Bu mektup, Muhammed Çetri’ye yazılmıştır. Zât-i teâlâya muhabbeti ve fenâ mertebelerini bildirmektedir:
Mektup-i şerifiniz gelerek, fakiri çok sevindirdi. Allahü teâlâ, her zaman kendi ile beraber bulundursun! Bir ân bile başkası ile bırakmasın! Zât-ı ilâhîden başka her şeye gayr denir. Onun isimleri ve sıfatları da gayrdır. İlm-i kelam âlimleri, (Sıfatları, kendinin aynı da değildir, gayrı da değildir) buyurmuş ise de, gayrı kelimesinin kelam ilmindeki mânâsına göre, böyle demişlerdir. Yoksa, lügat mânâsına göre dememişlerdir. Sıfatlar kelam ilmindeki mânâsına göre (Gayrı) değil ise de, umumî manaya göre, Onun gayrıdır.
Allahü teâlâ, ancak selb sıfatları ile anlatılabilir. Onu, herhangi bir sıfat ile anlatmak, ilhad olur [yani, doğru yoldan çıkmak olur]. Onu anlatan en iyi kelime, en geniş ibare, Şura sûresinin (Ona benzeyen bir şey yoktur) mealindeki 11. ayetidir ki buna fârisî dilinde (biçun ve bi-çigune) denir. Hiçbir ilim, hiçbir şuhûd, hiçbir mârifet, Allahü teâlâyı bulamaz. Bilinen, görülen ve tanınan her şey O değildir. Bunları mâbud bilmek, gayra tapınmak olur. (Lâ ilâhe) derken, bunların hepsini nefy etmek, yok bilmek, (İllallah) derken de; O, bir şeye benzemeyen, bir mâbudu var bilmek lâzımdır. Bu, önce taklit ile yani öğrenip yapmakla olur. Sonraları, kendiliğinden yapılır.
Sona varmamış olan tasavvuf yolcuları, başka şeyleri, O sanarak tanır, görür. Taklit eden müminler, böyle tasavvufçulardan, katkat iyidir. Çünkü bunlar, Peygamberimizden “sallallâhü aleyhi ve sellem” gelen bilgilere uymaktadır. Bu bilgilerde hata, yanlışlık olamaz. Yarı yoldaki tasavvufçular ise, kendi gördüklerine, anladıklarına uymaktadır. Bu hareketleri ile Zât-i ilâhiyye inanmamış oluyorlar. Zât-ı ilâhîyi görüyoruz, Onun sevgisi içinde yüzüyoruz diyorlarsa da, Zât-i ilâhiyye olan böyle imanları, hakikatte, inkâr demektir.
Müslümanların büyük imamı, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullâhi aleyh”, (Sana lâyık ibâdeti yapamadığımız, fakat, iyi tanıdığımız, Allah’ımız! Sende hiçbir kusur, noksanlık yoktur!) buyurdu. Ona lâyık ibâdet yapılamayacağını herkes bilir. Fakat, iyi tanıdığımız buyurması, (Hiçbir şeye benzemediğini, hiçbir yoldan tanınamayacağını iyi anladık) demektir. Allahü teâlâyı, herkes bu sûretle tanıyamaz. Mârifet, yani tanımak başkadır. İlim, yani bilmek başkadır. Herkes, ilim sâhibi olabilir. Mârifet ise, fenâ mertebesi ile şereflenenlerde bulunur. Fânî olmayana nasip olmaz. Mevlevi Câmi [Mevlânâ Nureddin-i Abdurrahmân Câmî] buyuruyor ki: Fârisî beyt tercümesi:
Fenâ makâmına varmayan kimse,
oraya yol bulamaz, çok şey de bilse.
Mârifet, ilmden ayrı olduğu için, ilim ile anlaşılanlardan başka şeyler de vardır. Bunlar mârifet ile anlaşılır. Bu mârifete (İdrak-i basit) de derler. Nitekim Hafız-i Şirazi “rahmetullâhi aleyh” diyor ki:
Feryatı, boşuna değildir Hafızın,
Şaşılacak şey çok, dili altında ânın.
Fârisî iki beyt tercümesi:
İnsanların rabbinin, insanların ruhuyla,
Bir bağlılığı vardır, söz ile anlatılmaz.
İnsan için diyorum, işim yoktur maymunla.
Ruhsuz olan bir kimse, elbet ruhu tanımaz.
Fenâ makâmında çeşitli dereceler bulunduğundan, müntehîlerin [yani sona erenlerin] de mârifetleri, başka başka olur. Fenâ derecesi yüksek olan bir velînin mârifeti daha olgun, fenâ mertebesi aşağı olan velînin mârifeti de, o derece aşağıdır. Sübhânallah! Söz nereye vardı. Kendi cahilliğimi, iflasımı, sapıklığımı ve sebatsızlığımı yazıp dostlardan yardım, duâ istemekliğim lazım idi. Öyle bilgiler nerede, bu fakir nerede? Fârisî beyt tercümesi:
Kendinden haberi olmayan zavallıya,
yakışır mı, ince bilgileri diline alâ?
Fakat yaratılışım, hamurum, aşağılarda dolaşmaya, alçak şeylerle uğraşmaya, hatta bakmaya râzı olmuyor. Hiç söyleyemese de, hep Onu söylemeyi, bir şey ele geçiremezse de, hep Onu aramayı, kavuşamasa da, Onu özlemeyi istiyor. Tasavvuf büyüklerinden birkaçı Zât-ı ilâhîyi müşahede ediyoruz, demişlerse de, bununla, ne demek istediklerini, ancak, kendileri gibi yüksek olanlar anlar. O dereceye yetişmeyen, anlayamaz. Fârisî beyt tercümesi:
Bilmeyenler, tanıyamaz bileni,
o hâlde, sözü kısa kesmeli.
Mektubunuzun başını (O zâhirdir, bâtındır) kelimeleri ile süslemişsiniz. Yavrum! Bu sözler, elbette doğrudur. Fakat, uzun zamandan beri bu fakir “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, bu sözlerden, tevhid-i vücûdî mânâsını anlamıyorum. Âlimlerin anladığı gibi anlayorum. Âlimlerin anladığını, tevhid-i vücûdî sahiplerinin anladığından daha doğru görüyorum. Fârisî Mısra tercümesi:
Herkesi, bir iş için yaratmışlardır.
Müslümanın önce yapacağı şey, hepimizden önce istenilen şey, emrolunanları yapmak, yasak edilenlerden sakınmaktır. Nitekim, sûre-i Haşrin 7. âyetinde meâlen, (Resûlümün “sallallâhü aleyhi ve sellem” getirdiği emirleri alınız, yapınız! Sizi nehy, menettiği şeylerden kaçınınız!) buyruldu. İhlas elde etmekle emrolunduk. Fenâ hâsıl olmadan, ihlas elde edilemez ve Zât-ı ilâhîyi sevmedikçe, hâsıl olmaz. O hâlde, Fenâ makâmını ve bunun başlangıcı olan (Makamat-i aşere) ye, yani on şeyi elde etmek lâzımdır. [Fenâya kavuşmak için lazım olan on şey, tövbe, züht, tevekkül, kanaat, uzlet yani dini, ahlakı bozan kimselerden, kitaplardan, gazetelerden, filimlerden sakınmak, zikir yani her harekette, Allahü teâlâyı unutmamak, teveccüh, sabır, murakabe ve rızadır.]
Fenâ makâmı, her ne kadar, Allahü teâlânın ihsanı ise de, fakat bu ihsana lâyık olmaya hazırlanmak, başlangıçlarını elde etmek için çalışmak lâzımdır. Evet bazı bahtiyarları, çalışmadan, sıkıntı çekip, kendini temizlemeden ve başlangıçları elde etmeden, fenâya kavuştururlar. Bu bahtiyarlar iki türlüdür: Ya, yükseldiği makâmda bırakıp geri döndürmezler veya talipleri, nakısları yetiştirmesi için, bu âleme geri getirirler. Birinci şekilde, bu iniş makâmlarından geçmemiş olur. Bundan dolayı da Allahü teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının çeşit çeşit tecellîlerinden [yani hususi tesirlerinden] haberi yoktur. İkinci şekilde ise, bu âleme geri dönerken, onu bu makâmların her birinin, her tarafından geçirirler. Sonsuz tecellîlere kavuştururlar. Mücâhede edenlerin, sıkıntı çekenlerin geçtiği yolları, halleri hep görür. Fakat, onlar gibi derdli, üzüntülü değil, zevkli, lezzetlidir. Zâhiri sıkıntıda, bâtını nimette ve lezzettedir. Fârisî Mısra tercümesi:
Bu büyük nimeti, acaba kime verirler?
Sual: İhlas, İslamiyetin bir parçası olunca, bunu elde etmek, herkese vâcibdir. Hakiki ihlas, fenâ makâmına varmayınca hâsıl olmaz ise, ebrârın âlimleri ve sâlih insanlardan fenâ derecesine varmayanlar, ihlasa kavuşamayacaktır. İslamiyetin üçüncü parçası olan ihlası elde etmemeleri günah olacak, değil mi?
Cevap: Âlimlerde, sâlihlerde, ihlastan bir kısım, bir parça hâsıl olur. Fenâdan sonra ise ihlas, tamam olur. Her parçası hâsıl olur. Demek ki fenâ olmadan ihlasın hakikati, tamamı hâsıl olmaz. Fakat, bir kısmı hâsıl olabilir.