Bu mektup, gizli bilgilerin hazinesi oğulları Muhammed Saîd ve Muhammed Masum’a “rahmetullâhi aleyhima” yazılmış olup Allahü teâlânın mahluklara yakın olmasını açıklamakta, ademin ve iblisin kötülükleri arasındaki farkı bildirmektedir:
Allahü teâlâya hamd ederim. Onun seçtiği kullarına selam ederim!
Sual: Âlimler diyor ki Allahü teâlâ, bu âlemin içinde değildir. Dışında değildir. Âleme bitişik değildir. Ayrı değildir. Bunun açıklanması nasıl olur?
Cevap: İçinde, dışında olmak, bitişik ve ayrı olmak gibi şeyler, var olan iki şey arasında düşünülebilir. Halbuki sualimizde, iki şey mevcûd değildir ki bunlar düşünülebilsin. Çünkü, Allahü teâlâ vardır. Âlem, yani Ondan başka her şey vehim ve hayaldir. Âlemin var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devamlı olup vehim ve hayalin kalkması ile yok olmuyor. Ahiretteki sonsuz nimetler ve azaplar bunlara oluyor. Fakat, âlemin varlığı vehim ve hayaldedir. [Yani dışarda var olmayıp, vehme ve hayale var görünmektedir.] Vehim ve hayalin dışında bir varlık değildirler. Allahü teâlânın kudreti, vehim olunan, hayal olan bu görünüşleri devam ettirmektedir. [Haricde varmış gibi, yok olmaktan korumaktadır.] Var gibi göstermektedir. Görünüşe aldanan, varlıkta kaldıklarını görerek, var sanır. Var olan ikidir der. Bunun üzerinde, başka mektuplarda geniş bilgi verilmiştir.
Hayalde bulunan bir şey, dışarda var olan bir şeyle bitişiktir, onun içindedir denemez. Fakat, var olan, mevcûd olan bir şey, hayalde olan şeyin içinde değildir, dışında ve ayrı da değildir, bitişik de değildir denilebilir. Çünkü, mevcûdun bulunduğu yerde, hayaldeki şey yoktur ki birbirine göre yerleri söylenebilsin. Bu sözümüzü bir misal ile açıklıyalım: Taş, demir gibi küçük bir şeyi, bir ipe bağlayıp [parmağımızda zinciri döndürür gibi] elimizin etrafında çevirelim. Bir daire üzerinde dönen bu küçük cisme (Nokta-i cevvale) denir. Nokta-i cevvale, hızlı döndüğü için, uzaktan, bir daire olarak görünür. Halbuki haricde mevcûd olan, noktadır. Haricde daire yoktur. Dairenin varlığı vehmdedir. Dairede, noktanın varlığı gibi bir varlık yoktur. Nokta, dairenin içinde veya dışındadır denilemez. Birbirlerine bitişik ve ayrı da değildirler. Noktanın bulunduğu yerde, daire yoktur ki birbirlerine göre yerleri söylensin.
Sual: Allahü teâlâ, âleme yakınım, ihâtâ ediyorum buyuruyor. Bu nasıl oluyor?
Cevap: Bu kurb ve ihâtâ, cismin cisme yakın olması ve kaplaması gibi değildir. Bilinmeyen, anlaşılamayan bir kurb ve kaplayıştır. Allahü teâlânın yakın olduğuna ve ihâtâ ettiğine inanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Ona, âlemin içindedir, dışındadır, bitişiktir, ayrıdır demeyiz. Çünkü, İslamiyet, bu dördünü bildirmemiştir.
Misalimizde nokta-i cevvale, mevhum olan daireye yakındır. Onu kaplamıştır ve onunla beraberdir diyebiliriz. Fakat nasıl olduğunu bilemeyiz. Çünkü, mevcûd olan yalnız noktadır. Bitişiktir, ayrıdır, içindedir, dışındadır deriz. Fakat bunlar nasıl olur bilinmez de diyebiliriz. Çünkü, iki taraf arasında bulunan halin nasıl olduğu bilindiği zaman, iki tarafın da haricde varlıkları lâzımdır. İki taraf arasında bulunan halin nasıl olduğu bilinmediği zaman, iki tarafın da var olması lazım gelmez. Bilinmeyen şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak yanlıştır. Başka bir sözle (Gaibi, şahite kıyas etmek, batıldır).
Tenbih: Âlem mevhumdur, hayaldeki varlıktır dedik. Bunun mânâsı, âlem, vehim ve hayal mertebesinde yaratılmıştır demektir. His olunan ve idrâk edilen fakat haricde bulunmayan bir varlıktır. Mesela, dışarda bulunmayıp, yalnız hayalde bulunan daire, bu hâlde devamlı durdurulabilse ve vehmler, hayaller yok olunca da, o hâlde kalsa, bu daire, haricde bulunmadığı hâlde, haricde varmış gibi olur. Halbuki haricde nokta bulunmazsa, daire de olmaz. Fârisî beyt tercümesi:
Ne hoş olur, güzellerin edâsı,
başkaların sözünde yer alması.
Daire, noktanın görünmesini örtüyor denirse yeri vardır. Daire, noktanın varlığını gösteren bir ayna gibidir denirse, yine doğru olur. Eğer noktanın varlığına alâmettir denirse, yine olur. Noktayı örtüyor demek, câhillerin sözüdür. Aynadır demek Evliyâlığa uygundur ve buna (İman-ı şühûdî) denir. Alâmet ve işaret olduğunu söylemek, (İman-ı gaybi)ye mahsustur. İman-ı gaybi, îman-ı şühûdîden daha kuvvetli, daha kıymetlidir. Çünkü, şühutte zıll [hayal] görülür. Gaybde ise, bu hata yoktur. İman-ı gaybide, ele bir şey geçmez. Fakat vasıldır, kavuşmuştur. Şühutte, ele bir şeyler geçerse de, vasıl değildir, başka şeye, zıllere, hayallere bakmaktadır. Sözün kısası, şuhûd, noksanlıktır. Vüsûl ise kemâldir. Bu sözümüzü tasavvufçu geçinen herkes anlayamaz. Bunlar, şühudü, vüsûlden daha üstün sanır. Yunan felsefecilerinden, sufistaiye [Sophiste] denilen kimseler, âleme, hayal, vehim dedi. İnsanın hayalinde, bir görünüştür. Vehim ve hayal değışırse, bu görünüşler de değışır dedi. Mesela, vehim, bir şeyi tatlı görürse tatlı olur. Başka bir zamanda bu şeye acı derse, acıdır dediler. Ne kadar câhil, ne kadar aklsızlar ki Allahü teâlânın yaratmasını göremediler. Hatta inanmadılar. [Âlemin varlığının], haricdeki varlığa olan yakınlığını anlamadılar. Böylece haricdeki varlığa yakışan işlerin bu âlemde bulunduğuna ve böylece sonsuz azap ve nimetlere inanmadılar. Halbuki Muhbir-i sâdık [hep doğru söyleyici] “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunları haber verdi. Elbet olacaktır. Bu felsefeciler, şeytanın askeridir. Mücadele sûresi, 19. âyetinde meâlen, (Şeytanın askeri elbette mağlub olacak, ziyan edecektir) buyruldu.
Sual: Vehmde ve hayalde olsa bile âlemin varlığı, devamlı olduğu ve bu varlığa sonsuz nimetler ve azaplar olacağı hâlde, âleme niçin var denmiyor ve mevcûd bilinmiyor?
Cevap: Tasavvufçulara göre vücut, en şerefli, en kıymetli şeydir. Vücut [yani var olmak], bütün hayrların, üstünlüklerin başlangıcıdır. Her şeyden kıymetli olan vücudu, Allahü teâlâdan başkasına yakıştıramıyorlar. Çünkü, Ondan başka her şey noksan ve kötüdür. En kıymetli şey, kötüye verilebilir mi? Tasavvufçuların bu sözleri, keşfe ve firasete dayanmaktadır. Keşflerine göre, vücut, yalnız Allahü teâlâya mahsustur. Mevcûd [var] yalnız Odur. Ondan başkasına mevcûd demeleri, O varlığa, bilinmeyen bir bağlılıkları olduğu içindir. Gölge aslı sayesinde durabildiği gibi, her şey O varlıkla durmaktadır. Vehim mertebesinde bulunan sübut [görünüş], O vücudun zıllerinden bir zıldir. [Türkçede, vücut deyince, beden sanıyoruz. Halbuki vücut, madde, cisim, beden demek değildir. Vücut, var olmak demektir. Yani bir sıfattır.] O vücut, haricde mevcûd olduğundan, Allahü teâlâ, haricde mevcuttür. Devam verilen vehim ve hayal mertebesine de, hâriç mertebesinin zıllerinden bir zıll dersek, ikisi de zıll olunca, vehmdeki sübuta, (Vücut-i hârici) demek uygun olabilir. Bu bakımdan, âleme de, haricde mevcûd denebilir. Görülüyor ki mümkün [yani mahluk] herneye mâlik ise, vücut mertebesinden gelmektedir. Ona, zıll olması düşünülmeden, haricde var demek, doğru olmaz. Allahü teâlâya, vücut sıfatında ortak edilmiş olur. Bu fakir [yani İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], âleme haricde mevcûd demiş isem, bu manada anlamak lâzımdır. Kelam âlimleri, vücut ile sübut aynıdır diyor ki iki kelimenin lügat mânâsı aynı demektir. Yoksa, vücut nerede, sübut nerede? Keşif ve şuhûd sahiplerinden çoğu ve âlimlerden çoğu, (Allahü teâlânın kendisi, vücuttur) dedi. Sübut ise, nazarî, aklın düşündüğü bir şeydir.
Fayda: Vücut, her hayır ve kemâlin kaynağı ve her güzelliğin başlangıcı olduğu gibi, bunun karşılığı olan adem de, elbette her kötülüğün, her kusurun kaynağı ve her çirkinliğin ve bozukluğun başlangıcıdır. Günahlar, ondan hâsıl olmakta, yoldan çıkmaya, o sebep olmaktadır. Buna karşılık, hünerleri, güzellikleri de vardır. Vücut karşısında, kendini tam yok etmek en büyük meziyetidir. Vücudun karşısında bulunarak, kötülükleri, kusurları kendinde toplamak, hüneridir. Vücuda ayna olarak, onun kemâlâtını göstermek ve bu kemâlatı, ilmin dışında, birbirlerinden ayırmak, onları icmâlden tafsile getirmek, onun güzel sıfatıdır. Kısaca, vücudun hizmetlerini görmekte, vücudun hüsn-i cemali, onun, kötülük, çirkinlik ve kusur aynasında meydana çıkmaktadır. Vücudun gınası, bunun ihtiyacından, onun izzeti bunun zilletinden, onun yüksekliği, bunun alçaklığından, onun efendiliği bunun köleliğinden anlaşılmaktadır. Fârisî beyt tercümesi:
Hocamı üstad yapan, ben oldum,
beği azad eden köle, ben oldum.
Her bozukluğun, her sapıklığın sebebi olan mel’un İblis, ademden daha fenâdır. Ademde bulunan hünerlerin, onda hiçbiri yoktur. Araf sûresi, on ikinci ayetindeki (Ben ondan daha hayırlıyım) sözü, ondaki iyilik sıfatlarını, söküp çıkarmış, onu her şeyden kötü yapmıştır. Adem, hiçbir şeye varamadığı, yok olduğu için, vücuda alâmet, güzelliklere ayna olmuştur. Mel’un ise, varlık ve iyilik iddiası ile karşı gelerek tard edilmiştir. Güzel karşılamayı ademden öğrenmeli ki varlığı yoklukla karşılamakta, kemâl karşısına, kusur ile çıkmaktadır. İzzet ve celâl görününce zül ve inkisarını göstermektedir. İblis mel’unu, kibr ve inat ettiği için, ademdeki kötülükleri sanki kendisine çekmiş, ademde iyilikten başka, sanki bir şey kalmamış gibidir. Elbet iyiliğe ayna olabilmek için, iyi olmak lâzımdır. (Sultanın eşyasını taşımak şerefi, ancak kendi hayvanlarına mahsustur) sözü meşhurdur. İblisin, kıymetli vazifesi vardı. Mahlukları kötülükten temizliyordu. Fakat, kendini beğendiği, büyük sandığı için, hizmetlerinin faydasını göremedi. Dünyada da, ahirette de ziyan etti. Adem ise, kusurlu, kötü olduğu hâlde, yokluğu sayesinde, mahrum kalmadı. Vücuda ayna olmakla şereflendi. Fârisî beyt tercümesi:
Kamış boşum dedi, şekerlendi,
ağaç, yükseldi, baltayı yedi.
Sual: İblise bu kötülük nereden geldi? Ademden başkası vücuttur. Bunda ise, kötülük yoktur. O hâlde, kötülük nereden geldi?
Cevap: Adem, vücuda ayna olup onun hayrı ve kemâlini gösterdiği gibi, vücut de, ademin aynasıdır ve onun kötülüğünü ve kusurlarını göstermektedir. [İblis de, her mahluk gibi adem ile vücutdan yapılmıştır.] İblis kendi ademindeki kötülükleri aldığı gibi, vücudune ademden aks eden kötülükleri de almıştır. Hem kendinde olan hem de haricden gelen kötülükleri yüklenmiştir. Kötülükleri aks ettiren vücudunün kuruntuları, ademin iyi sıfatlarından olan yokluğunu, ona göstermedi. Vücudun aynasında görünen kötülükler de meydana çıkınca, sonsuz ziyana girdi. Ya Rabbi! Bize hidayet verdikten sonra, kalplerimizi, düşmanlarının tarafına kaydırma! Bizlere merhametini bol eyle! Lütf, ihsan sâhibi ancak sensin!
Kalbini, Cennet bağı yap, çeşme-i tevhid ile
ruh bahçeni gülşen eyle, gonca-i tevhid ile.
Hem mekansız, hem zamansız, nihâyetsiz yolları,
katider gönül erbabı, kuvvet-i tevhid ile.
Her ne kadar, yüz karası, yaptıysa isyan sende,
temizlenir her yerin, sabun-i tevhid ile.
İns ve cin alemlerini, aşarak arşa çıkar,
kim ki miraç ettiyse, cezbe-i tevhid ile.
Ey Niyazi! Ârif-i billah gönülden kaldırır,
yetmiş bin perdeyi hep, bir lem’a-i tevhid ile.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız