Sual: İctihad nedir? Müctehid kime denir? İctihadda hata olur mu?
Cevap: Seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullâhi aleyh” buyuruyor ki (İctihad, insan gücünün yettiği kadar, yani cehd ile zahmet çekerek çalışmak demektir. Yani, Kurân-ı Kerîmde ve hadis-i şeriflerde sarih ve açık bildirilmemiş bulunan ahkamı ve meseleleri, açık ve geniş anlatılmış meselelere benzeterek, meydana çıkarmaya uğraşmaktır. Bunu ancak Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Onun Ashâbının hepsi ve diğer müslümanlardan ictihad makâmına yükselenler yapabilir ki bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı Hak, Kurân-ı Kerîmin birçok yerinde, ictihad etmeyi emrediyor. O hâlde, mânâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin derinliklerinde bulunan ahkâm-ı İslamiyyeyi ve mesail-i diniyyeyi, mefhum ile ve delâlet ile anlayabilen büyüklere, yani mutlak müctehidlere, ictihad etmek farzdır. Müctehid olmak için, Arabî yüksek ilimleri tamamen bilip, Kurân-ı Kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerimenin manay-ı muradisini, manay-ı işarisini ve manay-ı zımni ve iltizamisini bilmek ve âyet-i kerimelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeplerini ve ne hakkında geldiklerini, külli ve cüzi olduklarını, nasih veya mensuh olduklarını, mukayed veya mutlak olduklarını ve kıraat-i seb’a ve aşereden ve kıraat-i şazzeden nasıl çıkarıldıklarını bilmek, Kütüb-i sittedeki ve diğer hadis kitaplarındaki yüzbinlerce hadisi ezberden bilmek ve her hadisin ne zaman ve ne için irad buyurulduğunu ve mânâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadisin diğerinden önce veya sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hadiseleri ve hangi vak’a ve hadiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakil ve rivayet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlakta olduklarını bilmek, fıkıh ilminin usûl ve kaidelerini tanımak, 12 ilmi ve Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin işaretlerini, rumuzlarını ve açık ve kapalı mânâlarını kavramak ve bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îman sâhibi olmak ve itminân ile dolu, nurlu ve saf bir kalbe ve vicdana mâlik olmak lâzımdır. İctihad ve tefsir hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitabında uzun bilgi vardır. (Redd-i Vehhâbî) kitabı, 1264 h. de Delhi’de ve 1415 de İstanbul’da tab’ edilmiştir.
Bütün bu üstünlükler, ancak Ashâb-ı kirâmda ve sonra, 200 sene içinde yetişen, bazı büyüklerde bulunabildi. Daha sonraları, fikirler, reyler dağılıp, bidatler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, 400 sene sonra, bu şartları haiz kimse, yani mutlak müctehid olarak meşhur olan görülmedi). Hicretten 400 sene sonra, müctehide ihtiyaç da kalmadı. Çünkü, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyamete kadar hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şamil olan ahkâmin hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkamın, yeni hadiselere nasıl tatbik edileceklerini, tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirirler. (Müceddid) denen bu âlimler kıyamete kadar mevcuttur. (Fen vasıtaları değişti. Yeni hadiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsirler yazılmalı, yeni ictihadlar yapılmalıdır) diyerek, nasslara ilaveler, değişiklikler yapmak lazım olduğunu savunanların (Zındık) ve İslam düşmanı oldukları anlaşılır. İslam düşmanlarının en zararlısı ingilizlerdir.
İslam düşmanlığı, zulüm, istibdat, hile ve hıyanet üzerine kurulmuş olan İngiliz İmparatorluğu, Kanada ve Avustralya ile Asya’da ve Afrika’da 40 memleketi kültür emperyalizmi ve kuvvet yolu ile işgal ederek, ingiliz sömürgesi yaptı. İğrenç ingiliz politikası gereği olarak önce bu ülkelerin dilleri, dinleri, örf ve adetleri tahrib edildi. Sonra da yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sömürüldü. Her türlü direnme kanlı bir şekilde bastırıldı. İslam dinini öğreten bütün medrese ve mektepleri de kapattılar. Halka doğru yolu gösterebilecek bütün âlimleri ve din adamlarını, hatta talebeleri bile öldürdüler. Yalnız Çanakkale harbinde ingilizlerin 274 bin müslümanı şehit ettiği, 18.3.2000 tarihli Türkiye gazetesinde yazılıdır. Yeni nesillerin dinsiz yetişmesi için de İslam dinini öğreten kitapları imha ettiler.
1877 de Osmanlı-Rus harbi esnasında, İngiltere, Hindistan’ın ilhakını ilan ederken, Mithat Paşa’nın desteğini daha önceden garantilemişti. Çünkü, Mithat Paşa, meşhur İskoç locasına kayıtlı olması sebebi ile ingiliz hükümeti tarafından ingiliz ajanı gibi kullanılarak, Osmanlı Devletini harbe sokmuş ve Sultan Abdülaziz Hanı da şehit ettirmişti.
Batıya şartlandırılan devlet adamları ile Batılı uzman olarak görevlendirilen ajanların işbirliği sayesinde; “Fen bilgisi din adâmına lazım olmaz!” iftirâsında bulunarak, medreselerden fen dersleri kaldırıldı. Ondan sonra da, fen bilgilerinden mahrum edilen din adamlarını, “Fen bilgilerinden anlamadıkları” gerekçesi ile cahillik ile suçlayıp, horlamak sûretiyle gençleri dinden soğuttular.
Ahkâm-ı İslamiyyenin hepsi Kurân-ı Kerîmden çıkmaktadır. Kurân-ı Kerîm, bütün Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmiş olan, bütün kitaplardaki ahkamı ve daha fazlasını kendisinde toplamaktadır. Gözleri kör, ilimleri az, akılları kısa olanlar, bunu göremez. Kurân-ı Kerîmdeki bu ahkâm 3 kısımdır:
Birinci kısım ahkamı, ilim ve akıl sâhibi, (İbaret-i nass) ile ve (İşaret-i nass) ile ve (Delâlet-i nass) ile ve (Mazmun-i nass) ile ve (İltizam-i nass) ile ve (İktiza-i nass) ile kolayca anlayabilir. Yani, her âyet-i kerimede, ibaret, delâlet, işaret, iltizam, iktiza ve tazammün bakımından çeşitli mânâlar ve hükümler vardır. (Nass), mânâları açık ve meydanda olan âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere denir.
Kurân-ı Kerîmdeki ahkamdan 2. kısmı açıkça anlaşılmaz. İctihad ve istinbat yolu ile meydana çıkarılabilir.
Ahkâm-ı ictihadiyede, Ashâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” uymayabilirdi. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” zamanında hatalı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, Cebrâil “aleyhisselâm” gelerek, yanlış olan ictihadlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile batıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” ahirete teşrifinden sonra meydana çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihadlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki vahiy zamanında ictihad olunan ahkamı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihad olunan ahkamı da yapmak lazım ise de, icmâ hâsıl olmayan ictihadlarda şüphe etmek, imanı gidermez. [Bu husus Mektûbât’ın 2. cilt, 36. mektup sonunda da yazılıdır.]
Kurân-ı Kerîmde bulunan ahkamdan 3. kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki bunları anlayıp çıkarmaya insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize “sallallâhu aleyhi ve sellem” gösterilmiş, bildirilmiştir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kurân-ı Kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber “sallallâhü aleyhi ve sellem” tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. 1. ve 3. kısım ahkamda kimse, Peygamberden “sallallâhu aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün müslümanların, bunlara inanması ve tâbi olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihadiyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi olması lâzımdır. Başka müctehidlerin ahkâmına tâbi olamaz. Bir müctehid, başka müctehide, ictihadından dolayı yanıldı, doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zira, her müctehide, kendi ictihadı haktır ve doğrudur. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdiği Ashâb-ı kirâma, karşılaşacakları meselelerde, Kurân-ı Kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kurân-ı Kerîmde bulamazlar ise, hadis-i şeriflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi rey ve ictihadları ile amel etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden daha âlim, daha yüksek olsalar bile başkalarının fikir ve ictihadlarına tâbi olmaktan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Ashâb-ı kirâmdan hiçbirisi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” başkalarının ictihadlarına bozuk demedi. Kendilerine uymayanlara, fasık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
Ashâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfedir “radıyallâhu anh”. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” tam mânâsı ile tabi idi. İctihad ve istinbatta, öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştı ki buraya kimse varamadı.
[Kendisinden daha önceleri, daha âlim ve daha yüksek kimseler geldi ise de, onların zamanında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak miyarlar hazırlamamışlar, diğer daha kıymetli işlerle uğraşmışlardır.]
İmâm-ı Şâfiî hazretleri, İmâm-ı Âzâmın ictihadının inceliğinden, az bir şey anlayabildiği içindir ki (Bütün müctehidler, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır) demiştir. Îsâ “aleyhisselâm”, kıyamete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dinine göre hareket edecek ve Kurân-ı Kerîmden ahkâm çıkaracaktır. İslam büyüklerinden İmâm-ı Muhammed Parisa hazretleri buyuruyor ki (Îsâ “aleyhisselâm” gibi büyük bir Peygamberin, ictihad ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefi mezhebindeki ahkama benziyecek, yani, İmâm-ı Âzâm’ın ictihadına uygun olacaktır). Bu da, İmâm-ı Âzâm’ın “radıyallâhu anh” ictihadının, ne kadar çok isabetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalp gözleriyle, Hanefi mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhepleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihadında da sünnete tâbi olmakta, herkesten ileri gitmiş, Mürsel hadisleri bile Müsned hadisler gibi, senet olarak almıştır ve Ashâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuştur. Onların, Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamıştır. İmâm-ı Âzam için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere bağlı kalmamıştır diyenler, yeryüzünde asırlardan beri ibâdet etmekte olan milyonlarca müslümanı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hatta müslümanlıktan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor. Bunu ise, ya kendi cehllerini de bilmeyen kara kafalı câhiller, yahut din-i İslamı yıkmak, bozguna uğratmak isteyen İslam düşmanları, zındıklar söyler. Birkaç câhil, birkaç zındık, birkaç hadis ezberleyip, ahkâm-ı İslamiyeyi bu kadarcık sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükümleri inkâr ediyor. Evet, bir kaya kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikten ibaret sanır.
Ehl-i sünnetin reisi, fıkhın kurucusu, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’dir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bütün dünyada tatbik olunan ahkâm-ı İslamiyyenin 4’te 3’ü, onundur. Kalan 4’te 1’inde de, ortaktır. İslamiyette ev sâhibi, aile reisi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.
[Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezhep) denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün 4 imâmın mezhebi kitaplara geçmiş olup diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu 4 imâmın isimleri ve vefât tarihleri: Ebû Hanîfe 150, Mâlik bin Enes Esbahi 179, Muhammed Şâfiî 204 ve Ahmed bin Hanbel 241’dir. Müctehid olmayanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu 4 mezhepten birinde bulunması lâzımdır. Demek ki Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” yolu, Kurân-ı Kerîm ile ve hadis-i şerifler ile yani sünnet ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu 3 vesikadan başka, bir de, (İcmâ-ı ümmet) vardır ki Ashâb-ı kirâmın ve Tabiînin söz birliği olduğu, İbni Âbidin’de (Habs) bahsinde yazılıdır. Yani gördükleri ve işittikleri zaman, hiçbirisinin red ve inkâr etmediği şeylerdir. Şiîlerin (Minhacü’s-sâlihin) kitabında, ölmüş olana tâbi olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]
Din-i İslam, bu 4 vesika ile bizlere gelmiştir. Bu 4 vesikaya (Edille-i şer’iyye) denir. Bunların dışında kalan her şey bidattir, zındıklıktır ve dinsizliktir. Tasavvuf büyüklerinin kalplerine gelen ilhamlar, keşfler, ahkâm-ı İslâmiyye için senet ve vesika olamaz. Keşflerin, ilhamların doğru olup olmadığı, İslamiyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, velâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmayan, aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmak mecburiyetindedir. Bistami, Cüneyd, Celâleddîn-i Rumi ve Muhyiddin-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslamiyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, mârifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtîye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Yani, îman olmazsa ve ahkâm-ı İslâmiyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddiada bulunanlar, zındıktır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmaktan daha çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dinini ve imanını alır.
[(Merec-ül-bahreyn)de, Ahmed Zerruk’tan alarak diyor ki İmâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan [Bidat sâhibi, yani] sapık olur. Her ikisini edinen, hakikate varır) buyurdu. Fıkıhı doğru öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkıh aliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun mezhebi yoktur demek, mezheplerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evla olanı, ihtiyatlı olanı yapar demektir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyan-ı Sevri’nin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbeli idi. Ebû Bekr-i Şibli, maliki idi. İmâm-ı Rabbânî ve Ceriri, hanefi idi. Haris-i Muhasibi, Şâfiî idi “Kaddesallahü teâlâ esrârehüm”.]