İslamiyetin mubah ettiklerinden ise, ahirette bunların hesabı olacaktır. Allahü teâlâ, eğer merhamet etmezse, hesaba çekilenlerin vay haline! Eğer mubah olmayan lezzetler ise, azap yapılacaktır. Ya Rabbi! Kendimize zulüm ettik. Eğer bizi afv ve mağfiret etmezsen, bizlere acımazsan çok ziyan ederiz. Görülüyor ki, dünya lezzetleri başka, ahiret lezzetleri başkadır. Dünya lezzetleri zehirdir. Ahiret lezzetleri, faydalı ilaçdır. Ahireti, ya müminlerin cahilleri düşünür, yahut da, en yüksek olanlar düşünür. En yüksek olmayanlar ahiret için üzülmezler. Kerâmet, ahiret için üzülmemektir derler. Fârisî Mısra tercümesi:
Onlar onlardır; ben de böyleyim ya Rab!
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız