Bu mektup, Abdülkâdir-i Enbali’ye yazılmış olup Fenâ ve Bekayı anlatmaktadır:
Âlemlerin, her mahlukun rabbi olan Allahü teâlâya hamd ederim. Peygamberlerin seyedine “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, en üstününe, salât, duâ ederim!
Bu fakirin anladığına göre, mahlukların hakikatleri, aslları, ademler ile isimlerin ve sıfatların, İlm-i ilâhîdeki sûretleri, görünüşleridir. Bu sûretler, ademlere aks etmiş, onlarda görünmüştür. [Adem, yok demektir.] Her kötülük, her kusur ademlerden hâsıl olur. Bu ademler, felsefecilerin dediği Heyula gibidir. Bunlara aks eden sûretler de, felsefecilerin sûret dediklerine benzer. Ademler, birbirlerinden, üzerlerine aks etmiş olan sûretler ile fark olunur, ayrılır. Bu akslerin, ademlerle birleşmesi, sûretin heyulada yerleşmesi gibidir. Bu aksler de, ademlerle birleştikleri için, birbirlerinden farklı olmuştur. Bunların birleşmesi, sıfatların cisim ile birleşmesi gibi değildir. Sûretin, heyula ile birleşmesi gibidir. Heyula, sûret vasıtası ile tanınabilmektedir. Sâlik, zikir ve murakabe vasıtası ile Cenâb-ı Hakka teveccüh edince ve başka şeylerden her ân yüzçevirince, Allahü teâlânın isim ve sıfatlarının ilmde bulunan bu sûretleri, her ân kuvvetlenir. Arkadaşları olan ademlere gâlip gelmeye başlar. Öyle bir hâl alır ki bu akslerin aslı ve heyulası gibi olan ademler, örtülmeye, kaybolmaya başlar. Yani sâlik, bunları göremez olur. Çünkü, aynanın kaybolması lâzımdır. Bu hâle, (Fenâ makâmı) denir ve çok kıymetlidir. Fânî olan bu sâlike, Bekâ da ihsan ederek, bu âleme geri indirirlerse, kendi ademini, bedenini koruyan, sıkı elbise gibi görür. Ademden o kadar ayrılmıştır ki bir elbise gibi ayrı görür ve kendinden başka bilir. Halbuki adem ondan ayrılmamıştır. Kendisine (ben) dediği zaman, ona da işaret etmektedir. Ancak, asıl, öz, temel olmaktan çıkmış, tâbi olmuştur. Hatta, önce kendisi ile durmakta olan, akslerle durabilecek hâle düşmüştür. Bu fakir, bu makâmda senelerce kaldım. Kendi ademimi, kıldan bir palto gibi, kendimden ayrı gördüm. Fakat, Allahü teâlânın lütf-ü ihsanı imdada gelince, o mağlub haldeki adem, büsbütün eriyip gitti. O aksler sayesinde olan görünüşü, tamamen yok oldu. Sanki hakiki ademe, aslına karıştı. Mesela, alçıyı kalıba koyup, şekil verirler, alçı sertleşip o şekli muhafaza edebilecek hâle gelince, kalıbı kırarlar. Kalıp yardımı ile o şekilde durmasına son verip, yalnız kendisini o şekilde durdururlar. Burada da, aksler, adem ile duruyordu. Şimdi, kendi kendilerine, hatta kendi aslları ile durduklarını anlarlar. Bu zaman, (ben) deyince, yalnız bu aksleri ve bunların asllarını görür. Ademinin kendisi ile sanki bir ilişiği yokmuş gibi olur. Bu makâmda, Fenânın hakikati hâsıl olur. Önceki fenâ, sanki bu fenânın sûreti idi. Bu makâmdan bekâya getirirler ve âleme geri döndürürlerse, vaktiyle parçası iken ve gâlip ve hakim iken, sonra ayrılmış olan ademi, yine getirirler, arkadaş yaparlar. Fakat, şimdi kendinden ayrıdır ve (ben) deyince, işe karışmaz. Bazı faydalar için, kıldan bir palto gibi, dışarıya giyilmiş bir hâlde bulunur. Adem geri gelmiş ise de, isimlerin ve sıfatların aksleri şimdi ona muhtaç değildir. Hatta adem, onların sayesinde durabilmektedir. Nitekim, birinci bekâda da böyle olmuştur. Oradaki bekâda bu hallolunca hakiki olan bu bekâda şüphesiz, daha tamam, daha mükemmel olur. Elbise giyilince insana tesir eder. Elbise sıcak ise, insan ısınır. Soğuk ise, insan üşür. Bunun gibi, bu adem de, elbise gibi, tesir eder. Tesiri bütün bedende görülür. Fakat bu tesirlerin, dışardan geldiği, içerden olmadığı anlaşılır. Bu adem sebebi ile olan şer ve kusurlar da, dışardan ve sonradan gelmektedir. Kendinden değildir, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat da, madde de, devamlı değildir. Bu makâmda bulunanlar, insanlıkta, başkaları gibidir ve insanlık sıfatlarını gösterir. Fakat, bunların bu sıfatları, dışardan gelmektedir. Kendilerinden değildir. Başkalarının sıfatları ise kendilerindendir. Aralarında çok fark var. Câhiller, bunları kendileri gibi görünce, büyükleri, hatta Peygamberleri “aleyhimüsselâm” kendileri gibi sanır ve inanmaz, karşı koyarlar. Bunun için, o büyüklerden mahrum kalırlar. Nitekim, Tegabün sûresi, 6. âyetinde meâlen, (Bizim gibi bir insan mı bize yol gösterecek, diyerek kâfir oldular) ve Furkan sûresinde, 7. âyetinde meâlen, (Bu nasıl Peygamberdir? Bizim gibi yiyor ve sokaklarda dolaşıyor dediler) buyruldu ki bunların hâlini göstermektedir. Allahü teâlânın büyük nimeti, ihsanı ile tamamen ayrıldıktan sonra, yine yaklaşan ademin sıfatlarını kendimde hiç göremiyorum. Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun!
Ademin komşuluğundan hâsıl olan bu sıfatların insanda görünmesi, kırmızı elbise giyen kimsenin kırmızı görünmesine benzer. Ahmaklar, elbisenin kırmızılığını, insanın kırmızılığı sanır. Fârisî nazım tercümesi:
Hikaye olarak dinleyen seni,
bulur ancak, hikaye tesirini!
Sözün özünü anlarsa bir kişi,
fayda verir ona her dinleyişi.
Berrak olarak akan Nil nehri,
çingenenin gözüne kan göründü.
Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti,
Nil-i mübareki kan değil, su gördü.
Ya Rabbi! Bize doğru yolu gösterdikten sonra, ayağımızın kaymasından koru! Sonu olmayan rahmetinden, bizlere de serp! Merhamet ve ihsan sâhibi, ancak sensin! Doğru yolda gidenlere bizden selam olsun!
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız