Sual: Mecusulik nedir? Mecusiler nasıl inanırlar?
Cevap: Ateşe tapmak demektir. İran ve Hindistan halkından bir kısmının mensub olduğu bozuk inanışlardan biridir. Bu inancı kabul edenlere “Mecûsî”, râhiplerine de “Muz” denir. Hindistan ve civârında yaygın bulunan Brahmanların bir şûbesi olan Mecûsîler, ateşe, ineğe, timsaha taparlar. Bunlar M.Ö. yaklaşık 551 yıllarında Zerdüşt (Zarathoustra) denilen ve yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen bir kimsenin kurduğu bir çeşit inanışa bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini gömmezler, husûsî yaptırılan kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler.
İranlılar, İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiği doğru dîne inanıyorlardı. Âsurluların bu ülkeye hâkim olmasından sonra, “Sâbiîlik” adı verilen bozuk inanışlarını İran’da yaymaya başladılar. Sâbiîler, güneşi, ayı ve yıldızları kutsal birer varlık kabûl edip, çeşitli putlara tapınıyorlardı. Tek Allah’a inanmayı emreden ilâhî dînin tamâmen unutulmasından sonra, İranlılar Sâbiîlik inancına bağlandılar. Bunlar, zamanla ateşe de kutsallık tanıdılar. Bir kısmı ateşi doğrudan doğruya tanrı kabul edecek kadar ileri gitti. Bundan sonra ateşe tapma âyinleri uydurdular ve hiç sönmemek üzere içinde ateş yakılan “ateşgede”ler yaptılar.
Mecûsîlik inancında, ateşe tapma âyinini ortaya çıkararak, insanları ona tapmaya çağıran “Mecus” adında bir kimsedir. Bu âyinin kurucusuna nisbetle, bu inanışta olanlara “Mecûsî” denilmiştir. Mecûsîlik, Sâbiîliğin daha da bozularak devâm eden değişik bir şeklidir.
Mecûsîler, eski filozofların yaratılış, hayır ve şer hakkındaki görüşlerini incelerken, ateşin harâretinin (ısısının) hayat ve varlıklar üzerinde nasıl etki yaptığını görmüşler ve hayâtı meydana getiren bir kuvvet olarak, onu ilâhî kudret saymışlardır. Önceleri ateş, Allahü teâlânın bir eseri olup, kendinde yaratma sıfatı bulunması bakımından mâbudun varlığına işâret, delil olan bir şey olarak kabûl edilmişken sonradan dînî liderleri, bu esas üzerinde bâzı değişiklikler yapmışlardır.
Bunlardan bir kısmı, ateşi tanrı kabûl etmişlerdir. Bunun yanında, yine eski filozofların; “Birden ancak bir doğar.” sözleri sebebiyle, “düalist=iki tanrılı” bir inanışa saplanmışlardır. Şöyle ki; bu felsefî görüşün îcâbı, bir olan mâbuddan (ilâhtan) birbirine zıt olan hayır ile şer doğmaz. Bunların ikisi de ezelî birer ilâhtırlar. Hayır ilâhı, bir nûrdur ve iyiliğin kaynağıdır. Şer ilâhı, karanlıktır ve kötülüğün kaynağıdır. Hayır ilâhı “Hürmüz”, Şer ilâhı ise “Ehriman” adı ile anılmıştır. Bunlar birbiriyle devamlı savaş hâlinde bulunurlar. İyilik çoğaldığı zaman Hürmüz, kötülük çoğaldığı zaman Ehriman gâlip gelmiştir, derler. Bu ikili tanrı inanışına, dinler târihinde “Seneviyye-Düalizm” adı verilir.
Sonra gelen mecûsîler, bir omuzunda hayır, diğer omuzunda şer (kötülük) bulunan ilâhlar tasvir etmişler, resmini yapmışlardır. Mecûsîler, ateşi hayır ilâhı Hürmüz’ün bir sembolü kabûl ettiklerinden, her tapınakta (Ateşgede) denilen ve devamlı ateş yanan yer yapmışlardır. Bu ateş hiç sönmemek üzere yanardı. Hiç kimse, buna dokunamaz, hattâ soluğu ile dahi kirletemez. Onun için ateş yakan râhibin ellerinde eldiven ve ağzında peçe bulunurdu. Mecûsîler, ateş yandığı müddetçe hayır ilâhının şer ilâhına gâlip geleceğine inandıkları için, ateşin hiç sönmeden yakılmasının lâzım olduğuna inanırlardı. Peygamber efendimizin doğum gecesinde meydana gelen hârikûlâde hâdiselerden biri de mecûsîlerin bin seneden beri yanmakta olan kocaman ateş yığınlarının âniden sönüvermiş olmasıdır.
Eski İran’da, tahminen M.Ö. 7. veya 6. asırda yaşadığı kabul edilen Zerdüşt, güyâ eski dîni düzeltmek için ortaya çıkmış ve İran’daki çok tanrıcılığa karşı tek ilâh inancını savunmuştur. Ona göre en yüksek Rab (ilâh), “Ahura-mazda”dır. Ahura, her şeyi bilen, kâinât nizâmını idâre eden, her şeye hayat veren ve her şeyin hâkimi olan en büyük kudrettir. Bununla berâber hayır (Hürmüz) ve şer (Ehriman) gibi iki ilâh görüşünü terk edememiş ve ateşgedelerde yine ateş yanmıştır. Zerdüşt, bir gün dünyânın sona ereceğini, kıyâmetin kopacağını, Cennet ve Cehennemin var olduğunu, ölen insanın rûhunun hesâba çekileceğini, kendinden önce gelen peygamberlerden veya getirdiği kitaplardan yâhut da onlara inananlardan öğrenerek kabul etmiştir. Bununla berâber, insanlara dünyâ ve âhiret saâdetini öğreten ve doğru yolu gösteren bir peygambere tâbi olmak saâdetine kavuşamadığı için, doğru yolu tam olarak bulamamıştır. Nitekim, daha sonraları onun tek ilâh olarak kabûl ettiği ve “Ahura-mazda” adını verdiği ilâhın yerini güneş tanrısı “Mitra” almıştır.
Bütün İran’a yayılan Zerdüşt’ün fikirleri, M.S. yedinci asırda İslâm ordularının İran’a girmesiyle Tevhid akîdesi (tek Allah inancı) yerleştiğinde son bulmuş ve Mecûsîlerin çoğu, hak din olan İslâmiyeti kabûl etmişlerdir. Bir kısmı da Hindistan’a sığınarak, Brahmanların inanışlarını da benimseyerek yeni bir inanış şekli kabul etmişlerdir. Bu bozuk inanışa sâhip olanlara, bugün Bombay şehri yakınlarında rastlanmaktadır.
Kur’ân-ı kerîmde Hac sûresi 17. âyetinde Mecûsîlerin sapık yolda olduğu bildirilmekte ve meâlen; “O îmân edenler, o Yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o Hıristiyanlar, o ateşe tapanlar, o Allah’a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki, Allah, kıyâmet günü, aralarında hükmünü verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah, her şeye şâhit bulunuyor.” buyrulmaktadır.
Peygamber efendimiz de bir hadîs-i şerîfinde; “Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları babaları Hıristiyan, Yahûdî ve Mecûsî yapar.” buyurdu.