Bu mektup, yine nakib Seyyid şeyh Ferid’e “kuddise sirruh” yazılmıştır. Cismin ve ruhun lezzet ve elemlerini bildirmekte ve cisme olan musibet ve acılara, sabır tavsıye edilmektedir:
Allahü teâlâ, sizi her sıkıntıdan korusun! Dünya ve ahiretin efendisinin “aleyhi ve alâ Âlihissalevâtü vetteslîmât” hürmetine dünya ve ahiretin iyiliklerine kavuştursun!
Dünya lezzetleri ve elemleri iki türlüdür: Birisi cismin [yani nefs-i emmarenin], ikincisi ruhun lezzetleri ve acılarıdır. Cisme lezzet veren her şey, ruha elem verir. Cismi inciten her şey, ruha tatlı gelir. Görülüyor ki ruh ile ceset, birbirinin nakizi, aksidir. Fakat, bu dünyada ruh, cisim derecesine düşmüş ve cisimle birleşmiş, kendini cisme kaptirmiştir. Ruh, cisim hâlini almış, ona lezzet veren şeylerden lezzet duymaya ve cisme acı gelen şeylerden elem duymaya başlamıştır. İşte avam, yani câhil halk böyledir. Veddin sûresinin, (Onu [ruhu], sonra en aşağı dereceye indirdik) mealindeki âyet-i kerimesi bunların hâlini göstermektedir. Bir kimsenin ruhu, eğer bu esirlikten, bu bağlılıktan kurtulmaz, kendi derecesine yükselmez, kendi vatanına kavuşmaz ise, ona yazıklar, binlerle yazıklar olsun! Fârisî iki beyt tercümesi:
Mahlukların en yükseği insandır.
O makâmdan mahrum kalan da, odur.
Bu yoldan, eğer geri dönmezse,
Ondan daha mahrum, olmaz kimse.
İşte, ruhun hastalıklarından biri, elemini lezzet sanması, lezzetini elem anlamasıdır. Onun bu hâli, midesi hasta bir kimseye benzer ki bu kimse safrası bozuk olduğundan, tatlıyı acı sanır. Bu kimseyi tedâvi etmek lazım olduğu gibi, ruhu da, bu hastalıktan kurtarmak, akıl icâbıdır. Ruhun tedâvi edilerek cismin elemlerinden, acılarından lezzet duyması, sevinmesi lâzımdır. Fârisî beyt tercümesi:
Kavuşmak için, bu lezzet ve sevince,
Can çıkıncaya dek, çalış, gündüz ve gece!
İyi düşünerek ve inceleyerek anlaşılıyor ki dünyada eğer, dert ve musibetler olmasaydı, dünyanın hiç kıymeti olmazdı. Dünyanın zulmetini, sıkıntısını, hadiseler, acı olaylar gidermektedir. [Dünya dertleri, ruha elem verir. Bu elemi, inkisarı, ibâdet olur, derecesi yükselir.] Dertlerin, elemlerin acılıkları, bir hastalığı iyi edecek, faydalı ilacın acılığı gibidir. Bu fakir, anlayorum ki bozuk niyet ile gösteriş için, menfaat için yapılan, bazı ziyafetlerde, yemeye kusur bulmak veya başka sûretle, yapılan eziyet ile ziyafet verenin kalbinin kırılması, yemekteki zulmeti, niyetin bozukluğu ile hâsıl olan günahı gidermekte, kabul olmasına sebep olmaktadır. Eğer misafirlerin şikayeti, hakareti olmasaydı ve ziyafet sâhibinin kalbi kırılmasaydı, yemek karanlık ve günah olacak, kabul edilmiyecekti. Kalbin kırılması, kabule sebep oldu.
O hâlde, hep cisim ve cesedimizin rahatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz: Vezzariyat sûresinde, 56. âyet-i kerimede meâlen, (İnsanları ve cinni, yalnız ibâdet etmeleri için yarattım) buyruldu. İbadet de, kalbin ve ruhun kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kendini hakir bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünya, müslümanların ahiretlerine, Cennetteki nimetlerine göre, bir zindan gibidir. Müslümanların, bu zindanda zevk ve safa aramaları, akla uygun olmaz. O hâlde, dünyada eziyet, sıkıntı çekmeye alışmak lâzımdır. Burada mihnetlere katlanmaktan başka çare yoktur. Allahü teâlâ, mübarek ceddiniz hürmetine “aleyhi ve alâ Âlihi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti eymenüha”, biz zayıf kullarına bu yolda yürüyebilmek nasip eylesin. Âmin.
[(Reşehat) da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki (İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbadetin hülâsası, özü de, kalbin her zaman Allahü teâlâdan agah olmasıdır). 46. ve 99. mektubları ve 155. Masumiyeyi okuyunuz!]