Sual: Bazıları Hazret-i Osman’ın halifelik devrinde akrabalarını kayırdığını söylüyorlar. Doğru mudur?
Cevap: Memuriyetlere tanıdığı, itimat ettiği ve hesap sorabileceği kişileri tayin etmek halifenin en tabiî hakkıdır. Bundan menfaati haleldar olanların uydurduğu bir şeydir. Hazret-i Osman devri, İslâm tarihinin altın çağıdır. Çok şehir fethedilmiş; ekonomik zenginlik sebebiyle refah artmıştı.
İman eden erkeklerin 4.sü olan Hazret-i Osman çok zengindi. Bütün malını ve mülkünü Resulullah için feda etti. Hadis-i şerifler ile medh olundu. Hilmi ve hayâsı pek fazlaydı. Hicretin 24. senesinin birinci günü halife oldu. Zamanında Horasan, Hindistan, Maveraünnehr, Semerkand, Kıbrıs, Kafkasya, Endülüs ve Afrika’nın birçok yerleri feth edildi. Sasani devleti tarihden silindi. Abdullah bin Sebe adındaki Yemenli bir Yahudi, Müslüman şekline girerek, Mısır’da fitne çıkardı. Cahil ve serserileri aldatarak bir çapulcu alayı Medine’ye gelip, hicretin 35. yılında halifeyi Kur’an-ı kerim okurken şehid ettiler. 82 yaşında idi.
Hadis âlimlerinden Abdülaziz Dehlevî’nin (v. 1745) Tuhfe-i İsnâaşeriyye kitabında diyor ki, Hazret-i Osman, halife iken, herkese lâyık olduğu vazifeyi verirdi. Herkesi yapabileceği işte kullanırdı. Halifenin gaybı bilmesi lazım değildir. O da, güvendiklerini, iş adamı olarak bildiklerini ve emin, âdil olarak tanıdıklarını ve emirlerine karşı gelmez zan ettiklerini iş başına getirmiştir. Bundan dolayı kimsenin ona dil uzatmağa hakkı yoktur. Ona karşı olanlar, onun bu haklı hareketlerini de kötü gösteriyorlar. Hazret-i Osman’ın vâlileri, emirleri, onu sevmekte ve emirlerini yapmakta, askerlikte, memleketler feth etmekte ve çalışkanlıkta, en seçme kimselerdi. Onun zamanında, İslam memleketlerini garbda İspanyaya kadar, şarkta Kabil ve Belhe kadar, bunlar genişletti. İslam ordularını denizde ve karada zaferden zafere ulaştırdılar. İkinci halife zamanında, fitne, fesad ocağı olan Irak ve Horasanı o kadar temizlediler ki, kıpırdanmalarına meydan bırakmadılar. Eğer bu vâlilerden birkaçında, Hazret-i Osman’ın umduğu gibi çıkmayan işler görüldü ise, ona niçin kusur sayılsın? Böyle işleri görünce, hiç susmazdı. Yahud çekemeyenlerin iftiraları olunca, işin doğrusunu araştırırdı. Çünkü hükümet adamlarının düşmanı ve çekemeyenleri çok olur. Herkesin şikâyeti ile memur değiştirilirse, memleketin idaresi altüst olur. Araştırırdı. Şikâyetler doğru çıkarsa, hemen azlederdi. Böylece, mesela Velid’i azletti. Hazret-i Muaviye, ona isyan etmedi. Şam’da herkese kendini sevdirmişti. Bunun emrinde bulunanlardan hiç kimsenin burnu kanamıyordu.
Müslümanları adalet ile idare ediyor, düşmanla da cihad ediyordu. Böyle bir kahramanı kim azl eder? Mısır vâlisi olan Abdüllah bin Sa’dı da niçin azl etsin? O, Hazret-i Osman’dan sonra, bir yana çekildi. Karışıklıklardan uzak kaldı. Mısır’dan Medine’ye, onun için gelen şikâyetler, hep İbni Sebe’nin başı altından çıkıyordu.
Sözün kısası, Hazret-i Osman, vazifesini tam yaptı. Fakat, takdir, tedbirine uygun olmadığından, İbni Sebe’nin çıkardığı fitne ateşi söndürülemedi. Hazret-i Osman’ın hâli, her cihetten, Hazret-i Ali’ye benzemektedir. Hazret-i Ali’nin de çeşitli tedbirleri faydasız kaldı. Yalnız, Hazret-i Osman’ın vâlileri, kendisini seviyorlar, emirlerini hep yapıyorlardı. Ganimetleri halifeye muntazam gönderiyorlardı. Bütün Müslümanlar, mal sahibi, rahat ve huzur içinde idi. Hatta fitne çıkmasına bu zenginlik de yardım etti. Hazret-i Ali’nin vâlileri ise, kendisine isyan etti. Vazifelerini yapmadılar. Devlet işleri aksadı. Hazret-i Ali’nin akrabası, amcasının çocukları da böyle yaptı. Hazret-i Osmanı lekelemeğe kalkışanlar, Ehl-i sünnet âlimlerine inanmazlarsa, Şiîlerin en kıymetli kitaplarından olan Nehcü’l-Belâga’da, Hazret-i Ali’nin amcasının oğluna yazdığı mektup var. Burada, o münafıka olan itimadını bildiriyor. Nehcü’l-Belâga, sonra bunun hıyanetlerini uzun yazıyor. Hazret-i Ali’nin vâlilerinden Münzir bin Carut da hâin çıktı. Halifenin ona yazdığı tehdid mektubu, Şiî kitaplarının çoğunda vardır. Hazret-i Ali de, bu vâlileri için lekelenemez. Peygamberler bile, münafıkların tatlı dillerine aldanmıştı. Fakat onlara vahy gelerek, münafıkların çoğunun yüzkarası meydana çıkarıldı. Şiîler, imamların gaybı bilmesi lazımdır, dediği için, Hazret-i Osman’a dil uzatıyorlar. Halbuki bu, Hazret-i Ali’yi de lekelemek oluyor. Bunlara göre Hazret-i Ali, önceden bildiği halde, hâinleri Müslümanların başına getirmiş oluyor. Meşhur Ziyad bin Ebihi’yi de Hazret-i Ali vali yapmıştı. Bu ise muhaldir.
Mervan’ın babası olan Hakem bin Âs’ı Medine’ye kabul ettiği için de, Hazret-i Osman’a çatıyorlar. Resulullah, Hakem’i münâfıklarla dost olduğu ve Müslümanlar arasında fitne çıkardığı için, Medine’den sürmüştü. İki halife zamanında kâfirler temizlendi; münafıklar kalmadı. Hakem’in sürgünde kalması sebebi ortadan kalkmış oldu. İki halife, onun geri gelmesine izin vermemişlerdi. Çünkü fitne ve fesad, yine çıkabilirdi. Hakem, Beni Ümeyyeden idi. İki halife, Temim ve Adiy kabilelerinden idiler. Cahiliyyet zamanındaki düşmanlıklar hatırlara gelebilirdi. Hazret-i Osman ise, Hakem’in erkek kardeşinin oğlu idi. Bu korku aradan kalkmış oldu. Bunun için, ‘Onu Medine’ye getirmek için Resulullahdan izin almıştım. Halife Ebu Bekre söylemiştim, izin aldığıma şahid istedi. Şahid olmadığı için susmuştum. Halife Ömer, belki benim sözümü kabul eder, demiştim. O da şahid istemişti. Ben halife olunca, bildiğime göre izin verdim’ buyurdu. Resulullah hasta iken, Osman’ı çağırtmış ve ona birşeyler söylemişti. Bu arada, belki Hakem için de şefaat dilemiş ve kabul buyurulmuştur. Hakem’in son zamanlarında nifak ve fesaddan tevbe ettiği de bilinmektedir. Zaten, Medine’ye geldiği zaman çok ihtiyar idi. Birşey yapacak halde değildi. Resulullah’ın Hakem’i sürgünü, devlet reisinin tasarruflarındandır.
Hazret-i Osman’ın akrabasına verdiği ihsanlar da, Seyyid Kutub ve bazı Şiî kitaplarının iddia ettiği gibi beytülmaldan değil; kendi öz malındandı. Dört halifeden üçü, beytülmaldan, yani devlet hazinesinden maaş alırlardı. Yalnız Hazret-i Osman maaş almazdı. Çünkü çok zengindi. Maaşa ihtiyacı yoktu. İhsanları, yalnız akrabasına değildi. Herkese ikramı boldu. Allah rızası için, çok hayır yapardı. Her Cuma günü, bir köle azad ederdi. Hergün Eshabı kirama ziyafet verirdi. Allah rızası için verilen mallara israf diyen kimse yoktur. Akrabaya yapılan sadakaya ise, iki kat sevap olduğu hadisi şerifte bildirilmiştir.
Seyyid Kutub, din âlimi olmadığı için, Şiî tarihlerinden ve Emevî düşmanı Abbasî tarihlerinden alarak yazmaktadır. Onun ‘Afrikıyye’den gelen ganimetin beşte birini damadı Mervan’a bağışladı’ sözü de iftiradır. Hazret-i Osman, 29 tarihinde, Abdullah bin Sa’dı, bin süvari ve piyade ile Afrika’ya göndermişti. Müslümanlar galib geldi. Çok ganimet ele geçti. Abdullah, bunun beşte birini Mervan ile halifeye gönderdi. Yalnız para olarak beş bin altından ziyade idi. Arada birkaç aylık yol olduğu için, bunları Medine’ye getirmek çok güç ve tehlikeli idi. Bunun bin dirhemini Mervan sattı. Geri kalanını Medine’ye getirdi. Müjde haberlerini de verdi. Çok dualar aldı. Halife onun bu zahmetine ve müjdesine karşılık olarak, satılan kısmın parasından noksan kalanı Mervan’a bağışladı. Bunu yapmak halifenin hakkı idi. Hem de, Sahabenin yanında vâki olmuştu. Bir kimseye bin altın getirseler bunun birini veya daha çok miktarını getirene bahşiş olarak verse, buna kimse israf demez. Nitekim zekât toplıyan âmile de, ihtiyacı kadar verilmesini, Allahü teâlâ emretmektedir. ‘Abdullah bin Hâlid için bin dirhem verdi’ sözü de iftiradır. Ona ödünç verilmesini emir eylemişti. Abdullah da borcunu ödemişti. Damadı Hâris’in, Medine’deki tâcirlerden zekât toplarken haksızlık yaptığını işitince, onu işten çıkardı ve cezalandırdı.
Hazret-i Osman, Hicaz ve Irak’taki bakımsız yerleri, güvendiği kimselere, yakınlarına verir; ziraat aletleri de temin ederek çalıştırır, millete çok toprak kazandırırdı. Ziraati geliştirdi. Bağlar, meyve bahçeleri yetiştirdi. Kuyular kazdırdı. Kanallar açtırdı. Arabistan’ın kuru toprakları, onun zamanında en bereketli yerler gibi olmuştu. Emniyet ve huzur da böylece kendiliğinden hâsıl olmuştu. Hırsızlık ve yırtıcı hayvanlar tarihe karışmıştı. Bunların yuvaları yerine, hanlar, müsafirhaneler yapılmıştı. Ticaret ve nakliyatta kolaylık da, bunlara bağlı olarak inkişaf etmişti. Bunlar Arabistan için, acayip ve harika sayılacak şeylerdi. Şimdi, 20. asrın motorlu vasıtaları ile bunlar yapılamıyor. ‘Arabistan’da nehrler akmadıkça, kıyamet kopmaz’ hadisi şerifi, sanki Hazret-i Osman zamanındaki medeniyeti haber vermektedir. Eshab-ı kiram, bu bereketi ve huzuru görünce, Hazret-i Osman’ın idaresini, muvaffakiyetini takdir eylediler. Onlar da halife gibi çalışmaya başladılar. Hazret-i Ali, Yenbu, Fedek ve Zühre denilen yerlerde; Talha, Gabed’de; Zübeyr, Zihaşeb’de tarlalar ve bağlar yaptılar. Hicaz kıtası, mamur oldu. Hazret-i Osman’ın hilafeti birkaç sene daha uzasaydı, Şiraz’ın gül bahçelerini ve Herat’ın korularını geride bırakacaklardı. Ölü toprakları, halifeden izin alarak, herkesin kendi malı ile işletmesi caizdir. Bunu yapmak halifenin kendisi için de niçin caiz olmasın? Böylece yetiştirdiği mahsul, kendisine neye helâl olmasın? Hazret-i Osman, kendi malı ile, çok toprakları ihya etti. Bağlar, bahçeler yaptı. Kuyular kazdırdı. Sular akıttı. Herkese önayak oldu. Millete iş imkanı sağladı. Yeni bir çığır açtı. ‘Mal, malı çeker’ sözü gereğince, gelirleri katkat arttı. Onun zamanında, Medine’de tarla sürmeyen, bağ yetiştirmeyen kimse kalmadı. Mevdudi ile Seyyid Kutub, hiç olmazsa, Tuhfe kitabını okumuş olsalardı, Resulullahın halifelerini lekelemekten belki haya ederlerdi. Onları medh ve sena etmekten de aciz olduklarını anlarlar, edepli davranırlardı.
Beytülmaldan Zeyd bin Sabite bin dirhem bağışladı, sözü de, hadiselere kötü gözle bakmanın ifadesidir. Birgün beytülmaldan hakkı olanlara dağıtım yapılmasını emir eylemişti. Bin dirhem kadarı artmıştı. Bunun, Müslümanların hizmetinde kullanılmasını emir buyurdu. Zeyd, bu para ile Mescid-i Nebevî’yi tamir eyledi.
Benzer Suallerin Cevaplarını Okumak İçin Tıklayınız