Bu mektup, İmam-ı Rabbani hazretleri tarafından Mîr Muhammed Numan’ın oğlu Mîr Abdurrahmân için yazılmıştır. Cennette Allahü teâlânın görüleceğine inanmayanlara cevap vermektedir:
Bismillahirrahmanirrahim. Allahü teâlânın görüleceğine inanmayanlar, Allahü teâlâ görülemez diyenler, sözlerini ispat etmek için, “Görülen şeyin, görenin karşısında olması lâzımdır. Allahü teâlâ, bir şeyin karşısında olamaz. Çünkü O, cihetsizdir. Cihetli olmak demek, sınırı, sonu, etrafı olmak demektir. Bunlar ise, Allahü teâlâ için kusurdur, noksanlıktır. İlahta bu kusurlar olamaz” diyorlar.
Bunlara cevap olarak deriz ki Allahü teâlânın kudreti, kuvveti o kadar çoktur ki bu geçici ve zayıf olan dünya hayatında, hissiz, hareketsiz, içi boş iki sinir parçasına, karşısında olan şeyleri görebilmek kuvveti vermiştir. Sinirlere bu kuvveti veren yüce Allah, ahirette, daha kuvvetli ve hiç yok olmayacak olan bu iki sinir parçasına, karşısında olmayanları, cihetsiz veya her cihette olanları da görmek kuvvetini veremez mi? Çünkü O, sonsuz kudret sâhibidir ve ahirette hissedilmesi ve görülmesi kabildir. Bazı yerlerde ve zamanlarda, görmek için, karşılıklı ve belli yönde bulunmayı şart kılmış, başka yerlerde ve zamanlarda, bu şart olmadan görmek kuvveti vermiştir. Bu iki yer birbirine hiç benzemediği hâlde, birinde lazım olan şartları, ötekinde de lâzımdır demek, doğrusu pek insafsızlık olur. Mahlukları yalnız bu görünen, ölçülen (Âlem-i mülk) olarak bilip, akıl ile anlaşılmayan (Âlem-i melekut)daki şaşılacak varlıklara inanmamak olur.
Sual: Allahü teâlâ görülürse, çevresi olması ve gözle anlaşılması icap eder. Bu da, sonu, sınırlı olduğunu bildirir. Allahü teâlâda, bu kusurlar olamaz.
Cevap: Allahü teâlânın görünmesi, fakat çevresi bulunmaması ve gözle anlaşılamaması câizdir. Enam sûresinin 103. âyetinde meâlen, “Onu gözler anlayamaz. O ise, gözleri bilir, anlar. O, ihsan sâhibi bilicidir” buyuruldu. Müminler, ahirette Allahü teâlâyı görecekler, gördük diyeceklerdir. Görmekte hâsıl olan zevkı, lezzeti duyacaklardır. Fakat, görüneni anlayamayacaklardır. Görmekten bir şey elde edemeyeceklerdir. Görmeyi anlayacaklar, görmenin tadını alacaklar, fakat gördüklerini anlamayacaklardır. Fârisî beyt tercümesi:
Anka avlanamaz, tuzağını topla!
bu avdan tuzakta kalır ancak hava.
Allahü teâlâ görülecek, fakat anlaşılamayacaktır. Görmekte hiç kusur olmayacaktır. İhsan ve ikram ederek, aşıklarına kendini gösterecektir. Kendini görmek lezzetini onlara bol bol verecektir. Bundan, Ona hiç kusur, noksanlık gelmez. Çevrilmiş, cihetlenmiş olmaz. Fârisî beyt tercümesi:
O taraftan kemâli noksan kabul eylemez.
Bu taraftan şerefin, söze, ölçüye gelmez.
Allahü teâlâyı görmek için, görenin karşısında bulunması, doğrultusunda olması şarttır denilirse, Allahü teâlânın görmesi için de bu şartların bulunması lazım olur. Çünkü, görülende bu şartların bulunması, görende de bulunması demektir. Allahü teâlânın, mahlukları görmesinde de bu şartların bulunması lazım olup görmemesi icap eder. Allahü teâlânın görmek sıfatı inkâr edilmiş olur. Kurân-ı Kerîme inanılmamış olur. Çünkü, Kurân-ı Kerîmin birçok sûresinde, “Allahü teâlâ yaptıklarınızı görücüdür” ve “O, işitici ve görücüdür” ve “Allahü teâlâ amelinizi görür” meallerinde âyetler vardır. Bundan başka, görmemek kusurdur. İlahlık sıfatından mahrum olmaktır.
Sual: Allahü teâlânın görmesi, ilim sâhibi olması, her şeyi bilmesi demek değil midir? Allahü teâlânın ciheti, sınırı olmasını icap ettiren başka bir şeyin de bulunduğunu söylemeye lüzum var mıdır?
Cevap: Görmek, bir güzel sıfattır. Başka sıfatlardan başka olarak, Allahü teâlâda bu sıfatın da bulunduğunu Kurân-ı Kerîm haber vermektedir. Görmek, ilimden başka bir şey değildir demek, Kurân-ı Kerîme uygun olmaz. İlim denilince, bilinenin karşısında bulunmaktan kurtarılmış olmaz. İlim, sanki 2 kısımdan hâsıl olur. Birincisinde, bilinen şey ile karşı karşıya olmak şart değildir. İkincisinde ise şarttır. Buna, (Rüyet), yani görmek denir. Mahluklarda ilmin en kuvvetlisi, en yüksek derecesi, görmektir. Ancak görmekle, kalpte itminân, emniyet hâsıl olur. Düşünülen, bilinen şeylere, insanın vehmi karşı çıkabilir. His ederek anlaşılan şeylere, vehim karşı koyamaz. Böyle şeyler, bu tehlikeden kurtulur. Bunun içindir ki İbrahim Halîlürrahman “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın ölüleri dirilteceğine inandığı ve kalbinde yakîn bulunduğu hâlde, kalbinde (İtminân), yani emniyet hâsıl olması için, ölülerin nasıl dirildiğini görmek istedi.
Görmek gibi güzel bir sıfat Allahü teâlâda yoktur denirse, bu güzel sıfatın mahluklara nereden geldiğini sorarız. Çünkü, mahluklarda bulunan her güzellik, Allahü teâlâda bulunan güzelliğin aksidir, zuhûrudur. Mahlukta bulunan bir güzelliğin, iyiliğin, Vâcib-ül-vücutda bulunmaması, olacak şey değildir. Çünkü, mümkünler, kötülükten, noksanlıktan başka bir şey değildirler. Onlarda görülen her kemâl, her güzellik, vücûb mertebesinden ariyet olarak verilmiştir. Çünkü vücûb mertebesi; yalnız kemâl, yalnız güzelliktir. Fârisî beyt tercümesi:
Önceden, evden bir şey getirmedim ben,
ben de ve her şeyim de, sendendir senden!
İlk suale cevap olarak, şöyle de deriz ki ileri sürdüğünüz sebep, Allahü teâlânın varlığı için de tehlikeli bir düşünüştür. Onu görmek olamaz derken, Onun varlığı da olamaz demektir. Bu ise, akla uygun düşünüş değildir. Çünkü, Allahü teâlâ var olunca, bu âlemin bir cihetinde bulunması lazım olur. Yukarıda veya aşağıda, önde yahut arkada, sağda, solda olur. Bu ise, Onun çevrilmesi, sınırlanması demektir ki noksanlıktır, kusurdur. İlahta hiçbir kusur bulunmaması lâzımdır.
Sual: Onun varlığı, belki âlemin her cihetindedir. Böylece, çevrilmiş ve sınırlanmış olmaz mı?
Cevap: Âlemin her tarafında olmak, çevrilmiş, sınırlanmış olmaktan kurtarmaz. Âlemin dışında bulunması lazım olur. Başka olan bir şey, dışarda olur. İkilik, başka yerde olmaktır. Bu da, çevrilmiş, sınırlanmış olmaktır.
Böyle yanlış ve aldatıcı düşüncelerden kurtulmak için, bilinmeyen şeyleri, bilinenler gibi sanmak hastalığından kurtulmak lâzımdır. Gaibi şahite kıyas etmemelidir. Görülen şeyde bulunan güzel bir hâl, görünmeyenin güzelliğini giderebilir. Çünkü şartlar başka olunca, sıfatlar, haller de başka olur. Hele, şartların başkalığı, ters olacak kadar çok ise, hallerin başkalığı da ters olmaya kadar gider. Arabî Mısra tercümesi:
Tozlu, topraklı olan, temiz olana benzer mi?
Allahü teâlâ akıl ve insaf versin de, Kurân-ı Kerîmde açıkça bildirilmiş olan Nasslara karşı gelmesinler. Sahih hadisleri inkâr etmesinler. Bunlar gibi, açık bildirilmiş olanlara îman etmek lâzımdır. Bunların nasıl olduklarını Allah bilir demelidir. Anlamadıkları için, aklım ermiyor demelidir. Kendi aklına güvenip, anlamadığına inanmamak, çok yanlış ve pek haksızdır. Doğru olan çok şey vardır ki akıl bunların doğru ve düzgün olduklarını anlayamaz. Akıl her şeyi doğru olarak kavrıyabilseydi, aklına güvenenlerin önderlerinden olan Ebû Ali Sînâ gibiler, her şeyi doğru olarak anlarlar, hiç yanılmazlardı. Halbuki kendisi, (Bir şeyden yalnız bir şey meydana gelir) diyerek öyle yanılmıştır ki az düşünmekle hemen anlaşılmaktadır. İmâm-ı Fahrüddin-i Razi, onun bu sözüne çok sert çatmakta, “Bütün ömrünü, insanı yanlış düşünmekten koruyan ilimlerle uğraşmakla geçirmiş iken, bu en kıymetli ve önemli yerde, çocukları bile güldürecek kadar yanılmıştır” demektedir. [Ahlak-ı Alai kitabında diyor ki “İbni Sînâ, (Muad) kitabında, kıyamette dirilmeyi inkâr etti. Öleceğine yakın, gusül abdesti alıp, vezir iken yaptığı zulümlere tövbe ettiği söyleniyor ise de, itikadı bozuk olanın guslü, namazı ve duâsı kabul olmaz buyuruldu”.]
[ Eski Yunan felsefecileri ve şimdiki komünistler, her şeyi akıl ile anlamaya, akla uydurmaya kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilir ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, eski Yunan felsefecilerinin sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir.
İslam âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyup ve 80 bilgiyi iyi öğrendikten sonra, İslamiyetin gösterdiği yolda, kalplerini açarak, nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. İslam âlimlerine filozof demek, bunları küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan aklın esiri, mahkumu kimselerdir. Bunlar tecrübe etmeyip, akıl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehimlerine kapıldıkları zamanlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar, İslam alimi gibi yüksek olamaz.
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefihtir. Akla uygun iş yapmamak sefahettir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kurân-ı Kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, İslam âlimleridir. O hâlde, İslamiyette felsefe yoktur, İslam felsefesi, İslam filozofu yoktur. Felsefenin üstünde olan İslam ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan İslam âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vardır.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme aletimizden faydalanmemiz için, güneşi, ışığı yaratmiştir. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanemez. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına maneviyatı, faydalı, zararlı şeyleri anlayamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, İslamiyet ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve ahirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslamiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve ahirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gösterdiği yolda gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir cemiyet mesut olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, ahirette de rahat ve mesut yaşayanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Rahata, saadete kavuşmak için, müslüman olduğunu söylemek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır.]
Ehl-i sünnet âlimleri, dinimizin bildirdiklerini, akıl ersin ermesin, ispat ettiler. Allahü teâlâ, onların çalışmalarına bol bol mükafat versin! Bu bilgilerden hiçbirine, akıl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece, kabir azâbına, kabirde Münker ve Nekir denilen 2 meleğin sual soracaklarına, sırat köprüsüne, kıyametteki teraziye hemen inandılar. Akıl ermediği için, olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere uydular. Aklı bu 2 temel kaynağa bağladılar. Anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlamadıklarına, aklımız ermediği için anlayamadık dediler. Eski Yunan felsefecileri gibi yapmadılar. Onlar, akıl eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlayamadıklarına inanmadılar. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmeleri, Allahü teâlânın beğendiği şeylerden birçoğuna aklın eremediği için olduğunu bilemediler. Akıl huccettir. Fakat, tam huccet değildir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmeleri ile tam huccet olmuştur. [Yani, O büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir.] İsra sûresinin 15. âyetinde meâlen, “Biz, Peygamber göndermedikçe, azap yapıcı değiliz” buyruldu.
Yine sözümüze dönerek deriz ki karşıda bulunan şeyi görmek için, aynı doğrultuda bulunmak lazım ise de, yanında olmayanı görmek için lazım değildir. Uzakta olan bir şey, insanın bir cihetinde olmadığı gibi, görülmesi de bir yanda olmaz. Görmeden önce, bir cihette olmayan şey, görürken de bir cihette olmaz. Anlaşılamayan bir şeyi görmek de, anlaşılamayacak hâlde olur. Maddeli olan, maddesiz olanı anlayamaz. Arabî Mısra tercümesi:
Sultanın bol hediyelerini, onun vasıtaları taşıyabilir.
Anlaşılamayanın görülmesini, anladığımız şeylerin görülmelerine benzetmek yanlış olur. İnsafsızlık olur. İnsanı doğruluğa kavuşturan yalnız Allahü teâlâdır.
Tavsiye Yazı –> Felsefeciler nerde hata yapıyorlar?