Bu mektup, Mirza Şemseddin’e yazılmıştır. İslamiyetin bir sûreti, bir de hakikati olduğu ve tasavvuf yolunun başında da, sonunda da İslamiyete uymak lazım olduğu bildirilmektedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçtiği, sevdiği kullarına selam olsun! İslamiyetin bir sûreti, yani dış görünüşü, bir de hakikati, yani aslı, özü vardır. İslamiyetin sûreti, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere inanmak ve İslamiyetin ahkâmina uymaktır. [(İslamiyet), hükümler, emirler ve yasaklar demektir. Ahkama uymak demek, emredilen şeyleri yapmak, yasak edilen şeylerden kaçınmaktır.] İnsanın nefs-i emmaresi îman etmez ve İslamiyetin sûretine uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı İslamiyetin sûretine uyanların imanı, imanın sûretidir. Yani, görünüşte imandır. Namazları, oruçları ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Yani, hep görünüşte ibâdettirler. Çünkü, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes (Ben) deyince nefsini bildirmektedir. İnsan ibâdet yaparken, nefsi küfür halindedir. Yaptıklarının yerinde bir iş olduğunu inkâr etmektedir. Böyle bir insanın imanı ve ibâdetleri, hakiki ve doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için imanın ve ibâdetlerin sûretlerini, görünüşlerini, hakiki olarak, doğru olarak kabul buyuruyor. Böyle kullarını Cennete koyacağını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennette olan kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan razıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsan sâhibi olduğu için, yalnız kalbin tasdik etmesini, inanmasını îman olarak kabul buyurmuştur. Nefsin iz’ân etmesini, inanmasını istememiştir. Böyle olmakla beraber Cennetin de hem sûreti, hem de hakikati vardır. Dünyada İslamiyetin yalnız sûretine kavuşanlar, Cennetin de yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyada İslamiyetin hakikatine kavuşanlar, Cennetin de hakikatine kavuşacaklardır.
Cennetin yalnız sûretine ve yalnız hakikatine kavuşanlar, aynı nimetlerden mesela aynı meyvesinden yedikleri hâlde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullahın zevceleri, müminlerin anneleri olup Cennette Resûlullahın yanında bulunacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır. Duydukları lezzet, hep aynı olsa idi, müminlerin annelerinin, bütün insanlardan daha üstün olmaları lazım gelirdi “aleyhinnessalatü vesselâm ve Rıdvânullahi teâlâ aleyhinne”. Bunun gibi, her daha üstün olan kimsenin zevcesinin de, başkalarından daha üstün olması lazım gelirdi. Çünkü zevceler, Cennette, zevclerinin yanında bulunacaklardır. İslamiyetin sûretine uyanlar, ahirette azaptan kurtulacak, sonsuz saadete kavuşacaklardır. Evliyâlık da, iki türlüdür: (Velâyet-i amme) ve (Velâyet-i hassa), yani, seçilmiş olanların velâyeti. İslamiyetin yalnız sûretine uyanlar, velâyet-i ammeye kavuşmuş olurlar. Meâl-i şerifi (Allahü teâlâ, îman edenlerin velisidir) olan âyet meşhurdur.
İslamiyetin sûretini elde eden, yani velâyet-i ammeye, Allahü teâlânın sevgisine kavuşanlar, tarîkatta, yani tasavvuf yolunda ilerliyerek, velâyet-i hassaya kavuşabilirler. Bu yolda ilerliyen müslümana (Sâlik) denir. Sâlikin nefsi yavaş yavaş, emmarelikten kurtulup itminana, rahata kavuşur. Azgınlığı gider. Şunu iyi bilmelidir ki velâyet-i hassaya kavuşmak için çalışan sâlikin, hep İslamiyetin sûretine uyması şarttır. Tasavvuf yolunda en önemli vazife olan (Zikir-i ilâhî), İslamiyetin emirlerinden biridir. İslamiyetin yasaklarından sakınmak da, bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaştırır. Tasavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol gösteren âlim aramayı da İslamiyet emretmektedir. Çünkü, Mâide sûresinde, (Ona kavuşmak için vesile arayınız!) buyurulmuştur. [(Künuz-üd-dekaık)deki hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki (Âlimler, Peygamberlerin varisleridir), (Evliyâ ol kimselerdir ki Onlar görülünce, Allah hatırlanır), (Her şeyin hâsıl olduğu yer vardır. Takvânın elde edildiği yer, ariflerin kalpleridir), (Bâtın ilmi, Allahü teâlânın esrarından bir sırdır!). (Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, müslümanların fakirlerini vesile ederek duâ ederdi), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir!), (Onlar, öyle kimselerdir ki yanlarında bulunanlar şaki olmaz!), (Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz! Çünkü onlar yeryüzünün yıldızlarıdır), (Allah’ın öyle kulları vardır ki bir şey için yemin etseler, Allah o şeyi yaratır), (Âlimlerin yanında bulunmak ibâdettir), (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber gibidir), (Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyandır), (Derecesi en üstün olanlar, Allahü teâlâyı zikir edenlerdir), (İnsanların en kıymetlisi, müminlerin âlimleridir), (Zikretmek, nâfile oruç tutmaktan daha iyidir), (Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikretmektir), (Resûlullah, Allahü teâlâyı çok zikir ederdi), (İnsan, sevdiğini çok zikir eder).]
Görülüyor ki İslamiyetin hakikatine kavuşmak için, İslamiyetin sûretine uymak şarttır. Çünkü, velâyetin ve nübüvvetin bütün kemâlleri, İslamiyetin sûreti üzerine kurulmuştur. İslamiyetin yalnız sûretine uyan, velâyetin kemâllerine kavuşur. Hem sûretine, hem de hakikatine uyan ise, nübüvvetin kemâllerine de kavuşur. Bunu, aşağıda inşaallah daha açıklıyacağız.
Velâyete kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla olur. Velâyete kavuşmak için, yani Velî olmak için, mâsivâyı kalpten çıkarmak lâzımdır. (Mâsivâ), Allahtan başka şeyler demektir. Yani bütün mahluklardır. Allahü teâlânın, lutfü ve ihsanı ile mâsivânın hepsi, kalp gözünden silinince, isimleri bile unutulunca, (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilallah) tamam olur. Bundan sonra (Seyr-i fillâh) denilen (İsbat) makâmına kavuşmak için çalışılır. Bu makâmda, kalp yalnız Allahü teâlâyı hatırlamaktadır. Bu makâma (Bekâ) makâmı ve (Hakikat) denir. Velâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakikatte bekâ makâmına kavuşan sâlik, velâyete kavuşmuş, Velî olmuştur. Nefs-i emmaresi mutmainne olmuş, küfürden, inkardan kurtulup, Rabbinden râzı olmuştur. Rabbi de ondan razıdır. Yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuştur. Tasavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” itminana kavuşan nefs, azgınlığından kurtulmaz demişler. Fârisî beyt tercümesi:
Mutmainne olsa da nefs,
kötülükleri hiç gitmez.
demişler ve bir gazadan dönüşte buyurulmuş olan (Küçük cihatdan döndük, büyük cihâtâ başlayacağız!) hadis-i şerifinde bildirilen büyük cihat, nefse karşı yapılan cihatdır demişlerdir. Bu fakire keşif olunan ve vicdanım ile anladığım ise, bunların dediği gibi değildir. İtminân hâsıl olunca, nefste hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum. İslamiyete tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki nefs de, mâsivâyı tamamen unutmuş olan kalp gibi olmakta, Allahtan başka hiçbir şeyi görmez ve bilmez hâle gelmektedir. Mevki sevgisi, bir şeye kavuşunca sevinmek, kaçırınca üzülmek onda hiç kalmıyor. Bunun İslamiyete uymaması, azgınlık, taşkınlık yapması nasıl olabilir? İtminana kavuşmadan önce, İslamiyetten kıl kadar ayrılmasına, azgınlık, taşkınlık derlerse, sözlerinin yeri vardır. Fakat, itminana kavuştuktan sonra, İslamiyete uymaması, taşkınlık yapması olamaz. Bu fakir [yani İmâm-ı Rabbânî hazretleri] çok inceledim. Bu bilmeceyi çözmek için pek uğraştım. Nefs mutmainne olunca, kıl kadar azgınlık, taşkınlık yapamamaktadır. İslamiyete tam teslim olmuş, her kötülüğü yok olmuştur. Sâhibi için kendini yok etmiştir. Böyle olan nefsin İslamiyete uymaması, olacak şey değildir. Nefs, Allahü teâlâdan râzı olunca, Allahü teâlâ da ondan râzı olunca, artık taşkınlık, azgınlık yapabilir mi? Azgın olandan râzı olunmaz. Allahü teâlânın râzı olduğu nefs, râzı olmayacak bir şey yapabilir mi?
Hadis-i şerifte bildirilen (Cihat-ı ekber), bu fakirin anladığına göre, bedene, cesede karşı yapılan cihat olabilir. Çünkü, insanın bedeni, birbirine zıd, ters olan dört türlü maddelerden yapılmıştır. Her çeşit madde, başka şeyler istemekte ve başka şeylerden kaçmaktadırlar. Her şeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. İnsanın şehvani istekleri, bedenden doğmaktadır. Gazap etmesi, istememesi de bedenden ileri gelmektedir. Hayvanlarda (Nefs-i natıka) yoktur. Onlarda da şehvet, gazap, hırs, hased vardır. İnsanda bu cihatın sonu olmaz. Nefsin itminana ermesi, bu cihatı ortadan kaldırmaz. Kalbin velâyet makâmına kavuşması ile bu cihat yok olmaz. İnsanda bu cihatın bulunması, çeşitli faydalar sağlamaktadır. Böylece, beden temizlenir. Ahirette yüksek derecelere kavuşur. Dünya hayatında, beden, kalbe tâbidir. Ahirette, iş bunun tersinedir. Orada, kalp bedene tâbi olur. İnsan ölünce, ahiret hayatı başlar. Bu cihat da biter.
Allahü teâlâ, lütfederek, ihsan ederek, nefs itminân makâmına gelince ve İslamiyete uymakla şereflenince, (İslam-ı hakiki)ye kavuşulur ve imanın hakikati hâsıl olur. Bundan sonra yapılacak her iş, İslamiyetin hakikati olur. Namaz kılıca, namazın hakikati kılınmış olur. Oruç tutunca, orucun hakikati tutulmuş olur. Hac yapınca, haccın hakikati yapılmış olur. İslamiyetin bütün hükümlerine uymak da, hep böyledir. Görülüyor ki ilk yol ile hakikat, İslamiyetin sûreti ile İslamiyetin hakikati arasında bir geçittir. Velâyet-i hassa ile şereflenmedikçe, İslam-ı mecaziden kurtulup, İslam-ı hakikiye kavuşulmaz. [İslamiyetin sûretine uymak, İslam-ı mecazidir. İslamiyetin hakikatine uymak ise, hakiki müslümanlıktır.] Bir müslüman, Allahü teâlânın ihsanı ile İslamiyetin hakikatine kavuşur, İslam-ı hakiki ile şereflenirse, Peygamberlere tam uyarak ve O büyüklere vâris olarak, (Kemâlât-ınübüvvet) denilen makâma kavuşabilir. O yüksek derecenin nimetlerini bol bol elde edebilir. İslamiyetin sûreti, kemâlât-ıvelâyet meyvelerini meydana getiren mübarek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet kemâlleri de, mübarek bir ağaç gibi olan İslamiyetin hakikatinin meyveleri gibidir. Velâyetin kemâlatı, sûretin meyveleridir. Nübüvvet kemâlatı ise, bu sûretin hakikatinin meyveleridir. Bunun içindir ki velâyetin kemâlatı, Peygamberlik kemâlâtının sûretleridir. Peygamberlik kemâlatı, bu sûretlerin hakikatleridir.
Şunu iyi anlamalıdır ki İslamiyetin sûreti ile İslamiyetin hakikati, nefsten dolayı birbirinden ayrılmaktadır. İslamiyetin sûretine kavuşanın nefs-i emmaresi taşkınlık yapmakta ve inanmamaktadır. İslamiyetin hakikatine kavuşunca, nefs mutmainne olmaktadır. Müslüman olmakla şereflenmektedir. Bunun gibi, sûret gibi olan (Kemâlât-ıvelâyet) ile bu sûretlerin hakikatleri gibi olan (Kemâlât-ınübüvvet) arasındaki ayrılık da, bedenden ileri gelmektedir. Velâyet makâmında, bedeni meydana getiren dört türlü maddeler, kendi isteklerinde, kendi azgınlıklarındadır. Mesela, nefsi itminana kavuşmuş olan bir Velînin bedenindeki enerji, kudret, iyi olduğu, üstün olduğu davasındadır. Bedendeki toprak maddeleri, kötülük ve aşağılık yaptırmak istemektedir. Sıvı ve gaz halindeki maddeler de, fizik ve kimyâ özelliklerini ve reaksiyonlarını meydana getirmek çabasındadır. Kemâlât-ınübüvvet makâmına kavuşunca, bedendeki maddelerin hepsi, adalet, denge hâlini alır. Aşırı ve zararlı halleri kalmaz. Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm” (Şeytanım müslüman oldu), yani teslim oldu buyurması, belki de bu denge hâlini haber vermektedir. Çünkü, insanın dışında şeytan bulunduğu gibi, içinde de vardır. İnsanın içindeki şeytanı, onun kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır. Enerji artınca, insanda kibr ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da, bu kibr sıfatıdır. Enerjinin teslim olması, selamet bulması, bu kötülüğün ondan gitmesidir.
(Kemâlât-ınübüvvet) hâsıl olan bir Velînin hem kalbi, hem de nefsi itminana kavuşmuştur. Hem de bedendeki üç çeşit maddesi ve enerjisi denge haline gelmiştir. Velâyette ise kalp tamamen, nefs de şöyle böyle itminana kavuşmuştur. Nefsin itminana kavuşmasına şöyle böyle dedik. Yani az çok, yaklaşık olarak dedik. Çünkü, nefsin itminana tam olarak, olgun olarak kavuşması, beden maddelerinde denge hâsıl olduktan sonra olur. İşte bundan dolayı velâyet sahiplerinin bedenlerindeki maddeler dengeye gelmedikleri zaman, mutmainne olan nefsin eski sıfatlarına döneceğini bildirmişlerdir. Bedendeki maddelerin itidale gelmesinden sonra, itminana kavuşan nefs, eski sıfatlarına dönmez. Görülüyor ki nefsin eski kötülüklerine dönmesini ve dönmemesini söylemek, makâm sahiplerinin görüşlerinin başka olmalarından ileri gelmektedir. Her Velî, kendi makâmına uygun olanı söylemiştir.
Sual: Bedendeki maddeler de dengeye geldikten ve İslamiyete uymayan taşkınlıkları kalmadıktan sonra, bunlarla cihat etmek nasıl olur? Mutmainne olan nefs ile cihat yapılmadığı gibi, bu maddelere karşı da cihat yapmak lüzumu ortadan kalkmaz mı?
Cevap: Nefsin mutmainne olması ile bedendeki maddelerin dengeye gelmeleri, birbirine benzemez. Nefs mutmainne olunca, yok gibi olur. Âlem-i emrden olan beş latîfe nasıl yok gibi oluyorlarsa, nefs de böyle olur. Bedendeki maddelerin, dünyada kaldıkça, İslamiyetin ahkâmina uymaları lazım olduğundan sekr ve istihlak ile ilgileri yoktur. İstihlak olanda, yani benliği yok olanda, emre karşı durmak, taşkınlık etmek kalmaz. Sahv halinde olan, yani benliği, şuurü gitmeyen ise, emirlere uygunsuz davranabilir. Bu davranış her emre karşı değildir ve çeşitli faydalara sebep olmaktadır. Bu davranış, Allahü teâlânın lütf etmesi ve koruması ile yalnız müstehapları yapmamak olup bundan ileriye gitmez. Bundan dolayı, dengeye gelmiş olan beden maddelerine karşı cihat yapılabilir. Mutmainne olan nefs ile cihat yapmak ise câiz değildir. Bu bildirdiklerimi, Mektûbâtın 1. cildinde, büyük oğlum [Muhammed Sâdık “rahmetullâhi aleyh”] için yazmış olduğum mektupta [260. mektupta] daha uzun bildirmiştim. Anlaşılamayan yer kaldı ise, o mektuba da bakınız!
Allahü teâlâ, lütfederek, ihsan ederek, İslamiyetin hakikatinin neticeleri ve meyveleri olan (Kemâlât-ınübüvvet) makâmları da aşılınca, artık ilerlemek, çalışmakla, ahkâm-ı İslamiyeye uymakla olmaz. O makâmlarda nasip olan her şey, Rahmân olan Allahü teâlânın yalnız lütf etmesi ile ve ihsanı ile olur. Bu makâmlarda imanın, ilmin tesiri yoktur. Kazanılanlar, yalnız ihsan ile ikram iledir. Bu makâmlar, önceki makâmlardan pekçok daha yüksek ve pekçok geniştir. Öyle nurludurlar ki önceki makâmlarda bu nurlar hiç bulunmaz. Bu makâm, yalnız (Ülül’azm) olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” verilmiştir. Bunlara tam uyan pek az seçilmişlere de ihsan ederler.
İslamiyet, bütün bu yüce makâmların temelidir. Bütün kazancların sermayesidir. Ağaç ne kadar dal budak verse de ve duvar ne kadar yükselse ve üzerine yüksek binalar yapılsa da, köksüz ve temelsiz olamaz. Köke, temele her zaman muhtaç olurlar. Bir binata ne kadar çok kat yükselirse yükselsin, aşağıdaki katlara hep muhtaçtırlar. Hiçbir kat, altındaki kata olan ihtiyacından kurtulamaz. Aşağıdaki katlardan biri çürük olursa, yukardaki katların hepsi de çürük sayılır. Onlardan biri yıkılıça, yukardakiler de yıkılır. Demek ki İslamiyet her zaman ve her makâmda lâzımdır. Hangi makâmda olursa olsun, herkes İslamiyete uymaya muhtaçtır. Allahü teâlâ, ihsan ederek, bu makâmdan da yukarı çıkılırsa, ele geçenler, ihsan ile değil, muhabbet ile olur. Bu makâmın bu yüksek derecesi, Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâma mahsustur “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âl-i küllinissalavâtü vetteslîmâtü vettehiyyâtü velberekât”. Bu yüce Peygambere tam uyanlardan ve izinde gidenlerden dilediklerini de bu nimetle şereflendirirler. [Bu en yüksek makâm, âlem-i misâlde bir köşk şeklinde görünmektedir.] Bu köşk çok yüksek görünüyor. Ebû Bekr-i Sıddîk, O yüce Peygambere tam uyduğu için, vâris olarak, bu köşkün içinde görünüyor. Hazret-i Ömer-ül-Fâruk da, bu nimetle şereflenmiştir. Müminlerin annelerinden Hazret-i Hadice ve Hazret-i Âişe-i Sıddîka da zevcelik bağı ile bu köşkte görülmektedir “radıyallâhu anhüm ecma’în”. Her işin doğrusunu yalnız Allahü teâlâ bilir. Ya Rabbi! Bize merhamet et! Bizleri doğru yola kavuştur! Kıymetli kardeşim, mârifetler sâhibi şeyh Abdülhay, senelerce sohbette bulundu. Şimdi memleketine gidiyor. Oraların makâmı kendisine verilmiştir. Bunu size birkaç satır ile bildirmek lazım oldu. Ehlullah [yani Allah adamları, yani Evliyâ], hangi memlekette bulunursa, oradaki insanlar için büyük bir nimettir. Bunların saadete kavuşmaları için büyük müjdedir. Onları tanıyabilenlere, anlayabilenlere ne mutlu!
[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullâhi aleyh”, 1. cilt, 97. mektubunda buyuruyor ki (İnsanın yaratılması, ibâdet yapmak içindir. İbadet yapmak da, yakîn yani hakiki imana kavuşmak içindir. Hicr sûresinin son ayetindeki (hatta) kelimesi, belki de (için) demektir. İbadet yapmadan önceki îman, sanki imanın sûretidir. İbadet yapınca, imanın hakikati hâsıl olur. (Velâyet) yani evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demektir. Fenâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylerin, kalpten çıkmaları, kalpte kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeylerin kalpte bulunmasıdır). İbadet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi olmak demektir. Bu yola (İslamiyet) denir. İslamiyete tâbi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îman etmek, Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve haramlardan, bidatlerden sakınmak lâzımdır. Haramların en kötüsü, kul hakkıdır. Hükümet adamları buna çok dikkat etmelidir. Adalet yapmaları, İslâmin en büyük düşmanı olan ingilizlere aldanmamaları, sulh zamanında, zevk ve safaya sapmayıp, düşmanlardaki silahları temin etmeleri, milleti tıb, ticaret, zıraat, sanat ve harp işlerinde yetiştirmeleri emrolundu. Bunlar, hakiki bir alimden öğrenilir. Bu âlime (Mürşid) denir. Bir mürşid bulup, onun sözlerinden, hallerinden öğrenilir. Mürşid bulamazsa, bir mürşidin kitabından öğrenilir. Mürşidin sohbeti veya kitabı, en büyük bir nimettir. Ebedî saadete sebeptir. İnsan, bu sebebi çok sever. (İhsan sâhibini sevmek, insanların yaratılışında vardır) hadis-i şerifi meşhurdur. İnsan, mürşidini sevdiği kadar, onun kalbinden feyiz alır. Fenâ makâmına kavuşur. İbâdetlerini ihlas ile yapmak nasip olur. Her hareketi zikir olur. Kalp ile zikir söylemek de, fenâ makâmına kavuşturur ise de, kalbine feyiz gelerek kavuşmak, daha süratli olur.]
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız